şafak

keşke uçabilseydik insanlar olarak, o zaman daha anlamlı olurdu sürekli konacak bir yer arayışımız.
her mevsime her aya bir anlam yükleme çabamız, sürekli ilerde bir günü bekleyerek geçen ve içinde olduğmuz günleri berbat etme huyumuz.

uzaktaki beyaz bir noktaya odaklanıp elimizdeki beyaz boyayı içinde olduğumuz siyah odanın duvarlarına vurmayışımız.

içimizdeki kafese önce kendimizi hapsedip anahtarını uzaklara fırlatışımız.

hepimiz sonuçta insanız, hep ileriyi,

hep daha iyiyi isteyen,

ve de bekleyen.

sadece 40 gün daha var...

1,2 - 3,4

Yazmak için neden bu kadar bekledim bilmiyorum; belki de yazmak için önce inanmam gerektiğindendir. 

Gözümün önünden gitmeyen bir görüntü var;

200 adam, her sağ adımda sağa, her sol adımda sola yatarak, yağmurluklarının kapşonları çekilmiş şekilde, yağmur yeşil parkalarından yere süzülürken marş söyleyerek ilerliyor. Kafasını rüzgar ve yağmura karşı gelip biraz yukarı kaldıranlar direkte yanan lambanın ışığında yağan yağmurun şiddetine şahit oluyor.

Kimisi banyo yapmak için ilk kez "suyun ısınmasını" bekliyor, kimisi  uyandığında ilk kez yatağını topluyor. Birbirinden farklı ve belki bir daha yedi cihanda bir araya gelmeyecek karakterde insanlar aynı koğuşlarda, aynı sofralarda oturuyor, yiyor, uyuyuyor ve aynı soğuk aynı uzun saatlerde nöbet tutuyor.

Nefes filminde de dediği gibi:"Bu çocukların hepsi koşuyor ama hiç biri niye koştuklarına bir anlam veremiyor."

İnsan yediği çoban salatanın kıymetini anlıyor domatesten uzak kaldığı günlerde, en soğuk günde bile terlik giymeyip halıda dolaşmayı özlüyor. Sabahları "beş dakika daha uyuyum" demenin lüksü buradan bakınca çok uzaklarda kalıyor, metal dolapların sesiyle uyanılan günlerde.

İnsan ilk kez "tamamen" kendisiyle başbaşa olduğunu hissediyor. Ve o noktada başlıyor mücadelesi, hem kendisiyle hem de zamanla.

Hep bir hedef koyuyor önüne "şimdi şuna ulaşıyım, sonra buna" diyerek geçiriyor günlerini. Biraz zamandan biraz kendinden gidiyor her geçen saniye.