Bayca Cıklı

Selamlar, ben Bayca. Bu sefer de ben size hayatımdan kısaca bahsedip, önemli kesitler sunacağım. Ha kesit derken nasıl mesela? Ben de bilmiyorum, yaşadıkça hep birlikte göreceğiz.

Göreceğiz dedim de aklıma geçen yazki Köyceğiz tatilim geldi. Marmaris'in bu şirin ilçesinde harika bir hafta geçirmiştim. Sırtıma boydan boya yaptırdığım "Buffy The Vampire Slayer" dövmesi tüm tatil boyunca, yerli-yabancı bütün turistlerin ilgi odağı oldu. Evet ben bir erkeğim ama içimde bastıramadığım bir vampir var bunun yanında.

İlk olarak yirminci doğumgünümde anladım vampir olduğumu. Anneme anlattım bu durumu. "Sakın kimseye söyleme, anlamazlar seni. Sarımsağı, haç'ı basarlar suratına suratına!" dedi. Haklıydı da. O yüzden hep sakladım bu yanımı. Kimseyi boynundan öpmedim, kurban bayramlarında kesim alanında bulunmadım, Kızılay'ın kan bağış araçlarının 1 km. yakınından bile geçmedim.

Ama artık canıma tak etti ve Köyceğiz'e gittim. Tek bir amacım vardı. Buffy dövmem ile helal süt emmiş bir kız tavlayıp kanını emmek. Şansım da yaver gitti neyseki. Bi kız bulup emdim kanını, uzatmaya gerek yok. Tatilimi anlatmaya dönüyorum. Kaldığım otelde genelde Almanlar vardı; onları ayırt etmek için en büyük ve belirgin özellikleri Almanca konuşmalarıydı. Hepsi inanılmaz akıcı derecede Almanca konuşuyordu. Bizim için "omlet" onlar için "shwargenustpaynzert" olsa da hepsi hallerinden oldukça memnundu.

Ve sıcak bir temmuz akşamı bir Almana aşık oldum. Beline kadar uzanan saçları ve beline kadar uzanmayan tişörtüyle aklımı başımdan almıştı. İlk akşamımızda açık büfeden bir şeyler yedik. Benim dört tabak yemek yemem onu başta biraz korkutsa da; ekonomik durum ve her şey dahil sisteminin Türk toplumları üzerindeki etkisini anlatınca daha iyi anladı beni ve hatta hak bile verdi. İlk yemeğimizden sonra anlaşarak ayrılmaya karar verdik.

Şimdi ne mi yapıyorum? Gökdelenlerin tepesinde dolanıyorum. Hepsinin tepesine elimden geldiğince salatalık, soğan, domates ekiyorum. Tabi ki o kadar yükseklikte sık sık don oluyor ve bu da sebzeleri etkiliyor. Don derken soğuk anlamında değil bu arada, normal bildiğimiz kilottan bahsediyorum. Benim için don olayı budur.

Kendime yetecek kadar da olsa domatesim, soğanım oluyor ya, bu bana yetiyor.

Uygun bir gökdelen bulduğumda paçalı güvercin yetiştirmeye başlayacağım. Çünkü şairin de dediği gibi;

"Gökte uçar paçalı güvercin,
Kazığa oturtup gönderilendir elçim."

Biliyorum, sizden farklıyım. Sizin gibi "pazartesi akşamı planlarım", "kredi borçlarım", "evcil gergedanım", "sinan atçıl albümüm" yok belki. Ama ben de insanım ve tek istediğim farklı olanı dışlamamanız.

Son olarak bir ricam var, lütfen yerlere sakız atmayın, çünkü ben onları ekmek sanıp yiyorum.

Çağdaş İleri

twitter: @_cagdasileri_

Requiem For A Çay

Marketten aldım seni,
Kaliten paketten belli,
Seni yetiştirenler Rize'li,
Gideyim de demleyim, gideyim de demleyim.

Yolda gördüm taksi sarı,
Binmedim gaspeder diye çayı,
Tabanlarım ağrır yokuş yukarı,
Gideyim de demleyim, gideyim de demleyim.

Poşetin çıktı senin yakında,
Demlemiyor millet varken sallama,
Demden çok su koyar bazı dallama,
Gideyim de demleyim, gideyim de demleyim.

Ocağın var su kaynar daim,
Sen varken oralet içer bazı zalım,
Her akşam yemekten sonra buluşalım,
Gideyim de demleyim, gideyim de demleyim.

Pöti bör satıldı sırf hatırına,
Kimi seni içirdi yorgun katırına,
Vodka değil çay içer Ekaterina,
Ella fati ela iye makarina,
Gideyim de demleyim, gideyim de demleyim.

Elim çarpsa demliğe yüreyim yanar,
Demlikte çay, gözümde yaş kaynar,
Dökülse koca demlik sanki hayatım kayar,
Dayanamam ziyanına, dayanamam yokluğuna.

İngilizler içer beşte,
Biz günde beş öğünde.
Akşam anneler demler çayı,
Kaynar su o yavaş iç ayı.

Altın gününün resmi içeceği,
Büyüklüğü geçer tek heceyi,
Bağlar gündüz ve geceyi,
Gideyim de demleyim, gideyim de demleyim.

Güçlendirir iradeyi,
Vücutta bağlar demiri,
Simit ve peynirin emiri,
Gideyim de demleyim, gideyim de demleyim.

Tüp bitti haftalardır uzağım,
Kettle elektrikli tuzağım,
Biliyorum! o deme kavuşacağım,
Olsa da olur Earl Grey,
Hey gidi hey.

Sen beni hiç bırakmazsın,
Yeşilçay'a hoş bakmazsın,
Kuşburnu, ıhlamur takmazsın,
Sallatma bize onları.

Şimdi geldik saadete,
Demi koyduk ince bele,
Şeker de geldi mi dile,
Sıcak çayım, sıcak çayım.

Çağdaş İleri

twitter: @_cagdasileri_

Huzur, 50 mt. İlerde Solda

Bugün emin oldum artık. Ben yapamıyorum. Söyleyeceklerimi şımarıklık, şükürsüzlük ve hatta nankörlük olarak alacak bazılarınız belki. "O durumdayken böyle konuşmak kolay." diyeceksiniz; olsun! Böyle doğmuşum bi kere, değişemem.

Somutluk atfedilen ne varsa hepsini bi kenara itmek istiyorum, bir sarılmanın sıcaklığı dışında. Ne çok hırsı varsa bu kadar çok insanın, hepsi ilk yağmurla yerin dibine batsın istiyorum; ama biliyorum da, öyle olmayacak asla. Güzel etiketler ve güzel markalar oldukça, pahalı arabalarınızla AVM'lere gidip onları almaya çalışacaksınız. Gösterişli bir evde oturma hayalleriniz olacak hep; ruhunuza tek bir güzel yer bulamazken. Yaşadığınız alanı genişlettikçe ruhunuz hapsolacak dar ve sığ bedeninizde, yapmayın bunu.

Şık giyinip gittiğiniz işlere yükleyeceksiniz bütün anlamı; ipek kumaştan takımlarınız, en şık rugan topuklularınız olacak mutluluk sebebiniz.

Yarın yaşayıp yaşamayacağınız bile belli değilken on yıllık konut kredileri çekeceksiniz. Onun ödemeleri biraz rahatlayınca da hemen lüks bir otomobil hayaliniz.

Bana göre böyle olmadı hayat hiç. Belki ben yanlış düşünüyorum, belki de siz yanlış düşünüyorsunuz; bilemeyiz.

İleriye dönük plan yapmamam, anı güzel yaşıyorum demek de değil itiraf ediyim. Sizin bir çoğunuz benden çok daha mutludur, buna eminim. Sevdiğim insanlar; ya sürekli yazmama ya da çok takılıp düşünmeme bağladılar mutsuzluğumu hoşnutsuzluğumu hep. Yazmak değildi aslında beni mutsuz eden, yazarak değiştirememekti bir şeyleri.

Ve evet çok takılan bir insan oldum her şeye, sürekli. En mutlu anımda basit bir olay tadımı kaçırabildi; keyifli bir arkadaş buluşmasında, yirmi yaşındaki çocuklara hizmet eden kırkbeş yaşındaki garson amca gibi. Onun umrunda bile değildi belki bu durum ama ben bu durumlarda hep huzursuz oldum, oğlu yaşında çocukların ayağına gidip geliyor o adam diye. Fazla mı dram geldi size bilmiyorum ama inanın üzülecek bir şey arıyor olmamdan değildi böyle düşünmem.

Büyüdükçe etrafımdaki insanların hayal çeşitliliği de azaldı. Koyuna benzeyen bulutlara binmeyi istemez oldu kimse; mercedes'ler bmw'ler dururken. Herkes önce iyi bir hayat ve mutluluk için çabaladı ve sonra bunların bir çoğu ruhunu geride bıraktı.

Benim ne iş yaptığımın bi önemi yok. Aslında kimsenin ne iş yaptığının bir önemi yok. Tek önemli olan hislerimiz. Süresi belirsiz ama sayısı kesin bir hayat bu; sadece bir kere geleceğimiz. O yüzden çocukken ruhunuza iyi gelen her neyse onları hatırlayın; büyük ve uzun vadeli gelecek hayalleri yerine o küçük çocuğun hayallerine suni tenefüs yapın.

Yağmurlu havada fönünüzün bozulma korkusundan, ütüsüz gömleğinizden, traş olurken atladığınız sakaldan, teninize uymayan yeni saç renginizden, estetik kaygınızdan, şehvetten ve hırstan arınmış;  "gerçek" huzurun olduğu bir dünyanız olsun. Kendiniz, kalbinizdeki insanlar ve güzel bir uyku dışında her şeyin yalan olduğunu unutmayın. Canınızı "para" ile sıkmayın. Geçim sıkıntısı yaşayın anlamında demiyorum bunu tabi ki ama kazandığınız size yetiyorsa çok daha fazlası için hırpalamayın bedeninizi. Çünkü bedeniniz gittiğinde ne otomobilin modeli ne de evinizin bulunduğu kat önemli olacak.

Ben belki sürekli belki de bi süreliğine yokum artık. Kendimi çok önemli ve ya büyük gördüğümden değil bunu böyle bildirmem. Sadece daha çok düşünmem lazım, üstünde düşünmeyi reddeden herkese inat. Belki huzuru bulurum kendimle kalacağım bu arayışımda, belki de bi farkı olmadığını görürüm normalde yaptıklarımla.

Daha çok başlık ve söyleyecek daha çok şey vardı açıkçası kafamda ama, bu kadarını toplayabildim yazarken bir anda.

Hoşça kalın.

twitter: @_cagdasileri_

Bir Jigolo'nun Anıları - 3

Pazar sabahında kapatmayı unuttuğu alarmının çalmasıyla uyandı. Uykusu bir kere kaçtı mı nolursa olsun geri uyuyamıyordu. Bu yüzden de hazırlanıp kahvaltı etmeye karar verdi.

Ne büyük bir çaresizlikti hayat. Bir tarafta bedenini satanlar ve "iğrenç" etiketi yiyenler, diğer tarafta o bedeni satın alıp asil birer birey olarak sokakta dolaşanlar. Ne acımasız bir şeydi hayat; Berk'in olduğu gibi, hepimizin büyük çaresizliği...

Emirgan'da kahvaltı edecek parası -fiyaskoyla da sonuçlansa- ilk işinden sonra cebindeydi. Menemen ve çay dışında bir şey söylemedi; ki zaten buna gerek de yoktu. Kahvaltısını ederken gözü birbiriyle didişen iki martıya takıldı. Rüzgar tüylerini havalandırırken onlar da birbirlerini gagalama telaşındaydı. Gözü ordayken derinden bir ses duydu ve sonra bu sesin titreyen telefonundan geldiğini farketti. Yine bilmediği bir numara arıyordu;

-Efendim?
-Tufan naber abi? Mustafa ben.
-Ha Mustafa selamlar. Nasılsın abi?
-İyiyim sen nasılsın, hayırdır?
-Ya akşam Merve doğumgünü için evine davet etti bizi, gelirsin de mi?

"Bir işim çıkmazsa gelirim." dedi. içinden ama "Gelirim." diye çıktı ağzından. Ne Merve ne de Mustafa'yla çok samimi değildi ama son günlerdeki garipliklerden sonra bu ona iyi gelebilirdi.

Gün boyu evde oyalandı, tek bir telefon bile gelmeyince bu gece çalışmayacağı belli olmuştu. Hazırlanıp aldığı adrese, Merve'nin evine gitti.

Kapıyı açan Merve'nin annesiydi. Kendilerini terk eden babası başka bir şehirde, Merve ise annesiyle İstanbul'da yaşıyordu. Kadın kapıyı açar açmaz gözleri fal taşı gibi açıldı ve "Berk!" dedi.

Berk yani Tufan'ın eli ayağına dolaşmıştı. Çok çaresiz bir ses tonuyla "Tufan efendim. Sanırım birine benzettiniz." dedi. Bir gün önce karanfil kokusundan alerji krizi geçiren kadın hemen karşısında duruyordu! Kadın da toparlamak istedi: "Pardon, bi tanıdığımın oğluna benzettim seni, gel içeri delikanlı." dedi.

Berk o akşam da aynı parfümü sıkmadığına üzülse mi sevinse mi bilemedi ama son derece rahatsız bir gece olacağı belliydi. Kadın gençleri yalnız bırakıp ya mutfakta ya da oturma odasında vakit geçiriyordu. Berk de uzun süre sonra keyifliydi ve eğleniyordu. Kadının kim olduğunu unutmuştu bile.

Ve o an masanın başında içkisini tazeleyen Merve'ye takıldı gözleri. Uzun süre sonra zaman durabilmişti kendisi adına; uzun süre sonra anlık da olsa kalbi tüm vücuduna bir sıcaklık yaymıştı. Dudakları kulaklarına doğru genişlemeye başladı elleri hafifçe soğurken ve terlerken. "Ben bir su içiyim!" dedi ani şekilde yerinden kalkarak. Kaçmak için bu bahaneyi bulmuştu çünkü farkettiği şey onu korkutmuştu. Berk aşık olmuştu.

Sol eliyle mutfak mermerinden destek alarak suyu kana kana içerken kalçasında sert bir tokat hissetti. Döndüğünde, aşık olduğu kadının annesi kendisine muzipçe gülümsüyordu...

İkinci El

https://www.youtube.com/watch?v=Tqbv9cPyBfs

Ayakkabısının ince topukları kaldırıma dengesiz dengesiz basarken, rüzgardan korunmak için trençkotunun önünü sağ eliyle kapattı. Her adımında kaldırımın sesi beyninde yankılanıyor ve dalgalanıyordu. Kırmızı rujunu dudağının her iki tarafına eşit sürememişti ama o an bunu fark edecek kadar dikkatli değildi zaten.

Bir kaç dakika içerisinde dükkana vardı. Son iki aydır her pazar giydiği elbiseyi değiştirmenin vakti gelmişti. Sekiz hafta önce geldiği ikinci el elbise dükkanına bu sefer daha genç işi bir şeyler almak üzere girdi. Bu onun rutiniydi. Her pazar bu dükkandan aldığı bir elbiseyi giyer ve o pazar gününü elbisenin karakterine uygun şekilde yaşardı; ve o elbisenin sahibini bulana kadar da her pazar giymeye devam ederdi.

Onun için rutininin değişik bir sonu vardı. Elbiselerini dükkanda değiştirmeden önce sahiplerinin eşyalarına katmadıklarını düşündükleri ruhlarını alırdı. Ne zaman ki bir elbisenin sahibini bulup öldürürdü o zaman onun için değişiklik zamanı gelmiş demekti.

Her elbiseyi bırakışı onun için bir işin tamamlanması ve bir ruhun temizlenmesi gibiydi. Dükkandaki elbiselere bakarken gözüne; diz boyunda, bej rengi ve üzerinde küçük kırmızı çiçek desenleri olan bir elbise çarptı. Denemek istediği elbisenin bu olduğuna karar verdi; tam kendi bedenindeydi. 

Elbiseyi alması ve dükkandan ayrılması uzun sürmedi. Dükkana girerken takındığı ağır ve depresif hava yerini gençlik neşesine bırakmıştı. Ne rüzgar umrundaydı ne de dağınık saçları. Serin havayı ciğerlerine doldururken göğüslerini şişiriyordu. Arzulanmak hoşuna giden bir genç kız edasıyla süzülmeye başladı bu kez geldiği yönün aksine doğru. Şimdi tek yapması gereken bu elbisenin asıl sahibini bulmaktı. Bunun için özel yöntemleri değil ama özel bir gücü vardı. O elbiseyi giydiği andan itibaren sahibinin acılarını, sevinçlerini, göz yaşlarını hissedebiliyordu ve en önemlisi onu sattığı son anı gözünde canlandırabiliyordu; sahibinin yüzünü göremese de.

Bu seferki bir üniversite öğrencisiydi. Sessiz ve silik bir kız çocuğu.  Ağlamaktan göz pınarları yirmi yaşında kurumuş umutsuz bir vaka. Aşkı hiç yaşamamış ve yaşamadığı bir şeyden vazgeçmeyi başarmış bir kaybeden. 

Kızı bulma umuduyla çıktığı yolda bu sefer o kızın ruhuna büründü. İlk pazar günü makyajı aktı ağlamaktan, ikincisinde yatağından çıkamadı sonra gülmenin nasıl bir his olduğunu unuttu. Beşinci pazarında kahvaltı etmedi; öğlen de yemek yemedi ve tüm günü sigara içerek geçirdi. Ağlamaktan gözlerini açamıyordu artık. 

Onuncu pazar günü kızı kendisini ziyarete gelmişti. Kızıyla ayda yılda bir görüşüyorlardı. Kız kendi anahtarıyla eve girdi. "Anne" diye seslendi içeri doğru. Ses yoktu. Salona yürüdü tedirgin adımlarla. Salonda gözleri boşluğa dalmış halde annesini gördü; üstündeki bej rengi elbiseyle.

"Nerden buldun elbisemi?" dedi genç kız, onu sattığını unutarak.  

Kadın da kızını tanıdı, kendini kaybederek.

Çuvaldız - 1

Bu hikaye sıradan bir adamın bir süper kahramana dönüşmesinin hikayesidir...

Mehmet Jack ("mağmet cek" şeklinde okunur.) 21 yaşında, babannesiyle yaşayan bir üniversite öğrencisiydi.O kışın en soğuk günlerinden birinde evde oturmuş TV izlerken yaşlı babannesi Hatçe Jack yanına geldi ve "oğlum yardım et de şu yün ipliği top top edelim." dedi. Onun için kışın en güzel yanı o yaşlı kadınla karşılıklı oturup yün ipliklerle ve şişlerle oynamaktı.

Yine her zamanki gibi bir akşam olacağını sanarak babannesine yardım etmeye başladı. Yaşlı kadın yaklaşık bir haftadır evdeki eski yorganları onarıp bazılarının da içlerini ekstra yünle dolduruyor sonra da çuvaldızla onları dikiyordu.

Babannesinin mutfağa gittiği sırada kendini yorgunlukla koltuğa bıraktı ancak koltukta duran çuvaldızı farketmemişti... to be continued

...

Koltuğa doğru ağır ağır uzanıyordu, tam o sırada önce kalçasının sol kenarında sonra da bütün vücudunda inanılmaz bir acı hissetti. Kendini geri çekemediğinden tüm ağırlığıyla çuvaldızın üstüne de oturmuş oldu. Çuvaldız o anda vücudunun bir parçası haline gelmişti; salonun florasan lambası cızır cızır gidip gelmeye başladı. Otuz saniye kadar sonra, her şey durduğunda Mehmet Jack kendinin eskisi gibi olmadığını hissediyordu fakat tam olarak ne olduğunu anlayamadı. Hem biraz hava almak hem de düşünmek için üstünü değiştirip kendini sokağa attı. Adımları onu metroya yöneltti. İstanbul metrosunda geçirdiği on dakikadan sonra Taksim çıkışındaki uzun merdivenlere yöneldiğinde onu hayatının en büyük kabusu karşıladı: 'Sol tarafta yürümeden duran gergin teyze!'

Ne yapacağını bilmez bir halde ağır ağır teyzenin arkasındaki merdivene kadar yürüyerek çıktı. Hafiften terlemeye ve sinirlenmeye başlamıştı. Sinirlendikçe sağ elinin orta parmağının kaşındığını farketti. Artık siniri kontrol edilemez bir hal aldığında ise gözleri fal taşı gibi açıldı; sağ elinin orta parmağı bir çuvaldıza dönüşmüştü. O sırada babannesinin söylediği laf geldi aklına:"İğneyi de çuvaldızı da başkasına batır."

Bu lafa ve yaradana sığınıp kadının kalçasına çuvaldızı batırmasıyla kadın merdivenleri koşarak çıkmaya başladı. Böylece o da o an sahip olduğu süper gücün farkına varmıştı. Artık o da bir süper kahramandı. Evet belki faydası sadece kendineydi bu olayda ama kendine yetecek kadar süper gücü vardı, olurdu bazen öyle.

Sonuçta önünde daha nice inanılmaz olay yaşanmak üzere onu bekliyordu; Çuvaldız artık aramızdaydı...