Bunları Biliyor Muydunuz?

Amerika'yı bulan Americo Vespuçi'nin, Kahtalı Mıçe'nin anne tarafından kuzeni olduğunu;

Aslanlarda bebeği erkek aslanın doğurduğunu;

MFÖ'nün ilk başta Fuat-Özkan-Berke (FÖB) üçlüsünden oluştuğunu, fakat bu birlikteliğin kısa sürmesiyle Berke'nin yerine Mazhar'ın geçtiğini;

Halit Ziya Uşaklıgil, Yaşar Kemal ve Yahya Kemal'in dizi senaristi değil yazar olduğunu;

Dondurmayı Maraşlıların bulmadığını;

Kefenin cebi olmadığını;

Burcu Esmersoy'un soyunun esmer olmadığını;

İbrahim Tatlıses'in bıyıklarının Azerbaycan'a bağlı özerk bir bölge olduğunu;

Bilecik'in il olmadan önce Yalova'ya bağlı bir kıraathane olduğunu;

Kuzeyin Oğlu Volkan Konak'ın İskandinav olmadığını;

"Elle" dergisinin yabancı olduğunu; (bunu iyi öğrenelim.)

Askerliğin kadınların bildiği gibi olmadığını; (öyle böyle değil)

Fotoşop geliştiğinden beri ünlülerin kendilerine bakmayı bıraktığını;

Çocuklar Duymasın'daki havuç ve Bruce Willis'in hiç bir alakasının olmadığını;

Ülkemizde basın özgürlüğü olmadığını;

Adnan Hoca'nın ne olup ne olmadığını;

Yozgat'ta....neyse bunu geçin;

Yaz döneminde İzmir Efe'si olarak halk oyununa başlayan on gençten dokuzunun gövel ördeğe bağladığını;

Yedi Cüceler'in liderinin "Yakışıklı değil ama sempatik Cüce" olduğunu;

Adamlığın ve insanlığın; para, pul, popularite, mekan, makam ve isim ile olmadığını;

...

Her kutuya milyonlar sığmayacağını ve bazılarımızın değil ayakkabıyı; kutusunu bile alamayacak durumda olduğunu;

biliyor muydunuz???

Adaylığımı Açıklıyorum

Ankara Büyükşehir Belediye başkanlığına aday olmaya karar verdim. Vaatlerim basit ve anlaşılır. Ankara'nın ihtiyacı olan dinamik ve yaratıcı belediyeciliği başkentimize getireceğime söz veriyorum.

Göreve başladığım ilk hafta içerisinde Metro ve Ankaray'ı komple kumla doldurarak kapatacam. Böylelikle sürekli bir çalışma ve toz toprak hali olmayacak duraklarda. Dolmuş ve otobüs esnafının da yüzü gülmüş olacak böylelikle. Hem bu yeraltı canavarlarının yaktığı elektrikle bir aile ömür boyu geçinir, israfı da kesmiş olacağım.

İkinci olarak bizim asi ve güzide ilçemiş Polatlı'ya bir güzellik düşünüyorum. Sürekli "İl olmak istiyoruz!" "We want to be a province! (Türkçe söyledik anlatamadık.)" vb. tabelalarla isteğini dile getiren Polatlı'ya minik bir sürprizim var. Kurtuluş parkı, Botanik park ve O.D.T.Ü. ormanlarında yer alan bütün ağaçları sökerek Polatlı'ya dikeceğiz ve böylece Polatlı nüfusu zorunlu göç ile merkeze gelerek bir İl'de yaşamanın tadına varacaklar; hem de Polatlı güzide bir milli park ilan edilecek. İlerleyen dönemlerde burda Ankara Keçisi ve kedisi de yetiştirilebilir.

Çankaya'yı Monaco tarzı prensliğe çevircem. F1 için Çankaya Prensliğinde bir parkur oluşturarak da dünya çapında adını duyurcam. Ama Monaco gibi kumarın merkezi olmayacak Çankaya Prensliği; onun yerine bir sürü kahvehane açılacak bu bölgede, dünyanın dört bir yanından herkes ihaleli batak, okey ve pis yedili oynamaya gelecek. Prens kim olacak ona henüz karar veremedim.

Planlarımdan bir tanesi de Etimesgut'u kalkındırıp geliştirmek. Kızılay'daki YKM'yi Etimesgut'a taşıcam. Böylelikle insanların yeni buluşma noktası Etimesgut YKM önü olacak. Herkes Etimesgut'ta takılacak artık.

Ankara madem ki AVM şehri olarak anılıyor, şehrin üstünü bir ihale düzenleyerek kapatacaz ve şehir komple bir AVM düzeniyle baştan inşa edilecek. Alt kat bakkallar ve aileler, orta kat işyerleri, üst kat restoranlar olacak. Tünelle Çankaya Prensliği'ne geçiş de verecez.

Gelelim "Başkanım, Harikalar Diyarı ne olacak?" sorusuna. Bu kadar mükemmel bi parka tabi ki elimizi bile sürmeyeceğiz. Oradan sadece dersler çıkartıp "daha iyisini nasıl yaparız"ın cevabını arıyor olacağız.

Kökenlerimden dolayı Amasya Belediye Başkanı'yla görüşerek Merzifon'u Ankara ilçesi yapmaya uğraşacağım. Sonra da seri eşek üretimine geçerek fabrikanın önüne "Eşeklere Fısıldayan Adam" heykeli yaptıracağım. Ankara'nın logosundan o biçimsiz kediyi atarak eşeğe çevireceğim.

Pilot uygulamasını Gölbaşı'nda yapacağımız bir diğer uygulamada ise bütün ilkokulları kapatarak çocukları doğrudan liseye kayıt ettireceğiz. Böylelikle gereksiz konular atlanarak eğitim doğrudan ağır konulardan başlayacak. Okuma-yazma ise evde ana baba tarafından öğretilecek.

Ve çılgın denilebilecek bir planımız da Haymana'nın adını Havayi olarak değiştirmek; ancak sadece adını değiştireceğiz. Fazlasını beklemeyin.

Neredeyse bütün planlarımızı anlattım, daha fazla konuşup sürprizi bozmak istemiyorum o yüzden vaatlerime burada son veriyorum.

Meslekler

Başparmak dudakta, elinde iğne,
Sadece beyaz giyer sevse de pembe,
Türkü söyler koridorda acilde,
Vur dinsin acım hemşire.

Kimisi ateist kimisi hacı,
Yeter artık daha katma acı,
Hem ocakbaşı hem tavacı,
İyi ki varsın be kebapçı.

Gitme hep yanımda kal,
Bana patlıcan ve kabak al,
Senin elinden acı biber bile bal,
Sen sus sebzeler anlatsın kabzımal.

Zor işiniz, hem puding hem acboceptor,
Bazen yüreklere düşer kor.
En bilinenleriniz Cüneyt arkın ve ötker;
Bana vitamin yaz doktor.

Tüp takar, vücut ısısı sabit,Adam demeye bin şahit gerek,
Yanında yüzer kefal ve levrek,
Dışardan anlaşılmaz olsa da madam,
İşte dalıyor balık adam.

Genel imajjın renkli ceket, kösele,
Sen nerdeysen orda mesele,
"Hadi" desen haremin gider ecele.
Polislerle edersin cenk,
Sabah oldu eve dön pezevenk.

En sevdiğim aktör John Cusack,
Aşçı ve bahçivana dikkat et uşak.

Ne bir kuş ne süperman,
Eline su dökemez pac-man.
Sanmayın bir süper kahraman Haldun Dormen,
Ne güzel ne büyüksün öğretmen.

Adana'da yenir bici bici,
Pazarları hep bıcıbıcı,
Onların birdir içi dışı,
Gece açma gündüz aç taksici.

Hepsi kaçar boşa,
Kimi Pele olur kimi Tsubasa.
Ödenme di mi borcu,
Hepsi başka takımlara yolcu,
İyi vur gol olsun futbolcu.

İngilizce'de 'biraz'a denir "some",
Bu gavurlarda yoktur hiç keder, gam,
Bazı barlar almaz yoksa dam,
Şuraya mutlu bi ağaç çiz ressam.

Yüzüne dost ve kankacı,
Büyük bir çoğunluğu taklacı,
İkramiye hepsinin baş tacı,
Hesap ücreti almayıver be bankacı.

Duman tütse bırakır is,
Çoğu fast-food çok pis.
Elektriğe deyme olursun cıs,
Ve vücudunda titremeli bir his.
Bi kız bul da aşık ol mühendis.

Zamlar hayatındaki ur,
Yediğin ekmeğin çoğu hamur,
Emeğin var ama,
Birileri çalar durur,
Boyun eğme memur.

Her bahçede yetişir ot,
Şimdi gençlerin kıçı hep kot,
Kalitesiz kumaş yapar pot,
Uçacaksan olmalısın pilot.

Krediyle alırsın bir kat,
Bir süre sonra da altına bir yat.
Ryu gelir der aduket,
Tutuklanırsa savun onu avukat.

Perakende fiyatına satışlar toptan,
Hadi artık kalkmıyo muyuz kaptan?

Bu bitkide etken madde zacı,
Öyle dedi komşu eczacı.

Ketçap, mayonez ve hardal,
Hepsini bilirsiniz,
Barbekü ve ranchte en iyisiniz.
Çoğunuz bitirdiniz bir koleji,
Çok tatlısın sosyoloji.

Sıfır derecede yağar kar,
Onun arabası var,
Kediler martta azar,
Bunu herkes yazar.

Muhteşem Üçlü

önce nerden başlarız?

doğuştan içgüdüsel olarak iki şey biliriz galiba; emme, sevme.
hiç tanımadığımız eşek kadar insanların "cee" deyişlerine güleriz, severiz onları; kokularını, seslerini. ama bilmeyiz adlarını, özelliklerini.

benim "anı" diyebileceğim ilk görüntüler 3 yaşıma ait. kreşe giderken sabahın köründe bi türlü uyanamazdım. o sabahları hatırlıyorum hayal meyal. sonra seneler ilerledikçe anılar da netleşiyor.

ankara'da "bebe" olunca simidi sevmemek olmaz; kreşe gidip gelirken yolda birer simit yediğimi hatırlıyorum. kızları sevmediğimi, asla öğle uykusuna dalamadığımı, her yıl düzenli olarak en az beş iğne yediğimi hatırlıyorum.

galiba önce saflıktan başlıyoruz.

sonrasında güven geliyor.

yaşadığımız her olay sonrasında "dünyanın düzenini çözdüm" triplerine giriyoruz ama her seferinde yeni bir şeyler görüp keşfetmeye de devam ediyoruz.

aslında insanlar olarak zor bir sınavdan geçiyoruz. kadın-erkek. apayrı iki cins. bambaşka düşünce sistemleri, davranışları var. her iki tarafta belli konularda çok iyi belli konularda çok zayıf. örneğin; arabaların temizlik ile ilgili denilebilecek tek parçası neresidir? silecekleri. araba silecekleri bir kadın mucitin icadıdır. o bulmasa başka bir kadın bulana kadar buğulu ve kirli camlarla arabalarını sürerdi büyük ihtimalle erkekler. aslında bambaşka düşünmemize rağmen bu tamamlayıcılık bizi bi arada tutan; aşık eden, nefret ettiren.

o zaman sonra aşkı kaybediyoruz.

ne kalıyor geriye? kendimiz.

işte ne zaman geriye sadece kendimiz kalırsak o zaman başlıyor hayat. o zaman seviyoruz. o zaman güveniyoruz. ve o zaman en saf ve en temiz duygularımızla yaşıyoruz. çünkü hayat yaşadığımız tecrübeler kadar ve bu üçü malesef en az bi kere kaybetmeden gerçek anlamda kazanılmıyor.

Arbol Rojo - I

sonra vazgeçecekseniz bunu okumaya hiç başlamayın...

bu sizin ya da benim tanıdığım kimsenin hikayesi değil. yalan da değil ama. hayat dediğimiz yolculukta ne yaşıyorsak onlar var bunda; biraz ondan, biraz bundan. bir erkek ve bir kadının hikayesi bu, diğer bütün figüranlarla birlikte.

bildiğiniz her şeyi unutun; nasılsa okurken tekrar hatırlayacaksınız.

...

-kalk hadi oğlum. geciktin zaten. kalk hadi annecim.
-anne zaten gitmek istemiyorum hiç. uyanmasam olmaz mı? ilk gün de gitmeyiversem?
-oğlum bak bizi kırmayıp yazıldın şu kursa. git bari. deysin yazıldığına, biraz çaba göster hadi yavrum.

kim durup dururken haftasonu uykusundan vazgeçip de resim kursuna başlardı ki? heralde kimse. zaten o da durup dururken başlamamıştı.

geçirdiği trafik kazası sonrasında olayın şokunu bir türlü atlamadı. bir yıl boyunca psikolojik destek aldı, ilaç kullanmak istemedi, grup terapilerine katıldı; evden çıkmadı. grup terapisine katılan kendisi gibi sıkıntıları olan bir resim öğretmeni ona resmi önerdi; "resim insana iyi gelir." diyerek. "o zaman siz neden burdasınız?" dedi o da haklı olarak. sonra öğretmen hem doktor hem aile ile görüştü ve ikna ettiler onu resim kursuna başlaması için.

ve kursun ilk günü gelip çattı.

-tamam annecim, kalkıyorum tamam.

fiziksel bir darbe ruhu da zedeler aslında. önceden yaşanmış ve bastırılmış bütün acıları su yüzüne çıkarabilir. ya da başlı başına yeni yaralar açabilir ruhta.

kalktı. istemeye istemeye banyoya gitti. zaten ona sorsanız neyi isteyerek yapıyordu ki?

mutfaktan gelen patates kızartması kokuları az da olsa yüzünü güldürdü. hızlıca bir kaç lokma atıştırdıktan sonra çıktı evden. terapiler ve bakkala gidip gelmesi dışında bir yıldır ilk kez farklı bir amaçla sokağa adım atmıştı. tek başına yürürken yoldan geçen her araba ona, o günü ve kazayı hatırlatıyordu. artık kazayı hatırladıkça ağlaması durmuştu belki ama yine de içine koca bir taş oturuyordu her seferinde.

kursa varması yarım saatini aldı. sınıfa girdiğinde on kişilik sınıfta sekiz kişi vardı. en arkada boş kalan tek sıraya gidip oturdu. herkes ikişerli otururken o tek başına oturmuştu. bu onun için iyi bir şeydi; "ne kadar az insan o kadar iyi." diye düşünüyordu çünkü. grup terapisinden arkadaşı olan öğretmen de beş dakika sonra sınıfa geldi. birbirlerini tanımıyor gibi yapacaklarına anlaşmışlardı. öğretmen onunla da diğer tüm öğrenciler gibi tanıştı, sorular sordu. öğretmenin "sen orda tek mi oturdun öyle?" dediği sırada kapı çaldı.

neydi tam olarak anlatılamaz belki ama o an bir şey hissetti. ilk görüşte aşk gibi değil, sevgi gibi değil, bi yerden tanıyorum ama çıkaramadım gibi değil. bir kaza gibi bir şey hissetti, büyük bir kaza; ilk başta farketmeyip acısı sonradan çıkan cinsten. sıcağıyla bir yerinize aldığınız darbeyi çok anlamamak gibi.

geldi ve sınıftaki tek boş yer olan yanına oturdu. siyah, uzun saçlarını alnından kulaklarının arkasına attı ve ona döndü:"meraba, Masal ben." dedi. en son ne zaman yeni biriyle tanıştığını hatırlamaya çalışarak elini uzattı ve soğuk bir şekilde:"ben de Ira" dedi.

öğretmen Masal'a da sordu diğer öğrencilere sorduklarını ve derse girdi:"şimdi sizden ricam, aklınıza ilk gelen yakınlarda olan bir olayı herhangi bir şekilde kağıda aktarmanız. karakalem, çöp adam vs. nasıl isterseniz öyle yapın." dedi.

beyaz kağıda gözlerini dikip takıldı kaldı Ira. bir kaç dakika öylece bakı. "ne yapmaya karar verdin?" dedi Masal sıcak bir tavırla ama cevap vermedi; gözünü bile kırpmadan kağıda bakmaya devam etti.

sonra kurşun kalemi eline alıp kağıdın tam ortasına ağır ağır bir daire çizdi. sonra üstünden geçti, sonra bi tur daha. her seferinde biraz daha hızlandı ve kağıda sinirlenmiş gibi davranmaya başladı. sağ eli kağıt üzerinde seri daireler çizerken çenesi titremeye başladı. sonra eli yavaşladı. son ve ağır bir tur daha attı dairenin etrafında ve o son turla birlikte sağ gözünden bir damla süzüldü yanağına, ordan dudağının kenarına ve ordan da çenesine; sonra da tam ortasına damladı o dairenin. olanları sadece Masal farketmişti; diğer herkes kendi kağıdıyla ilgileniyordu.

"ne çizdiğini anlatmak ister misin?" dedi Masal, küçük bir çocuğu rahatlatmak istiyormuşçasına. cevap gelmedi ilk soruşunda. "neyi simgeliyor o daire?" dedi tekrar. kafasını oynatmadan yan yan Masal'a baktı Ira. "hadi bana da söyle Ira, nedir o?" dedi çaresizce Masal.

-yüzük, nişanlımın yüzüğü.
-aa nişanlı mısın? ne güzel.
-nişanlıydım. onu geçen sene bir kazada kaybettim.

Nedem İşler

Sizlere kucak dolusu elmalar.
Ben Nedem. Nüfus memuru mağdurlarındanım tahmin ettiğiniz üzere. Aslında adım Neden olacakmış ama, kısmet.

Lafa girmeden önce müsadenizle biraz söze gireyim;

İlk olarak sevdiğim şeylerden bahsetmek isterim; mesela yoğurt. Kaymaklı veya kaymaksız asla ayırt etmem, yerim yediririm. Aynı şekilde ayrana da bayılırım. Türk mutfağından ise en sevdiğim şey cezve.

Daha önce bahsetmedim galiba ama ben bir küçük cezve'yim. Durun durun, hemen deli olduğumu sanmayın. Cezve dediysem; Cüneyt-Emin Zevalcilere Velvele Eri.

Nerde kalmıştım? Ha, oturduğum yerden bahsedeyim. İzmir Alsancak doğumlu değilim. Doğma büyüme İstanbulluyum. Sözün bittiği yerde oturuyorum.

Söz bitince biz de mahalleli olarak kendimizi aksiyona maceraya saldık haliyle. Örneğin; geçen bayram memleketim olan Fethiye'ye gidecek otobüsü beklerken çok sıkıldım ve "ilk gelen otobüse binecem." dedim ve kendimi Çaycuma'da buldum. Herkese öneririm. Hayatınızda mutlaka bir kere gidin, ben en güzel dayağımı Çaycuma'da yedim.

Ondan önceki hafta da bizim marangozla birlikte 55 parça rafı 2 günde hazır hale getirmiştik. Adeta benim diyen raftingciye taş çıkarttık.

Bu arada size güzel bi haber de vermek isterim; yakında baba olacağım. Ama bunun için önce birisiyle sevişmem lazım.

Kimisi çok umursamaz kimisi de benim gibi idealist oluyor işte. "Ne olmazsa gözlerin açık gider?" diye sorarsanız sanırım cevap veremem. Ama şunu çok iyi biliyorum ki son overlokçu ayağımıza geldiğinde beyaz adam paranın yenen bir şey olmadığını anlayacak.

Şu sıralar bir arsa ihalesine girdim. İhaleyi alırsam harika bir proje var kafamda "Ali Babanın Çiftliği ve Kırk Haramiler 1453" adında. Rezidans ve ahırdan oluşuyor bu proje. Ahır 2014, rezidans daireleri ise 2015'de teslim edilecek. Herkesin ahırda atına özel park alanı ve yalağı olacak. Atların dışkısıyla da rezidans kendi ısısını kendi üretecek.

Böyle de girişimciyim.

Kendimi övmeyi sevmem açık konuşacağım yaptığım işler kolay değil. Ha sorduğunuzu duyar gibiyim "Nasıl oldu da buralara geldin?", ben de size soruyorum "Nerelere?".

Ben de hikaye bitmez, o yüzden diğer hikayelerime kadar size beyin cimnastiği yaptıracak bir soruyla sözlerimi toparlayım;

"İyi kızlar cennete, kötü kızlar nereye? nerelere giderler?"



Yol

İki saat sonra yolculuk var.

Ne gitmek üzerine ne de gelmek aslında yol.
Hem gitmek var hem gelmek her yolda.
Şehirler arası yolculuklar hayat gibi; bir koltuğa oturup gittiğimizi sanırız saatlerce uyuyarak ve ya cama yaslanıp yolu seyrederek. Bizden bağımsız hareket eden bir şeye kendimizi bırakırız ve gideriz öylece...

Birilerine giderken hep birilerini arkada bırakırız. Sonra bıraktıklarımıza döneriz. Sonra tekrar gideriz.
Hasta olup iyileşmek gibi.

İyiliklere inanmaya ihtiyacım var bütün insanlar gibi,
Sevginin, güvenin varlığına,
Yavrusunu ensesinden tutup taşıyan bir kediye,
Suya ve ekmeğe.

Gözü bağlı bir şekilde burçak tarlasında koşan kız çocuğunun saflığına,
Gökdelenin tepesinde ayaklarını boşluğa sallayıp oturan adamın cesaretine,
Buzdolabı kartonunda yatan evsiz yalnızlığına,
Mesai çıkışı kalabalıklığına,
Hastayken çorba kaynatan sevgili şefkatine,
Sigara dumanını dışarı süzen pencere aralığına; ihtiyacım var,
Kısaca ihtiyacım var lan; bir güzelliği kendi tüzelliğimde yaşamaya ihtiyacım var.

Molada tuvalete koşan adam kaygısızlığında,
Uykusunu bölüp mercimek ya da ezogelin içen teyze tutkusunda bir şeylere,
Sadece köşeleri birleşmiş beş bin parçalık puzzle'ın ortası gibi olan ruhumu tamamlamaya gerek var.

Yola çıkmak gerek hepsi için,
Önce tekerler dönecek sonra ben.

Son El

kimse sevmez kaybedenleri.

herkes güçlü birilerini ister kendini yaslayabileceği ama bunu isterken herkes unutur; kendinin kim bilir kaç kez kaybettiğini.

ama biz kaybettik kabul edin. ağır gelecekse ve ya ağlamayacaksanız yazdıklarımı okumayın.

ağlamayan insanla hiç bir konuda tartışmaya gerek yoktur.
sevemez, inanamaz ve gülemez ağlamayan.

biz gerçeği yaşayıp görenleriz.
bir güzelliğin yolunun, kötülüklerden geçtiğini bilen,
ama bunu bile bile göğüs gerenleriz.

sanmayın kolaydır kaybeden olmak.
çünkü kaybetmek için önce kazanmak gerekir ve asıl zorluk budur.
kaybeder yine kazanırız. daha zor kazanır daha zor kaybederiz.
ta ki kendimizi bırakana kadar.
bi gün kendimizi bırakırız; ya boşluğa ya da birine.

işte o zaman son kez kaybederiz ve;

ya boşlukta kaybolur aşuk oluruz,
ya birinde kaybolur maşuk oluruz.



Hasan Dalhakayık

Öncelikle günaydın, sonralıkla yakşamlar.
Ben Hasan, daha doğrusu sizin bildiğiniz adımla: Hasan.

Ben tam anlamıyla bi kaybedenim. Çorabımın teki, en sevdiğim tişört, girdiğim iddialar; hepsini kaybettim.

Ama bu hayatta tek bir şeyi kaybetmediğim varsa o da hiç bir şey kaybetmediğimdir. Gördüğünüz gibi felsefeye büyük bir ilgim vardır ve bir yolun hep yarısını giderek hedefe ulaşılmayacağını bildiğimden genelde yola çıkmam.

İlişkilerim çalkantısız olur genelde.

Son ilişkim müzik sevdam yüzünden bitti. Hala aklım almıyor. Mehter marşının son şarkısını evde yüksek ses dinlerken rahatsız olmuş prenses, eşyalarını toplayıp gitti. Ben çok sesli müzik seviyorsam suç mu?

Bir muhabbet kuşum vardı onun da muhabbeti beni açmadı. Komşunun kedisine verdim.

Hayat karşıma her zaman biraz daha zorlu bir engel çıkartmayı başardı. Köyde dedemin emektar bir atı vardı, 1 beygir gücünde. Bunlar o atı satılığa çıkartmış, neyse bir çok talip çıkmış etmiş derken dedemin aklına bir fikir gelmiş: "Bu at Fatih'in İstanbul'u fethederken bindiği at." demiş. Kimse de çıkıp bir at o kadar yaşar mı dememiş ya la. Atı 650 bin TL'ye sattılar. O parayla bir Ferrari aldılar. Ferrari alınca iki öküzlerini de satıp, sabanı Ferrari'ye taktılar. Yani artık makinalı üretime geçti dedemler. İşte sanayi devrimi!

Belki duymuşsunuzdur Dalhakayıkbeyoğulları beyliği vardı orta anadoluda. Şaka la şaka, yoktu.

Her şeyi bıraksam da komik kişiliğimi çıkarıp bi kenara koyamıyorum.

Tuttuğum takıma gelince, tabi ki mehter takımı.

Bu arada ne kadar kabayım, size mesleğimden bahsetmedim. İstanbul'da nezih bir semtte umumi tuvalet işletiyorum. Bu benim çocukluk hayalim değildi belki ama babamı kaybedince şirketin başına ben geçtim. Küçük büyük bir çok müşterimiz oluyor.

Bir de küçük kardeşim var, görseniz o kadar şerefsiz, o kadar tatsız ve nahoş bir çocuk ki. Zaten daha o doğmadan senelerce anneme yalvardım çocuğu aldırın diye. Senelerce yalvardım çünkü kardeşim anne karnında 3,5 yıl kaldı.

Bazıları karşıma geçip soruyor, eğer imkanın olsa hayatını değiştirir miydin diye;

Tabi ki hayır çünkü bu mükemmel hayatta yaşadığım ne varsa onlar beni ben yapan nedenler.

Başınız ne zaman sıkışırsa şirkete beklerim, kolonya mendil benden ;)

Bir Zamanlar

yaz geldi, üşüdüğümü hissettim,
aklımın bir yerinde bir şeyler artık eskisi gibi değildi.
ne eksiklik ne fazlalıktı bu.
ateşi çıkan bir hasta gibiydim,
zaten hep garip gelmişti bana ateş.
vücut ısısı artarken neden titrerdi ki insan?
daha yapraklar dökülmeden sonbaharı özledim.

poşetten imal kayaklarımızla, çok da yokuş olmayan sokaklarda karda kaymak,
karı eriten yağmura küfretmekti mevsimler.
yaz dondurmaydı,
kış kar.
hep bir soğukluk vardı yani içinde.
meyve varsa ilk yoksa sonbahar.
kim bilebilir ki hangi bahar son bizim için?

akşam ezanına müteakip eve giren çocuklardık,
daha hiç aşık olmamıştık lunaparktaki çarpışan otolar dışında kimseye.
yırtık ve çoğu zaman yamalıydı eşofmanlarımız,
ve her yamanın altında bir yara vardı dizlerimizde.
artık büyüdük,
görünmeyen yamalar var,
artık görünmeyen yakınlarımızın bıraktığı yaralarda yüreklerimizde.

şiirler ezberlerdik anlamını bilmeden,
sayfalarca.
şimdi anlamını bildiğimiz bir kelime sayfalara bedel.

"evdeyseniz annemler size gelecek." diyen çocuklardık biz,
öyle temiz, öyle saftık.

lekeler sadece maç yaptığımız tişörtlerimizdeydi,
sonra onlar da içimize işledi.

koşarak kaçardık sokaktaki sahipsiz köpeklerden,
şimdi sabit, stabil ve standart olarak kaçmaya çalıştıklarımız hep derinden.

aldım çocukluğumu karşıma,
yemin ettirdim;

boğazın şişene kadar yenecek o dondurma yine,
poşetten donuna kadar işleyecek kaydığın kar,
tekrar seveceksin lunaparkları,
ayakların kıçına vura vura kaçacaksın köpeklerden,
şiirler ezberleyeceksin,
ama şarkılar söylemeyeceksin,
çünkü şarkıların sahibi var çocuk;

sen bir söylersin, bin yama sökülür süslü eşofmanından,
dizlerindeki yara büyüklüğüne kanar,
yüreğindekiler beste olur güftesi sen olan bir esere,
ve sonra bir rüzgar eser durur.
sus büyüyeceksen,
büyümek sana göre değil.
külahından eriyen dondurma ellerine aksın bırak,
bademciklerin görünene kadar açmayacaksan ağzını gülerken,
sus çocuk, hiç büyüme.

Neyse Zaten Hiç Halim Yok

Bir süredir yazmaya başlayıp başlayıp bırakıyorum bu yazıyı.

Gidecek olsam ve geridekilere bir şeyler yazsam ne derim diye düşünüyorum hep. Özür dileyeceklerim var illa ki. Arkadaşı, akrabam, sevgilim olup da kırdığım insanlar var. Benim de kırılmış olmam vb. şeyler bahane değil. Kimseyi kırmamalı ve üzmemeli hayatta; gerekirse kimseyle muhatap olunmamalı.

Gitsem diyorum, nereye giderim acaba tüm yaşananları geride bırakıp?              Dilimde bi veda türküsü sürekli ama daha bavulum bile hazır değil. Belki de bavulsuz, giysisiz giderim; geldiğim gibi, saf, çıplak ve temiz.

Sürekli üzülecek bir şeyler bulmaktan sıkıldım çünkü. O yüzden gitmeliyim; daha umursamaz olacağım bi yerlere.

Arkadaşlarıma üzülüyorum, kendime üzülüyorum, ülkeme üzülüyorum, dünyaya üzülüyorum ve insanlığa üzülüyorum.

Sokakta bir lira için milletin eline bakan 70 yaşında bi adama, mutsuzluğu bile bile birine kapılıp giden bir arkadaşıma, sıkıntıdan ve bana olan özlemlerinden dolayı kendini kötü hisseden anne-babama, 8 silindirli arabasının deposunu doldurmak için milyonlarca insanın vatanı olan bir ülkeyi yerle bir eden süper güçlere, içsel bir şey olan dini olabildiğince dışsal olarak kullanan duygu sömürücülerine ve insanoğlundan, cansız ve duygusuz birer robot oluşumuza giden sürece üzülüyorum.

Ne misyonum var bu dünyada bilmiyorum. Birilerine ulaştığım tek yol yazmak. Bir şeyleri değiştirmek için de yazmıyorum açıkçası çünkü genelde kendimden bahsediyorum; çıkmazlarımı anlatıyorum.

Zaten değişmez de bir şeyler bu dünyada. Ona da yok artık bir inancım. Mesela kızlar kendilerini  sevmeyen ve en karaktersiz adama gider, erkekler kendilerini seven naif kızın kalbini kırar. “Bi ömür olsun.” diye aşklar başlar, birkaç yıl olacağını bile bile. Ona bakma, bunu giyme deriz biz erkekler; o kız kimdi, şunla-bunla görüşme dersiniz siz kızlar. Güveni kendi koyduğumuz sınırlarla tanımlarız; empati yapmadan sadece suçlamayı öğrendiğimiz dünyamızda. Güneş bulutların arkasında kalsa da orda olduğunu bilmek gibi, sıcaklığını hissetmek gibi görmeyiz sevdayı. Hep o bulutun arkasından da haber almak isteriz güneşten, sanki bulutların arkasında kalınca daha güzelini bulacakmış gibi bu gezegenden.

Biliyorum zamanım doluyor. Yeniden doğmam lazım. Bu sefer erken olmamalı doğumum ilkinde olduğu gibi ama hiçbir şeye de geç kalmamalıyım.

Bu dünyada hepimizin bir misyonu var aslında “mutlu olmak.”.  Mutlu ettiğimiz için mutlu olmak, sevdiğimiz için mutlu olmak, yalnız olduğumuz için mutlu olmak; her durumda mutlu olmak.

Huzur da var bunun yanında tabi. Huzur isteyip en huzursuz olacağımız şeyleri yapmak, en yanlış şıkkın kutucuğunu karalamak gibi.

Biri elimizden tutuyor, biz uçurtma oluyoruz; rüzgarla savruluyoruz ordan oraya gök denizinin maviliğine dalıp dans ediyoruz hayali yunuslarla, gemilere el sallayarak.

Aralıksız bir şekilde misyon bulma çabamız var ama bu çaba yersiz değildir. Gayedir hayatı anlamlı kılan. Birçoğumuzun içerisinde bulunduğu boşluk bu yüzden bu kadar kötü ve karanlıktır. Sevgiye inancını kaybeden bir kalp her yere gidebilir; göğe de çıkar dibe de batar. Önce heyecan biter galiba; korktuğunuz şeylerin artık umurunuzda olmadığını görürsünüz. Yükseklik korkunuz var diyelim, o kadar umursamaz oluyorsunuz ki en yüksekte bile yarı belinize kadar sarkabiliyorsunuz aşağı. Ya da karanlık korkusu olanlar karanlıkta rahatlıkla oturabiliyor; çünkü hepsi biliyor artık içlerindeki karanlık ışıksızlıktan daha koyu.
Hep karamsarım size göre de mi? Önemli olan karamsar olmam zaten dışardan bakınca; “neden” karamsar olduğum değil.

Behzat Ç.’de çok güzel bir cümle vardı hatta serzeniş:“ İyi ol dediler, kötü nasıl olunur bilmeden. İyi misin dediler, bir kere bile gerçekten nasılsın demediler.” hah işte! Tam da böyle.

Ama artık önemli değil. Tecrübelerimiz yaptığımız doğrular değil yanlışlarmış gerçekten de. Aslında sadece yaptığımız yanlışlar da değil, başkalarının yaptığı yanlışlar da güzel tecrübe oluyor bize.

Mahallede, sokakta oynayan 4-5 akran çocuk olarak yazları ailelerimiz meybuz almamamız için uyarırlardı bizi. “Boyalı ve zararlı onlar.” derlerdi. Belki yaşımız küçük diye belki de demek istemediklerinden asıl boyalı ve zararlı olanların insanlar olduğunu bize kimse söylemedi; üstelik birçoğu meybuzdan da soğuktu.

Soğuk bir kış gününde Ankara 19 Mayıs Stadı’nda gidip bağırdığım hakem değildi çoğu zaman. Olmayanlara bağırıyordum o maçlarda, Ankara ayazında; ya da yanlış olanlara. Kolum yorulsun diye atkı sallayıp, bacaklarım yorulsun diye zıplıyordum. Tribünde yorulunca akşamına rahat uykuya dalıyordum çünkü.


Benim büyük sırlarım olmadı. Sırları olan insanların sırları da benden çıkmadı; çünkü birinin söylemek isteyip de söyleyememesi ne kötüdür çok iyi öğrendim ben lisede. Sonra öğrendiğimi ara ara tekrar ettim hayatımın farklı evrelerinde. Kimi kendini kimi sevdiği birini savunmak için sır hapseder bazen kalbine bazen beynine. Kalbin anahtarı 2. bir kişide kalır, beyninki kişide. Eğer o iki anahtardan biri kaybolursa o zaman girdap başlar. Beyin kalbe akar. Mantık kalmaz artık ortada ve her şey buluşur tam kalpte; aşk olur. Ondandır “aşk olsun!” diyen mantıksız çoktur.

Şimdi sürtünmesiz ve karanlık bir ortamda,
Yukarıdan aşağı serbest düşüyorum.
Hiç bir his yok sanki vücudumdaki sinirlerimde.
Uçsuz bucaksız ve adressiz ilerliyorum.
Bi süre daha böyleyim muhtemelen.
Ve bi süre yokum ortalarda;
Gülen gözlerle sizi izlerken. 

Gittim Gelicem

kendinizi kalabalık sanmayın, yalnızsınız.
kötü değil ama bu, herkes kendine yeter fazlasıyla;
öyle ya, kendimize yetmesek nasıl yeterdik bi o kadar da başkasına?

rahat olun, hayalinizde kurduğunuz krallıkta tacınızı takın,
ne yaparsanız yapın sizinle olur sandığınız dostlarınıza bakın.

ne o taht sizin, ne taç, ne de dostlar,
sizin elinizde sadece iki avucunuza sığacak kıçınız var.

ne dost lazım bana ne başka bir şey. ben kendimle varım, kendimle güçlüyüm.
eksik yanlarımıza farklı isimler takarak yaşamayı bıraktığımız gün adım atmış oluyoruz mutluluğa.

kusurlarımız kadar var oluyoruz.

her şeyden önce gelmem lazım kendime,
"gittim gelcem." yazıp asmışım vitrinime.
ve yol bir dakka miktarınca, gidiyorum gündüz gece.


Herkes Aynı Hayatta

O gidene kadar onlarca, yüzlerce sigara içilmişti; toplamda 25 kişinin aynı anda oturabildiği o barda. İçeriye girdiğinde dumandan gözleri yandı hafif, sonra ağır ağır ilerlemeye başladı barın karşısındaki iki kişilik masaya tek başına oturmak için. Bir bir söyledi:"Şişe olsun." diye de ekledi.

Onun dışında 15-20 kişi vardı, hiç birini farketmedi; diğerleri de onu farketmemişti. Milletin sigarasını yeterince soluduktan sonra kendisi de bir sigara yaktı. İlk nefesinden sonra içinde 3-4 izmarit olan kül tablasına koydu.

Sigarasının dumanı barın açık olan camından dışarıya doğru süzülüp havaya karıştı.

...

Hep sevildiğini sanan kadın o gece öğrenmişti defalarca kez aldatıldığını. Orada pişman oldu geçmişte kendisini en çok seven adama hep yüz dönüşüne. Hep yalnız bırakışına.

Evinin yakınındaki parka gitti.

Boş bir banka oturdu, Ankara'yı tepeden gören. Şehrin ışıklarına baktı; Kızılay'a, Ulus'a hatta hiç gidip görmediği Etimesgut'a.

Gözleri doluydu ama neye ağlayacağını bile bilmiyordu; geçmişine yoksa daha geçmişine mi?

...

Bu hikaye ne adamın ne de kadının hikayesiydi.

Barın camından çıkan duman kadının olduğu parka havalandı. Ve kadın derin bir nefes aldığında da ciğerlerine doldu.

Biri nefes verdi, biri nefes aldı; ama artık çok uzaklardı.

Doktor

http://www.youtube.com/watch?v=aPJrzXxNd8E

Meraba,

Ben Çağdaş. Doğrusunun Mer"h"aba olduğunu bile bile Meraba yazan biriyim; kısacası yaptığım yanlışlar genelde bile bile yaptığım şeylerden oluşur.

Bunu okuyanlardan kimisinin abisi, kiminin kuzeni, okul arkadaşı, iş arkadaşı, dostu, oğlu, yeğeni, sırdaşı, kiminin eski sevgilisi, kimi için tamamen yabancı, kimi için de çok iyi tanıyıp hiç sevmediği birisiyim.

İnsan büyüdükçe sıfatları da artıyor, sorumlulukları da. Ne kadar dolarsa hayatınız, içinizde bir şeyler de bir o kadar boşalıyor zamanla.

Benim içimdeki bu girdap ne zaman başladı emin değilim ama İstanbul'a geldiğim zamanlar olsa gerek çıkış noktası. Ya da çok daha önceden olan bir şeyi ben o zaman farkedip hissetmeye başladım. 23 yıl boyunca "acı" diyebileceğim tek şey aşk acısı oldu hayatımda çok şükür. Sağlığım sıhhatimle ilgili ciddi bir sorun yaşamadım, huzurlu ve mutluydum. Dediğim gibi sadece aşkla ilgili sıkıntılarım oldu yer yer.

Ama İstanbul değiştirdi her şeyi. Tokat bile yememiş bir süt çocuğunu taşlı sopalı bir kavgaya sokmak gibi geldi bana bu metropol. Truman Show'daki gibi hissettim ilk aylarımda sürekli. İlişkim kötü gidiyordu, işe alışamıyordum, ailem sevdiklerim ve büyüdüğüm çevreden artık uzaktım...

O sıralarda yazmaya dört elle sarıldım. Burada insan çok rahat yapayalnız kalabiliyordu ve ben öyle oldukça yazdım. Beyaz sayfalar topladım etrafıma ve her birine içimden gelen farklı şeyleri döktüm.

Yazarken, geçmişte yaptığım hatalarla ilgili aklımı sorguya çektim sık sık:"olay saatinde neredeydin?" diye.

Bu sürede hayatın anlamını çözdüm diyemem belki ama bir çok şey gördüm, duydum, yaşadım ve bu tecrübelerimle de bir çok konuda gözüm açıldı. İnsanların ne istedikleri, neyi neden yapmaya çalıştıkları vs. vs. vs.

Duyguları uğruna yaşayan çok az insan olduğunu gördüm; en azından burada. Artık herkes ya arzu ya hırs ya ego ya şehvet ya da sadece yapmış olmak için yapıyor iyiliği de kötülüğü de. Şehirden mi? yaş ilerlediğinden mi? yoksa tamamen tesadüf mü bilmiyorum ama "aşk" artık lise ve ya üniversite sıralarındaki anlamından çok farklı bir halde yaşanıyor.

Artık pasta mumlarını üflerken "kırmızı ayakkabı" ya da "vitesli bisiklet" istemiyor insanlar; terfi, para, seks, bir ev, lüks bir araba sonra daha çok para istiyor.

Neyse kendime döneyim tekrar.

Bu; başta kendim olmak üzere her şeyi sorgulama durumum beni çok zorlamaya başladı. Askere gittim sonra kafam zaten yeterince karışıkken. Onlarca farklı hayat, farklı öykü dinledim. Ve dinlediğim hayat hikayeleri de öyle ATV ana haberde ağlayın diye koyulanlar gibi değildi. Kimsenin bilmeyeceği ama oralarda bi yerde; bazen Manisa'da bazen Van bazen de Bingöl'deki o çocukların; İbrahim'in, Çetin'in, Levent'in kimse bilmese de yaşayacağı gerçekliklerdi.

Döndükten sonra başladı asıl sorgulamam. Sadece yemek, içmek ve sağlıklı nefes alır şekilde hayatımızı sürdürmek için mi hayattaydık?

Ne yaptığımızı ya da en azından ne yaptığımı çözemedim.

Doktora gitmem gerekiyordu ve gittim de. Sadece belli şeyleri engelleyen bi ilaç verdi ve artık daralmadan düşünmemi sorgulamamı sağladı. Ben sordukça içimdeki boşluk arttı, arttıkça ben sordum.

Şu an geldiğim noktada nasılım bilmiyorum. Birisi "nasılsın?" diye sorduğunda artık gerçekten de bilmiyorum bunun cevabını.

Eskiden korktuğum şeylerden artık korkmuyorum; ama cesaretliyim diye değil, bir şey hissetmediğimden.

Ne yapmalıyım ya da yapmamalıyım bilmiyorum ama Teoman özetliyor durumu aslında;

"Çok mu ayıp hala mutluluk istemek? Neyse zaten hiç halim yok..."

https://twitter.com/_cagdasileri_

Evrim Teorisi

"ilk insan nasıl biriydi acaba?

ne yerdi ne içerdi. kaygıları, sevinçleri, üzüntüleri var mıydı onun da? hiç ayak serçe parmağını mağarada top oynarken bi yere çarpıp o acıyı hissetmiş miydi acaba?

oğlunu iyi bir anadolu meslek yüksek mağarasına yazdırmak istemiş miydi o da?
veya eve gelirken dinazorun yağsız yerinden iki kilo alamamak içinde kalmış mıydı?

her yerde mızraklar vardı o dönemde ve çocuklar sokağa çıkamaz olmuştu. karısıyla duvara sürekli küfürlü şeyler çizerek çocuğun önünde kavga ediyorlardı; evet belki okuması yoktu çocuğun ama salak da değil di ya!

yazın t-rex'in arkasına eşyaları doldurup deniz kenarı bi yerlere giderler miydi?

kimdi bu ilk insan? hikayenin kalanında ondan "Tenur Sade" olarak bahsedeceğim.

Tenur'un hikayesi millattan önce bilmem kaç binlere dayanıyor.
asyada dünyaya geldiği tahmin ediliyor. ama dünyaya gelmek derken şu anki anlamıyla değil çünkü o ilk.

sade bir çocukluk geçiren Tenur tabi ki anne sütünden de mahrum kalıyor. daha küçük yaşta açlığı, yokluğu tadıyor. sonra yokluğu çok sevince üç öğün yokluğu tadarak büyüyüp genç, yakışıksız, kıllı, maymundan hallice bir delikanlı oluyor.

bir süre göçebe bir hayat sürüyor; sorumluluk yok bağlılık yok, bi oraya bi buraya göçüyor. sonra bir aile kurmak istiyor ama karı yok. o da kendi ailesini kuruyor sonra da aile şirketini.

başlarda dokumacılıkla ilgileniyor ama dönemden dolayı ilgi görmediğinden taşlara yöneliyor.

derken karşısına ikinci insan olduğunu düşündüğü bir kadın çıkıyor. adı Olga. beyaz tenli ooof, akrep burcu ooof.

kısa sürede aşık oluyorlar çünkü Olga'nın diğer seçenekleri boz ayı ve nil timsahı.

hem yuva kurmanın hem de Olga'yı o bataklıktan (mağarasının bölgesi hep bataklık) kurtarmanın mutluluğuyla git gide daha iyi birisi oluyor Tenur.

derken Olga bir gün karşısına geçip "hamileyim" diyemediğinden duvara bir bebek resmi çiziyor, Tenur da altına bir soru işareti çiziyor, sonra Olga karnını gösterince Tenur havalara uçan bir adam resmi çiziyor mağaraya. (M.Ö. 300-500)

çocuklarına isim koymuyorlar.

çocuk büyüyor, babasının ilk insan olmasıyla övünmek istese de böbürlenecek kimseyi bulamıyor etrafında.

çocuğa 5. yaşgününde eski bir kaplumbağa armağan ediyorlar. çocuk kaplumbağaya atladığı gibi mağaradan çıkıyor. geziyor, geziyor, geziyor. ve tam 2 yıl sonra bile o kara haberi alamıyorlar. bi süre sonra da çocuktan vazgeçiyorlar.

aksilikler üst üste gelir ya, eşini de tetanozdan kaybediyor.

ve ilk insan son insan olarak kalıyor dünya üzerinde..."

böyle bi şey mi var ya, olabilir mi yani? aklın kesiyo mu senin? evrim teorisinin saçmalığı şu yazıdan bile anlaşılır. ilk insandan biz 7 milyar mı olduk? öyle bi şey olsa ben kendimden bi gezegen kurarım bir iki ay çalışıp. biraz okuyalım, anlayalım. lütfen.

Ve Perde...

önce kuliste bekleriz dokuz ay, sonra doğarız,
ve perde açılır.
her şey küçüktür başlangıçta; beklentilerimiz, hayallerimiz, ellerimiz...
hepsi büyür zamanla ve hepsi büyürken bir şeyler küçülür içimizde; hissederiz ama yok sayarız.
yok saymayı isteriz daha doğrusu çünkü öyledir işte.

her şey bellidir sahnede,
o belirginliğin içinde yapılan ufak değişikliklere doğaçlama deriz, kendimize sahte bir özgürlük yaratarak.
sus yazıyorsa susarsın sevsen de,
kalbin gel derken git dersin senaryo öyleyse.
içinde bir şeyler biraz daha küçülür.

yüzlerini seçemediğin ve hiç tanımadığın seyircileri vardır hayatının,
acını da mutluluğunu da hemen hemen aynı ifadede seyrederler.
acını görmek için para verirler bazen bilete,
bazen de onları güldürmen için.

ne kadar süreceği de yazan tarafından belirlenmiştir bu oyunun,
zaman geçtikçe her şeyi sığdırma çaban biter, yorulursun.
süre yetmez, süre artar, zaman geçmez.
bir dakika her zaman bir dakika değildir.
bazen bir dakika geçsin diye saatlerce beklersin.
oturarak yorulursun bazen,
bazen hayali bir karakterin peşinde,
olmayan bir hisle saatlerce, günlerce koşarsın; bana mısın demeden.

böyledir işte,
bazen daha başlarken bitsin istersin inanmıyorsan oyuna,
bazen bitmesin istersin sevginden.
bazen de bitse de bitmese de fark etmez dersin derdinden.

sonlara doğru duygu yoğunluğu artar,
dikkat kesilir herkes.
onlar oyunun merakla beklenen sonuna,
sen iki çift göze dalarsın; seyirciler sıradan bir senaryo izlerken sen o gözlerde sindirella'yı, uyuyan prenses'i, pamuk prenses'i yaşarsın.

son sözlerle gözlerini açarsın;

sahneyi bana bıraktılar bütün ışıklar söndükten sonra,
seyirciler beni değil ben onları izledim, ağır ağır boşaltırlarken salonu.
selam verdim yorgun ayaklarıma eğilerek, bedenimi aydınlatan spot ışığın altında; almadılar selamı.
boş salonda biletleri kaldı bazılarının koltuklarında;
kiminin adı ayşe, kimi fatma, kimi funda.
hepsi verdiklerinden fazlasını alıp gittiler salondan,
sahnedeki onlar için fazlası değildi bir oyundan.

Pul

aralığın bilmem kaçına sözleşti kız ile oğlan,
her şeyi konuşmak üzere içlerinde kalan.
oğlan kızı sevdi, kız oğlanı; ama ikisi de kabullenemedi gerçek olanı...

filmlerdeki gibi değil hayat hiç bir zaman. aşıkların kavuşma sahnesinde güçlü bir müzikle kesilmiyor yayın.
tekrar sabah oluyor gerçek hayatta, sonra akşam bekleniyor, uyku, sonra tekrar sabah.
iki cümlelik ilişkiler,
tek kelimelik vedalar.
beyazlatıcı diş macunu kullanıyor gün içinde bi kere bile gülmeyen insanlar.
kalbi tam ortadan kırılmışken; saçlarını salı günü sağa, cuma günü sola yatırıyorlar.
kırgınlıkları birine ve ya birilerine değil sadece kendilerine.
kişi kendi yapan kaderlerine.
her geçen gün daha çok şarap koyuyorlar kadehlerine,
bazen susuz içiyorlar rakıyı;
bazen su yerine tüketiyorlar birayı.

bir aydan bir sürü ay yapıyorlar hepsi birbirinin aynı.
güneş aynı yerden, aynı yere doğuyor,
karınları aynı saatlerde doyuyor,
ve her zaman olduğu gibi; kendi seslerini sadece kendileri duyuyor.

bir kuş konuyor bazen pencerelerinin kenarına,
özgürlüğün fragmanı gibi uçuyor sonra.
onlar yine pencerenin içerisinde kalıyor,
önceden asılı posterlerin bıraktığı lekeleri taşıyan dört duvar,
ne kadar haykırsalar da -henüz uyumamışlarsa- sadece komşular duyar.

haftasonu bir sabah kapı çalıyor,
çoktan bitti sanılsa da bir postacı geliyor,
elinde sararmış bir mektup; "geçmişinizden." diyor.

"...biz geldik toplanıp; ne kadar acıtan inciten şey varsa seni. biz geldik bu sefer barış imzalamaya. barışmazsan bizimle olmayacak bi gelecek ve her gelen tekrar gidecek. üstünü karalama karanlıklarının, sil hepsini beyaza boyarmışçasına ve söyle artık kimse bakmamalı arkasına. şimdi gülüyorsun ya biz aklına geldiğimizde, şimdikilerin üstünden zaman geçtiğinde onlara da güleceksin öyle. bizi zaaf değil güç olarak kullan, yenildim diye vazgeçme; "tekrar dene daha iyi yenil!"
kızma bize, biz kendimiz gelmedik, sen seçtin bizi; biz sadece canını yaktık. sen olmasan başkasına gidecektik.
şimdi iyi dinle; bizden daha çok var gelecekte. uzak dur onlardan ve sen onları bulma, onlar seni bulmadan."

katlandı bir mektup ve yükler havalandı,
hep karanlık kalan noktalar aydınlandı.

kız oğlanı sevdi, oğlan kızı;
ikisi de okudu mektubu ikisi de katladı.
ama ikisi de dikkate almadı.
geçmiş; geçmemiş ve geçmeyecek tüm acılara verilmiş genel addı.

aralığın bilmem kaçı geldi,
buluşmadılar.
o gün de güneş aynı yerden doğdu, aynı yerden battı.

Gar

duygu yüklü trenler kalkar bu gardan; hiç yolcusu bile olmadan.
kara vagonlarına tonlarca yüke bedel hüzün doldurur,
yürekteki yangının dumanı tüter lokomotifinde,
döner tekerleri ağır ağır; geri geri giden bir aşığın adımları gibi.
çoğu zaman paslıdır raylar,
bir yolculuk bazen haftalar sürer bazen aylar,
ama hep aynıdır gidilen yer.
yalnızlık durağına varır tam zamanında,
yoktur karşılayıp valizlerini alacak kimsesi,
tek göz odasına gitmeyi bekler herkes, kendisine ait yükü alarak.
demli bir çay koyar.

cama yağmur damlalarının vurması duygulandırır insanları, neden bilmiyorum. cama mı kızarlar yağmuru kesiyor diye yoksa yağmura mı üzülürler düşüyor diye...

söz verilmiş bir aşkın uzakta kalan sahibi,
sök şimdi tüm çaputları bağladığın dilek ağacından.
akan nehirlere atma bozuk paraları gelsin diye sevdiğin.
bir söz var ortada ve bir aşk arkada.
gözlerinden akan yaşlar karışsın topraklarıma,
su değil sevdaya kuru dallar yeşersin tekrar,
bedeninden esen rüzgar saçlarımı dalgalandırsın,
ve sen durma haykır, avazın çıka çıka, nefesin yettiği kadar bağır.
kötü sözler söylesen de sesin duyulsun kalbimin derin bölmelerinden.

bir bavul al koy sen de kendi yalnızlığını,
ağır gelirse ben taşırım.
ihtiyacın kadar hüzün al, fazlası zaten bende var.
kelimeleri boşver, bakışların yeter.
en güzel kırmızı elbiseni giy gecenin karanlığına inat.
yolda uyurum dersen bende iki omuz var.
burası aynı yer aynı gar;
ama iki kişinin yalnızlığı sığıyorsa tek valize,
o tren farklı kalkar.

Kış Ola Bağlana Yolların

sadakat ve sakatat birbirine benzer feci şekilde;

işkembeden olur kiminin dostluğu ve bi boka benzemez dolayısıyla.

varlığı varlığına armağan olacak insanlar da olabilir dünyanızda ya da hiç biri yoktur aslında. benliğimize döndüğümüzde kaldığımız şeydir gerçeklik.

sigara dumanından göz gözü görmeyen bir odada, kısık ses ve ya sesi komple kapalı ama yine de -inadına- açık duran bir televizyon ve teypde bangır bangır çalan herhangi bir Neşet Ertaş şarkısı gibi mesela...

yalandan yüzünüze gülenlere "ah yalan dünya" da denilebilir ya da yine geçilemez gönül dağından bütün o duman ve buğuda.

geliriz, geriliriz;
büyürüz geriliriz yalan dünyada.

ne çok severiz ne çok seviliriz bilmeden.
sadece bakarız bazen de görmeden.

yazmak okumaya göre daha basittir; çünkü okumak anlamayı, yazmak anlatmayı gerektirir.

anlamaz çoğunuz, çoğumuz. sorsan hepimiz çoğuluz.
anlatmak karşıdaki anlasın diye değildir zaten,
zaten karşıdaki anlasa anlatmaz da insan.
anlatmak insanın kendine yardımıdır, susması vicdanına.

ilkokulda sadece ötekinin futbol topu olduğu için arkadaşını değiştiren bi çocuk vardı ve karakteri en az o top kadar yuvarlaktı.

sonra insanlar büyüdü, topun yerini başka başka şeyler aldı.

bu dünya çıkar dünyasıymış çocuk,
ne yazık kiminin kimyası bozuk.
isimlere kara kalemle atılmış çizik,
artık o kalem kırık.

Ne diyorum

her şeyi yazarak yaşayamam belki biliyorum ama yaşadığım her şeyi yazabilirim. ya da yaşayamadığım.
hayal kurabilirim kimseye sormadan, diyaloğa girmeden.
altmış yaşındaki halimi hayal ederim belki; adını bilmediğim bir sahil kasabasında, yol üstü bir kafem olur; sadece tost, çay ve su olan. çılgınca eğlenmek için otellerine giden ya da tatillerini bitirip dönen gençlerin "şurda çok kafa bir amca var" diyerek durdukları.
ama dolduramam arasını yaşamadan.

çok şey doldurulur hayale ama gerçek boş kaldıktan sonra hayal de durur.

kalan yolun sürekli yarısını giderek bitişe ulaşılmaz adını hatırlamadığım bir felsefeye göre; gerçekte hiç yol gitmeden sona gelirsin bazen.

herkesin güldüğü bir şeyler vardır, hep karamsar olunmaz zaten. olunmamalı da. aslında hiç karamsar olmamalı ama olmadı mı olmuyor.

kulağımda güzel bi şarkı ve elimde bir kalem olsun, her yere gidebilirim herkesle. istediğim süper kahraman olabilirim. solunum yapmayan bir dev, anadol yiyerek beslenen bir inek adam, camında tel olan evlere bile girebilen bir sivrisinek. sınır yok ki.

gerçekte de yok ki sınır. engeller var insanların kendi koyduğu bir de kurallar.
ne insanlar mutlu kurallardan ne de kurallar insanlardan.

bir dönem her evde boy boy dizilen ama hiç bakılmayan ansiklopediler gibi tabular, yıkılması imkansız ego ürünü bahaneler.

dizginlerimiz var dişlerimize geçirilmiş, kontrol bizde sanıp devam ediyoruz nereye çekilsek oraya koşmaya.

Herkes Kendi Yalnızlığında Kavrulur

herkes sevebilir herkesi.
kimisi susarak, kimisi konuşarak, kimisiyse kaçarak.
trabzanlarına tutunmadan çıkar kimisi merdivenleri.
soğuklarda ya cebine sokar insanlar ellerini,
ya da kendininkiler gibi üşüyen başka elleri tutar.
kar yağar. bazen yağmur.
insanlar gider,
insanlar gelir.
bir söz yazmak istersin bazen,
bin engel konulur önüne.
uykusuzluktan kapanmak üzere olan gözleri bile fal taşı gibi açar insanın yaşayacağı bir olay, soğuk bir duş etkisi yaparcasına,
ve koşmaya başlar bakmadan arkasına;
önceki tüm düşüşleri unutturacak kadar.
düşer,
kalkar,
sonra tekrar düşer.
izler; ne kadar silinse de hep tazeler.
zaman her şeyin ilacıdır kendisi dışında,
ve geriye dönüş yoktur zamanda.
düşününce ileriye de gidemezsin aslında,
sadece yaşarsın ne yazıldıysa o anda.
mutluyken mutsuzluğu, tokken açlığı,
gülerken göz yaşını paylaşırsın,
bir bakarsın; bin söze bedel olur;
o bir susar, sonbahar olur.
yapraklar dökülür ellerine,
hepsini toplamak istersin ezilmesin diye,
bazı dallar kırılır, sevmezsin işte rüzgarı.
dört nala giden bir atın yelesi gibi savrulur yalnızlığın.
bir buğu oturur tüm düşüncelerine;
büyülü bir gecenin ortasında, soğuk bir şehirde, yağmur damlalarının vurduğu cama benzersin.
yağmur diner, buğu gider ve gökkuşağı gelir;
gece diye görmezsin.
her şey görülmez ama işte,
her şey söylenmez de.
bazen çok susmak az konuşmaktan iyidir; diyeceğin iki kelimeyse bile.

"Uzak" Doğu

bi yer sizin olmadığında bunu hissedersiniz, size ait değildir orası ve oradaki hiçbir şey; gitmek istersiniz. gideceğiniz yer daha güzel olacak diye değil, sadece gitmek istersiniz. yeni bi ülke yeni bi şehir yeni bi insanlar; kısaca o yaşınıza kadar yaptığınız ve oyalandığınız her şeyi baştan yaşayarak zaman doldurma fırsatı.

tekrar bir dil öğrenmek, bir kültüre alışmak, başkalarını sevmek, sevilmek ve ya sevilmemek. çünkü kalp kırıklığı her dilde aynıdır.

zaman gelir göğüsteki boşluk iyiden iyiye artar, tüm bedeni kaplar. hiçlik hissi.

her şey unutulur.

uslu bir çocuk olursak güzel günleri bile görebiliriz belki yazdan kalma bir eylül akşamında.

kimse aydınlatamaz galiba kimsenin karanlığını, anladım. bi kere söndü mü ışık karanlıkta etrafa çarpa çarpa, kıra döke ilerlermiş insan. boşa çabalamışım bi çok şey için. bıktım karamsarlıktan diyorum sonra farkediyorum hayat karamsar ve mutlu olanlar sadece karamsarlıklara güzel bakanlar.

toz bağlıyor ruhumu üstü silinmedikçe. tozdan; "beni hatırla" yazıyorum anılarımın üstüne.

susmak ruhumun en büyük özgürlüğü belki de bedenim zangır zangır konuşurken. bir anda susan o sesler; gidenler, kalanlar.

bi yer var biliyorum bana ait olan, sadece henüz nerde olduğunu bilmediğim.

Bir Jigolo'nun Anıları - 2

Bir saat içerisinde profili oluşmuştu. Fotoğraflarını yüklemeden önce photoshopta oynadıkları için kendisi bile sitedeki resmini tanıyamamıştı. Fotoğrafın hemen altında eşek kadar numarası yazıyordu. Kim arayacaktı? Ne diyeceklerdi?

Yorgunlukla biraz uzanmış ve içi geçmişti ki telefonunun titreşimiyle uyandı.

“Merhabalar Berk” dedi karşı taraftaki yaşlıca kadın sesi. “Yarın Cibili Royal otelde akşam 8’de” dedi başka hiçbir şey demeden. Tam telefonu kapatıyordu ki “istersen böbrekleri de gasteye sarıp getiriyim.” dedi Berk.
“Sen yeni misin? Bilmiyor musun sistemi? Ben odama gitcem sen gelip beni arayıp oda numaramı öğrenip yanıma çıkacaksın! Şık gel!” dedi sinirlenerek.
Bir kez girmişti bu işe eski Tufan yeni Berk. “kafama sıçıyım!” dese de düşünmeye başladı. Cebindeki parayı düşündü, kadınla ücret bile konuşmamışlardı. Taksiye binse ödeyemezdi, takım giyse takımı yoktu, kiralayacak parası da yoktu. “şık ne giycem lan ben?” dedi kendi kendine.
Ertesi gün buluşma saati geldiğinde dolabı açtı, yırtık kotunu aldı, üstüne de polo yaka siyah tişörtünü geçirerek simsiyah bir spor ayakkabı giydi. Defterlerinin yanında duran dolma parfümlerinin birini seçip iki üç fıs sıktı. En sevdiği karanfilli parfümdü bu.
Taksiye atlayıp otele gitti, taksici bile parfümünden etkilenmiş gibi davranıyordu.
Otele vardığında kendisini arayan cep telefonuna dönüş yaptı, oda numarasını öğrendi; 420. Resepsiyondan kırmızı şarap sipariş ederek odaya doğru çıktı. Kapıyı vurduğunda içerden “açık, gir içeri canım.” sesini duydu. Kalbi patlayacak gibi atıyor, eli ayağı titriyordu. Titreyen elleriyle kapıyı yavaşça açtı, birkaç adım attığında bembeyaz çarşafın üstünde yatan teyzesi yaşında kadını gördü. Bir de romantizm için çarşafa ve üstüne kırmızı gül yaprakları dökmüştü.
Giydiği jartiyer spartacus’ün ilk karısının döneminden kalma gibiydi. Ne yapacağını bilemedi, aslında biliyordu ama eli gitmiyordu. Eli gitse…
“Merhaba yakışıklı” dedi kadın, o da “merhaba güzelim” diyerek cevap verdi, güzelim derken boğazı düğümlense de.
Gel buraya dedi kafasını geriye iterek kadın, gözlerini kapattı. Yaklaştı kadına, boynundan öpmeye başladı yavaş yavaş. Sonra kadının kemik yutan köpek gibi nefes aldığını farketti ve gitgide daha kötü oluyordu. Yataktan destek aldığı dirsekleri çözülüp sırt üstü yatağa düşmüştü kadın.
“noluyo ya iyi misin?” dedi ödü daha aşağılara karışarak. “sen karanfilli bir şey mi sıktın?” dedi kadın. “parfümüm karanfilli” demesiyle kadın dehşete düştü “karanfile alerjim var, çantamdan iğnemi al yap yoksa nefes alamayıp ölürüm az sonra!”
Tam olarak neye küfredeceğini bilemeden iğneyi yapıp kadının yanından ayrıldı çünkü karanfil kokusu hala üzerindeydi ve bu işi yapacak gücü yoktu.
Ama bu sadece ilk seferdi.

Kaybedenler Kulübü

Bir kulüp kuralım.
Kendini sonsuz boşlukta ve her şeyi anlamsız hissedenlerden oluşan.
Hep kaybetmiş ve yine, sadece, kaybedeceğine inananların dahil olduğu bir kulüp. İki kaybeden bir araya gelip bir kazanan yaratmaya çalışsın burada. Hep akıllı olduk diye yaşanan kayıplara inat salak olunsun, hatta salağın en önde gideni bayrak taşıyanı olunsun.
Sen neyi kaybettin mesela? Ya da gerçekten kaybettiğin bişey var mı? yoksa sadece kazanmak için çabalamadığından elde mi edemedin her neyse o. İlla bi kadın olmak zorunda değil bu; bir film, bir kitap, araba belki, her şey olabilir. Kazanmaya çabalamamak ve kaybetmek çok farklı şeylerdir dostum. İkisini ne kadar ayırt edebiliyorsun? Ha şayet ayırt edemiyorsan sen zaten katmerli bi kaybedensin, hiç uğraşma.
İnsan tek başına sessiz durabilir zaten, neden iki kişi yanyana gelip sessiz durur ki? Sessiz duracaksak başka insanlara ne gerek var? Bir japon balığının yanında da aynı şeyler yapılabilir; bir koku değişir bir de görüntü. Susmayı ölümüne sevenler var, her geçen gün biraz daha geç olurken o anı yakalamayı es geçenler. Bence aptallık etmeyin; az önce aptallık edin dedim ama aptallığı tek başınıza yapmayın. Önce o aptallığı bile sevecek birisini bulun.
Başa dönersek, uzay boşluğunda süzülüyor gibi hisseden insanlarız biz sonuçta. Uzaya fırlatıldığımız mekik çoktan gözden kaybolmuş, sadece arada bir göktaşları çarpıyor bize artık; dengemizi bozup devam ediyorlar yollarına. Tutunacak bir şeyler yok uzayda ama zaten insan tutunacak bir şey de aramıyor o boşlukta, gereksiz.
Siz de bazen, yapacak bir şeyiniz kalmamış da sanki sadece bu dünyadaki zamanınızı dolduruyor gibi hissediyor musunuz?
Bir imza da siz atın o zaman yalnızlığa. Ne kadar garip gelse ne kadar gülsen de bu böyle arkadaş. Yalnızım, yalnızsın, yalnızlar; zorlama.
Git sevdiklerine, dostlarına, arkadaşlarına onları güldür mutlu et ne kadar edebiliyorsan. Bir anlık kalabalık bir ömürlük yalnızlığı bastırabilir daha derinlere çünkü.
Deli saçması geldiyse sana dediklerim bir daha oku. Sonra bir daha. Belki bir daha.
Ne kadar okuyabilirsen, o kadar yalnızsın sonuçta.

Kafamın İçi Böyle Bişey

Uzun gecelerde kafamı gardropa çevirip uzun uzun düşünürüm: "Neden insanlar yıldızlara bakarak düşünürler ki?" diye. Çünkü hiç kimse yıldızlara bakarken kaçırdığı güzelliklerin farkına varamaz; bir gardrobun kapağı, bir halının dokusu hatta belki zeminin köşesinde yol alan karıncalar;

Aah karıncalar; bir kesme şekere vatanı satanlar.
Kimileri atlı karınca kimileri yayalar.

Lunapark gelir aklıma atlı karıncalardan. Ordan da A la Luna. Ne reklamı olurdu be A la Luna'nın. La dedim de aklıma geldi Ankara, mevsim dönerken sonbahara.

Ne güzeldir şimdi Ankara.

Reklam-Hello Kiti

Siz de mi yeni tanıştığınız bir yabancıyla ne yapacağınızı bilemiyorsunuz?
Sizin de mi ingilizceniz diyalog kurmaya yetmiyor?
Yeni girdiğiniz ortamda bir zorlukla karşılaştınız ve çaresiz misiniz?
Ev işlerine merak saldınız ama daha başlangıç aşamasında mısınız?

Öyleyse tam yerine geldiniz! işte size tüm derdinize deva olacak harika bir kit. Yeni başlayanlar için Hello Kit'i. 32 parçadan oluşan bu kit; musluk tamirinden araba lastiği değiştirmeye, pamuk şeker yapımından ingilizce sözlüğe, temel yoga hareketlerinden karateye, hayatın her alanındaki yeni başlangıçlarda ve zorluklarda size destek olacak. Hello Kit'i şimdi, şu an bize ulaşan okuyucularımıza sadece ve sadece 44pezo+KDV.

Hadi, durmayın! Elbet sizin de bir gün başlamanız gereken bir şeyler olacak. İşi şansa ve zamana bırakmayın.

"Yoktur hiç bir tiki,
Ne güzelsin Hello Kiti."

Maj Ezik
Hello Kit'i Indian Corporation CEO

50 cc

koltuğun her zaman oturduğum köşesine yine oturmadan önce buzdolabına ne zaman koyduğumu bile unuttuğum bi bira aldım, son kullanma tarihi geçen uzun ömürlü sütün hemen arkasından; karışık turşu konservesinin yanından.

neyiz biz? ne yapıyoruz?

sordukça, düşündükçe daha zor olur belki ama sormadan da hiç olmuyor ki.

çocukken izlemeyi istediğim çizgi film ve yeni oyuncaklar tek derdimizken şimdi ne kadar garip ve hatta bazen sinir bozucu geliyor küçük bir oyuncak için ağlayıp ortalığı yıkan çocuklar. onlar istedikleri ve mutluluk yükledikleri şeylere bizden daha büyük bir tutkuyla mı bağlanıyorlar yoksa sadece çocuklar diye mi böyle?

camdan binlerce ev ve binlerce ışık görünüyor. her evde ayrı insanlar, ayrı hayatlar. kiminin daha canlı ışığı kimi ise loş ışıkta oturuyor ve ya yatıyor. bir de ışık bile açmadan karanlıkta duranlar var, sessizce kendisiyle konuşanlar ve ya belki de yüksek sesle konuşan komşusunu dinleyenler. bir çok insan ve bir çok hayal var her şehirde. kimi asla olmayacağını bile bile kimi de hemen yarın gerçek olacakmış gibi hayal ediyor. onlarca çocuk doğuyor şu anda bile. nereye geldiklerini ve kalan hayatlarında ne yapacaklarını bilmeden. ve insanlar sevdiklerini kaybediyorlar aynı dakikalarda. dünya böyle dönüyor, kusurunda bile bir kusursuzluk barındırarak.

hatalar yapıyoruz, sonra doğrular.

gece olunca anlıyoruz ne kadar yalnız olduğumuzu. yalnızlık kötü bir şey diye değil, sadece anlıyoruz işte.

yorgun argın yürürken sokakta top oynayan çocuklara özeniyoruz, yokuş aşağı kaçan topu kim alacak diye tartışıyor onlar.

artık her daldığımız nokta başka bir anıya bağlanıyor. kimisi tebessüm ettiren kimisi acıtan. ve hatalar yapıyoruz sonra yine doğrular.

ailesiyle gittiği küçük bir alışveriş merkezinde kaybolan ve o an dünyası kararmış gibi hisseden çocuk değiliz artık, biliyoruz; çünkü hayat çok daha büyük bir alışveriş merkezi ve gün içinde onlarca kez kayboluyoruz.

herkes kendini aradığı bir yolculuk yapıyor; sadece kimisi daha çok adres soruyor yabancılara, kimiyse "bi şekilde her yer oraya bağlanır." diye bakıyor hayata.

yağmur, kar ve soğuk sadece kışın olmaz ki ama. eğer ne olduğunun farkında değilse her mevsim kara kış gelebilir insana.

çok kişiye güveniyoruz sonra. hep bir anlam yüklüyoruz.

ağzımızı kulaklarımıza götüren tüm anılara inat hep gözlerimizi buğulandıranlar geliyor aklımıza. tüm o anılarda tek bir soruya ulaşıyoruz "neden?" ve tek bir kelime söylüyoruz "keşke".

"büyük"lere özgü tüm kötülüklerden arınmış bir şekilde kalmak, kalabilmek istiyoruz. hırs, öfke, nefret, yalan, vefasızlık olmadan.

hava kapıyor sonra ve artık kar çocukluğumuzdaki gibi "kardan adam" anlamına gelmiyor.

uzun süredir dolapta bekleyen bira bitiyor.

Akıl Sağlığı

"bir gün bir gün bir çocuk eve de gitmiş kimse yok,
açmış bakmış dolabı, şeker de sanmış ilacı,
almış onu içeriye cik cik cik cik ötsün diye,
pır pır ederken canlandı,
hep gözlerim kanlandı."

Evet, önceden de dediğimiz gibi her şeyin başı sağlık ama en başı akıl sağlığı. Neden mi? çünkü akıl en yukarda, kafada, yani o zaten baş. O yüzden sağlığın başının ilk başı da akıl sağlığı, basit bir mantık yani.

Gitgide artan stres ve strese bağlı olarak daha da artan stres günümüzün en büyük sorunlarından. Her üç kişiden ikisi stresli, kalan bir kişi de "ben de sorun mu var lan? ben niye stresli değilim?" diye kendine gizliden gizliye stres yapıyor.

Diğer bir günümüz sıkıntısı da sürekli kopan internet bağlantıları ama bu sağlık konumuzla bağıntısız.

Belki de yakın tarihimize baktığımızda en mutlu insanlar Hello Kitty, Bizimkilerdeki Cemil, Şener Şen, Ali Şen ve diğer Ali Şen.

Peki neden böyle? Çok mu zor bir şey bu mutluluk dediğimiz? "Her şeyden tat almak" gerçek bir terim mi acaba? Ve bu terime ancak ve ancak kendi içimizde yapacağımız yolculukla mı ulaşabiliriz? İnsanın kendi içinde yapacağı yolculuk tabi ki önemlidir ama bu yolculuğu neyle ve nasıl yapacağı da büyük önem taşımaktadır. Mesela iç yolculuğunuza mesai çıkışındaki bir Metrobüs'le çıksanız bundan iç sağlığınıza ne hayır gelir? Bir de şöyle geniş bir limuzin düşünün; arka koltukta tek başınıza yayılmış en rahat pijamalarınızla oturup en sevdiğiniz içkiyi yudumluyorsunuz ve etrafınız en sevdiğiniz kuru yemişlerle, abur cuburlarla dolu, karşınızda dev ekran bi tv ve siz ne isterseniz onu yayınlıyor. (burada kendinizi biraz iktidar gibi hissedebilirsiniz.)

Ama dış etkenler de en az iç etkenler kadar önemli malesef ve asıl yıpratıcı olanlar da bunlar oluyor. En sevdiğiniz takımınıza harika başlamayı düşündüğünüz bir günün sabahının köründe güvercin pisleyebiliyor,  en sevdiğiniz tişörtünüze güvercin pisleyebiliyor, yazın mayoyla dururken üstünüze güvercin pisleyebiliyor; yani kısacası "güvercin pisleyebiliyor".

Dondurma yazın yenir deniliyor mesela ama dondurmayı alıyorsun; hooop! daha iki dakka geçmeden eriyor ve en kötüsü iade edemiyorsun. Kışın yesen mis gibi erimeden kalır uzun süre ama bu sefer de hasta olursun. İşte büyümek ve yetişkin, olgun bir insan olmak bu tip şeylere karar verme sorumluluğunu da beraberinde getiriyor.

Kafa dağıtmak bu tip sıkıntı ve buhranlarda büyük önem taşıyor. Bunun için de yapabileceğiniz ufak bir kaç tüyo verebilirim sizlere: köpeğinizi alıp sahilde güzel bir yürüyüşe çıkabilirsiniz, köpeğinizi alıp pikniğe gidebilirsiniz, köpeğinizle sinemada güzel bir filme gidebilirsiniz, köpeğinizle favori dondurmacınızda en sevdiğiniz limonlu dondurmadan afiyetle yiyebilirsiniz ya da şu köpeği artık bırakıp kendinize bir sevgili yapabilirsiniz!

Merhaba

merhaba mutsuzluğum; ben geldim.
değişmemişsin geçen aylarda, pervazların eskimiş sadece biraz; kış çetin geçti galiba açılmamış pencerelerin.
halının üstünde hala belirgin ve hala derin sigara izlerin,
ve hala simetrik değil halı; aynası gibi kurduğun hayallerin.
uzak yoldan geldim ama "soluklan" demene gerek yok,
eski tadı yok aldığım nefesin.

büyümüşsün görmeyeli,
ama gözlerinde hala aynı karartı ve nefesin serin.
ben geldim ama kalkma yerinden,
iyice üstüne çökmüşken ağırlığı geçen günlerin.

ne çok keder doldurmuşsun her çekmecesine evin,
havalandırılmamış gibi geçen aylarda her yerin.

dağınıklığının kusuruna bakma düşlerimin,
belki de hiç bir sebebi yok düşüşlerimin,
yalandan bir yardım eli uzatmana gerek yok,
iyi tanıyorum seni,
ne el senin ne de bu iyi niyetin.

uzak durma bana sanki hep yanımda olmayacaksın gibi,
"konuş"  dememi bekleyen bakışlarla susma bir köşede,
biliyorum; bazen bir gazete sayfasında karşıma çıkacaksın bazen de dibi gelmemiş bir şişede.

korkma benden, yabancı değilim,
sadece gözlerim alışmadı aydınlığa, geldiğim karanlık yüzünden;
ben geldim mutsuzluğum,
kaç kere dediysem de gitmedin, şimdi oynama yerinden...

Sol, Sol, Sol, Sağ, Sol!

askerde hepimiz yağmur yüklü bulutlardık ama birbirimize çarpıp yağmak yerine omuz omuza güneşin önünü açtık...

hep orayı anlatacak kelime yok ordaki his tarifsiz derdim ama şu denenebilir anlatmak için bir kez belki de;

-gittiğiniz cafede bir kıza aşık oluyorsunuz, onun da size ilgisi var ama bir süre sonra kız hayat kadını olduğunu itiraf ediyor ama siz aşkınızdan onu kabullenip durumunu umursamadan evliliğe gidiyorsunuz. kadının isteğiyle tüm hayatınızı geride bırakıp küçük bir şehre belki de kasabaya yerleşiyorsunuz. bir süre sonra karşı tarafta artık o aşk kalmıyor, kadın gitmek istiyor ve bir gün çekip gidiyor. arkasından "dur!" demek için yola çıkıyorsunuz ama daha evden bir kilometre uzaklaşmadan arabanızın motoru su kaynatıyor ve kalakalıyorsunuz.

anlatabildim mi bilmiyorum ama ranza yaklaşık bir buçuk metrekarelik bir alandı; ve çok dardı.

çok saatler oldu nefes almak dışında başka hiç bir şey yapmadığım ve çok nefes aldım her seferinde ciğerimi yaktığım.

dışında olanın anlamayacağı, içeridekilerin de anca bir biriyle konuşabileceği bir histi o, biteceğini bile bile yaşanan ve yaşanması gereken.

hayata dair çok katkısı oldu o ayrı dünyanın. artık hayatta "zorluk" diye baktığımız şeylerin ne kadar da lüzumsuz ve aşılabilir olduğunu gördük. bir çok şeye anlam veremedik ama bi yerden sonra öğrendik sorgulanmadan yapılması gerektiğini bazı şeylerin ve en zoru özlemdi oradaki hislerin;

"...koşarlar, ama anlamazlar neden koştuklarını. yürümek kolay gelsin diye koştururuz onları." - 'Nefes: Vatan Sağolsun' filminden.

CLVI

susmaya alıştırdılar belki de,
ondandır artık çok yazamıyorum.
aklıma gelen kelimelerin hepsi kendi istediği yerde,
bi düzene sokamıyorum.

"düzen" diye diye sabitlenen bizler,
"özlem" diye diye bekliyoruz,
ve gün bir kez daha geceye yerini bırakırken,
yine zaman geçti diye seviniyoruz.

kızıla çalan tüm güneş batmalarında tek bir umut var göz bebeklerinde,
kiminin sigara, kiminin mektup elinde.
sesi ve yüreği yetenlerin yanık türküler dilinde,
farklı hayallere aynı yerde büyüyoruz.

belki de çok alıştık sessiz yalnızlığımıza,
artık sanki sevdiklerimizle değil de,
direk mavi, ankesörlü telefonlarla konuşuyoruz, yaslanıp duvara,
sonra nereye çağırdığı belli olmayan bir ses duyuluyor o ara.

yüreğimizdeki kırışıklıklara inat,
her sabah yatağımızı dümdüz yapıyoruz,
verip de bozamadığımız sözlerin tersine,
olmadıysa tekrar yapmak için bozuyoruz.

su aynı su, deniz aynı deniz,
ağaçlar aynı yeşil,
ama sadece tellerin üstünden uçabilen kuşların sesi neşeli,
bazıları ise sürekli endişeli.

bazen gülerken,
bazen dalıp giderken;
bir gün daha batıyor geçici, sayılı günlerde,
biliyorum birileri de benim gibi seviniyor orda bi yerde.


şafak

keşke uçabilseydik insanlar olarak, o zaman daha anlamlı olurdu sürekli konacak bir yer arayışımız.
her mevsime her aya bir anlam yükleme çabamız, sürekli ilerde bir günü bekleyerek geçen ve içinde olduğmuz günleri berbat etme huyumuz.

uzaktaki beyaz bir noktaya odaklanıp elimizdeki beyaz boyayı içinde olduğumuz siyah odanın duvarlarına vurmayışımız.

içimizdeki kafese önce kendimizi hapsedip anahtarını uzaklara fırlatışımız.

hepimiz sonuçta insanız, hep ileriyi,

hep daha iyiyi isteyen,

ve de bekleyen.

sadece 40 gün daha var...

1,2 - 3,4

Yazmak için neden bu kadar bekledim bilmiyorum; belki de yazmak için önce inanmam gerektiğindendir. 

Gözümün önünden gitmeyen bir görüntü var;

200 adam, her sağ adımda sağa, her sol adımda sola yatarak, yağmurluklarının kapşonları çekilmiş şekilde, yağmur yeşil parkalarından yere süzülürken marş söyleyerek ilerliyor. Kafasını rüzgar ve yağmura karşı gelip biraz yukarı kaldıranlar direkte yanan lambanın ışığında yağan yağmurun şiddetine şahit oluyor.

Kimisi banyo yapmak için ilk kez "suyun ısınmasını" bekliyor, kimisi  uyandığında ilk kez yatağını topluyor. Birbirinden farklı ve belki bir daha yedi cihanda bir araya gelmeyecek karakterde insanlar aynı koğuşlarda, aynı sofralarda oturuyor, yiyor, uyuyuyor ve aynı soğuk aynı uzun saatlerde nöbet tutuyor.

Nefes filminde de dediği gibi:"Bu çocukların hepsi koşuyor ama hiç biri niye koştuklarına bir anlam veremiyor."

İnsan yediği çoban salatanın kıymetini anlıyor domatesten uzak kaldığı günlerde, en soğuk günde bile terlik giymeyip halıda dolaşmayı özlüyor. Sabahları "beş dakika daha uyuyum" demenin lüksü buradan bakınca çok uzaklarda kalıyor, metal dolapların sesiyle uyanılan günlerde.

İnsan ilk kez "tamamen" kendisiyle başbaşa olduğunu hissediyor. Ve o noktada başlıyor mücadelesi, hem kendisiyle hem de zamanla.

Hep bir hedef koyuyor önüne "şimdi şuna ulaşıyım, sonra buna" diyerek geçiriyor günlerini. Biraz zamandan biraz kendinden gidiyor her geçen saniye.