Komiser Hakan - Tak

"Tak etti!" denir ya, işte o bir kere denilecek bir şeydir. Bir kere o raddeye varılır, bir kere her şey birikip sığındığı yerden patlayarak çıkar dışarı, önüne çıkanı tanımaz. Bu tanımama ve patlama o kadar kötü ve normal bir patlamanın doğasına aykırı şekilde o kadar sakindir ki; yer çekiminin en yoğun olduğu kara parçasından uzay boşluğuna ışınlanmış gibi olursunuz. Bir anda kesilir ayaklarınız yerden, gürültü diner; yapayalnız ve isteksiz bir şekilde sürüklenmeye başlarsınız daha önce hiç bilinmeyen yıldız takımlarının arasında.

O yalnızlık ve dertle "Bir sigara içeyim." deseniz oksijensizlikten çakmağı ateşleyemezsiniz.

İki genç kızın katilini dört saat sorgulayıp eve döndüğünde Hakan için "Tak" etmişti. Mesleği, mutfakta biriken çöpten gelen koku, salonda bıraktığı çorapları, gece buluşacağı arkadaşları, belindeki silahı, dilindeki küfürü... Hepsi bir anda "anlamsızlık" kazanmıştı.

Salona girdiğinde deri ceketinin sol kolunu sakince çıkarttıktan sonra sağ kolunu çıkarırken daha fazla dayanamadı, işte tam o noktada tak etti. Biriken bütün sinirini, öfkesini, kırgınlığını, inançsızlığını tek bir hamle ile ceketi duvara fırlatarak boşalttı vücudundan. Sonra da bir ölüm sakinliği çöktü üstüne. O an ne olursa olsun, kim gelirse gelsin bu Dünya üzerinde iyi tek bir şey bile olacağına onu inandıramazlardı. Kimse de gelmedi zaten. Radyoyu açacak gibi oldu bir ara, eli sadece antenine gitti, vazgeçti.

Sabah onu gören bir memur: "Komiserim kilo mu aldınız?" dediğinde biraz canı sıkılmıştı ama şimdi aklına bu gelse bu kadar gereksiz bir şeye sıkıldığı için kendisini sağ ayağından vurabilirdi. Yine de sol ayağından vurmazdı çünkü halı sahada takımına baklavaları hep sol ayağıyla kazandırmıştı; gerçi artık baklavadan da tat alamazdı.

Amaçsızca uzanıp tavana bakarken:"Neden duvarlar yağlı boyayken tavan pütür pütür?" diye düşündü. Sonra hayal meyal hatırladı bir hocasının, bunun ışıkla ilgili bir şey olduğunu anlatışını. Umursamadı ama tabi ki. Tavan tavandır diyerek devam etti bakmaya. Sokakta top oynayan çocukların küfürleri ve bağırışları az da olsa geliyordu kulağına, kapı altı aralıktan atılan elektrik faturası gibi.

Her can çekişen sağlıklı insan gibi kendi kendine konuşmaya başladı; "Çok yalnızım ama daha önemlisi çok yalnızız. 'Ne kadar yüksekten düşersek bir şey olmaz?' sorusunun cevabını arar gibi, her gün düşerek, daha çok düşerek yaşıyoruz. Ne nefretmiş, ne sapıklıkmış, ne öfkeymiş be arkadaş. Her şey bitti şu Dünya üzerinde de bir tek bizim cinayet masasının işi bitmedi. Bir gün işe gidip sabahtan akşama solitaire oynayayım bilgisayarda, tek bir kişi de gelip 'Komiserim cinayet var.' demesin; işte o zaman kendimi iyi hissederim herhalde. O zaman inanırım insanın düşünebilen bir hayvan olduğuna." dedi, kendinin bile zor duyduğu bir ses tonunda mırıldanarak.

Bir ara kalkıp çay koyası geldi; bir kitap okuyarak içerim diye düşündü ama üzerine çöken ölü toprağını atıp da kalkamadı.

Tavan çok güzeldi. Onu izlemeye devam etti.

Komiser Hakan - Üç Hürel

"Taksi!" diye seslendi sağ elini hiddetle sallayarak. Tabi öyle İngiliz asilzadelerinin naifliği yoktu üzerinde. Çakma deri montundan süzülen damlalarla bir o kadar da içindeki gömleğine işlemiş olanlar vardı. Diğer birçok İstanbullu gibi o da sağanak yağış altında taksi bulmakta zorlanıyordu.

Bir taksinin daha onun olduğu istikamette geldiğini gördü. Kaldırımın dibine biriken suların biraz ilerisine adım atarak indi kaldırımdan, bir yandan da evden çıkarken şemsiyeyi görüp de almayan erkekliğine küfrediyordu. "Lan taksi!" diye bağırdı bu kez ama bu taksinin de içinde müşterisi vardı. Durdukça ve bağırdıkça ıslanıyor, ıslandıkça da sinirinden daha çok bağırıyordu. O sırada sırılsıklam olan kot pantolonunun cebindeki titreşimi hissetti, arayan Burak'tı;

- Ne var lan?
- Oo Çetin Bey. Yine çok naziksiniz. Nerede kaldın gerizekalı?
- Oğlum zaten sinirliyim... Taksi bulamıyorum.
- Çetin'cim. Önce tekerlek ondan yüzyıllar sonra da taksi zaten bulundu. Sen hazır bulunmuşlardan birine bin gel. Sofrayı kurduk.
- Burak, geldiğimde seni ıslak deri ceketimle döveceğim. Hatırlat bana.

Dedikten sonra ıslak elleriyle kapattı, kendinden akıllı olan telefonunu. Sonra da gördüğü ilk dolmuşu durdurdu, daha merkezi bir yere gidip oradan taksiye binmek için. Dolmuş tıka basa doluydu ama Çetin o kadar ıslanmıştı ki insanlar ona temas etmemek için bir yaşam koridoru oluşturdular dolmuşta. Püsküllü, boydan boya hasır kapı süslerini izinsiz geçip eve giren sırılsıklam bir sokak
köpeği gibi hissetti kendini. Cebinden çıkardığı bozuk paraları kendi elleriyle şoföre uzattı.

On dakikalık ızdırab dolu yolculuğunun sonunda Beşiktaş Meydan'da indi dolmuştan, sonra taksiye binip yirmi dakika içerisinde vardı Burak'ın evine. Hakan ve Burak on dakika aralıksız güldüler onun o ıslak haline. Burak kendi alt eşofmanlarından birisini Çetin'e verdi. Çetin'in boyu 1.65, Burak'ın ki 1.85 olduğu için misafir çocuğu gibi kayboldu eşofmanın içinde. Halısahada top oynayan 45 yaş üstü adamlar gibi sıyırdı paçalarını diğerleriyle sofranın başına oturdu Çetin de. FM frekansı çalışmayan, sadece kaset çalan eski tip bir radyosu vardı Burak'ın ve içinde yine Müslüm Gürses kaseti duruyordu. "O zaman hepimiz hazırsak, basıyorum 'piley'e!" dedi Çetin, Kadıköy aksanıyla. Bir kaç nota yükseldikten sonra kayboldu; Çetin'in ıslaklığı, eşofmanın bolluğu, Burak'ın ödenmemiş faturaları, lastiği eskidiği için oturdukları odaya rüzgar alan Pimapen pencere, mutfaktaki dünden kalan bulaşıklar... Ne kadar gereksiz sıkıntı varsa usulca inzivaya çekildi ve sahneye ağa babaları geldi. Adımlarıyla üç adamın yüreklerini titrete titrete gelip kuruldular başköşeye. Hakan'ın Burcu'su, Burak'ın borçları, Çetin'in yalnızlığı oturdu karşılarına.

"Kaç Kadeh Kırıldı?" dedi Müslüm Baba; "Tek" diye cevapladı Çetin'in yalnızlığı. İki kadehi aynı anda kıracak kadar kalabalık olmamıştı onun gönül sofrası hiç.

"Adını Sen Koy!" dedi Baba, bu sefer Burcu'ya; Burcu'nun duyulamayacak bir sessizlikte ağzından dökülen kelimeler dipsiz bir karanlığa doğru hecelerine ayrılarak çekildi.

"Meselem." dedi bu sefer Burak'a, üç adam bir ağızdan "Meselemiz!" diyerek kaldırdılar kadehlerini.




Komiser Hakan - Bir Gece Binbir Hece

Hakan sönmek üzere olan sigarasından son bir nefes çekti. Kafasını sağ tarafına çevirip dumanı üfledikten sonra da salonun aralık olan penceresini kapattı. Ayda bir de olsa evinde tek başına kalıp bir şeyler karalardı, karanlık salonunda. Önündeki defteri aydınlatan ışık da camın önündeki sokak lambasından gelirdi.

Sigarasını bitirince biraz daha yazmaya karar verdi ve devam etti;

"...beyaz uçlu kalemimle yazmak için, bütün sayfaların kararmasını bekliyorum. Beyazın değeri anca öyle anlaşılıyor çünkü.  Bir uykuya bir de sabaha hasretken şişen gözlerimin gördüğü en büyük doğru bu; ne kadar doğruysan o kadar çok eğriliyor insanlar karşında. Kendisini her şeye yeter görenler her konuda yardım bekliyor yetersizliklerinden. Güleni dost, gideni düşman belliyoruz güle güle gidenleri düşünmeden. Sonra yalnızlığımızın kıymetini anlıyoruz."

Bir bira açtı. Diğer ikisini içerken dışarıda biraz ılısa da hala içilebilecek sıcaklıktaydı.

Televizyon da film de izlemek istemedi Hakan. İkili kanepeye ayakları sığmayarak da olsa uzandı; hani dizlerinin arkasından kırılan bacakları aşağıya sallanarak. Sehpada duran radyoya uzandı, açtığında; 'Benzemez Kimse Sana'nın tavrına hayran olayım kısmından yakaladı.

Darlanan içi, hapishanede koğuştayken hücreye atılan mahkum gibi, biraz daha daraldı. Kot pantolonunun kemerindeki boş silah kılıfı çarptı gözüne, üşendi çıkarmaya. Beyaz fanilasının katladığı sol kolunu düzeltti, üşümüştü. O kolu düzeltince ısınmayacaktı ama, düzeltti işte.

O sırada yeni şarkı başlarken kapı çaldı. Hareket etmedi. Tavanı izlemek o an yapmak istediği şeylerin başında geliyordu. Kapı tekrar ve tekrar çaldı. "Hay çalan elini..." diye söylenerek fırladı yerinden. Kendisini şaşırtmayacak şekilde karşısında Çetin'i buldu. "Abi uygun musun?" dedi Çetin. "Gel. Çok uygunum." dedi tövbe çeker gibi.

- Uyku tutmadı sana geleyim dedim abi. Bira da aldım, soğuk. İçer miyiz?
- Ne zaman içmedik Çetin? Bana gereksiz sorular sorma.
- Sen ne yapıyorsun abi? Neşet dinliyorsun, dertli misin?
- Radyoda o çalıyor onu dinliyorum oğlum, ben neden dertli olayım. Şarkıyı çalana sor.
- Abi ben bir bok yedim.
- Çetin. Güzel kardeşim. Bana çok şaşıracağım bir şey söylüyor gibi davranma. Bok yemek senin en büyük hobilerin arasında. N'aptın?
- Dün gece Burak'taydım. Bu da bir arkadaşının arabasını ödünç almış, haftasonu için. Dün gece içtik, Burak uyuyunca benim canım arabayla gezmek istedi...
- Allah Allah, ee?
- Ben indim aşağı, baktım Burak'ın arkadaşından aldığı araba 2002 model Fiat. Onun önünde de 2009 model bi Opel var. Opel daha güzel, daha cazip geldi.
- Ee Allah'ın hızlı ve öfkelisi ee?
- Ben de kapıyı zorlayıp bindim abi, düz kontak da yaptım bi güzel. Bir saat gezdim arabayla. Kokoreç yedim geri döndüm yerine koydum. Sonra da hemen uzadım ordan.
- Şimdi doğru mu anladım; polis arkadaşının evinde kaldın ve ona bir arkadaşının ödünç verdiği arabayı kaçırmak isterken daha güzelini görünce "bir polis olarak" gidip beğendiğin arabayı çaldın ve araba hırsızları çaldıkları arabaları parçalatıp satarken sen içinde kokoreç yiyip tekrar eski yerine koydun?
- Sen böyle anlatınca çok salakça geldi abi yaptığım.
- Çetin, sen her konuda kafandan geçenleri bana anlat. Sonra ben aynen sana geri anlatayım, hepsi salakça gelir zaten. Şimdi biranı iç, siktir git içeri odada uyu. Gözlerin kıpkırmızı hırsız polis.
- Yalnız dalga geçmezsek abi.
- 2009 Opel'miş. Eşşoleşek.