yaz kış ilkbahar

ilk ne zaman oldu bilmiyorum,
kendim dahil tanıdık kimsem kalmamıştı etrafımda,
tüm kelimelerin eğilip bükülüp "yalnızlık" olduğu günlerdi,
ya sonbahar ya kıştı zaten, soğuktu.
gök gürültüsü, evde montla oturduğum ıssız gecelerdeki tek sesti bazen,
neresinden tutsam elimde kaldığı günleriydi hayatın.
insanın içine işleyen olaylar oluyor,
kafayı çevirdiği her yerde aklına gelen,
başka bir şehirde, bir başka şehire benzettiği sokaklar, caddeler,
insanlar.

yatağın solu ve sağı eşit uzaklıktaydı hep,
hiç tersimden kalkmadım o dönemde,
rutubet dört duvar arasında kalmıştı,
ve duvarlar milyon tane soru işaretiyle boyanmıştı,
bütün saf, temiz beyazlığının altında.

ilk insandan beri bütün insanların olduğu gibi, benim de inanmaya ihtiyacım vardı,
yalana değil doğruya, gidene değil kalana.
ve elimde kalan sadece kışın oluşturduğu çatlaklardı,
ve yüzümdeki maske gülümseme,
sen gülmesen de dururdu öyle.
iyi olduğuna inanmak isteyen insanlar gibi,
iyi olmak isteyen ben gibi,
gözlerimde toplu katliam, her gece lambası dar ağacı,
tüm kardelenler altında karın, bahar gelene kadar kiracı,
karın altında sessiz, karın altında sıcaktım ve sözler vardı aklımda hayal meyal,
nereye koysan olmayan,
tüm cümleler devrik,
tüm tümleçler dolaylıydı.

artık sadece yalnız kaldığımda konuşabildiğim bir yanım var,
beni anlamayan ama dinleyen,
işaret eden ama söylemeyen.
susarken soluk soluğa kalıyorum bazen,
içimdeki yangın dudaklarımı kurutuyor,
"asla" diyorum bile bile asla "asla" olmayacağını,
son otobüsü kaçırmamak için durağa koşan adamı izliyorum,
tek derdi; belki de hiç gitmek istemediği o yere giden otobüsü kaçırmamak için koşan adamı...

kendimden uzağa giden her yol,
daha yakın bir acı olarak dönüyor,
ve insan yaşadıkça anlıyor,
sen ben biz o onlar,
bir yerde kesişiyor yollar,
kimine kırmızı yanıyor karşı karşıya beklerken kavuşmak için,
kimine yeşil yanıyor başka yoldan gitmek için.
işte birbirlerine giden yolda, karşılıklı kırmızı ışıkta geçenler kazanıyor,
kuralsızlığın bile uyumunda,
ve her kurala uyup yeşilde geçenler bazen çoktan cezayı yiyor bu hayatta.

oynuyoruz

daha adım bile atmadan düşmekten korktuğu zamanlar olur insanın,
her yer çukur gelir uçsuz bucaksız düzlükte
ve her çukur önceden düşülen bir başkasına benzer insanın gözünde.
susuzluktan çatlamış topraklar korkutur bazılarını,
toprağın tek beklediği iki damla su olsa da.
hepimiz aynı şeyleri yapıyoruz aslında,
nefes alıyoruz ve veriyoruz,
nefesimizi tuttuğumuz zamanlar dışında.

üşüyoruz, geriliyoruz, korkuyoruz, seviyoruz
ve bazen sevmekten korkuyoruz.

saçma sapan bir düzenin içinde savruluyoruz,
sağdan sola sonra soldan sağa,
bulmacalarda çıkmıyor adı bir çoğumuzun
ve yukarıdan aşağıya beş heceyi geçmiyor diyeceklerimiz.
yolumuz kesişiyor bazen o bulmacada,
"yukarıdan aşağıya beş harf" ile "sağdan sola dokuz harf" karşılaşıyor,
adlarının yazılacağı boşlukların etrafındaki içi dolu kara kutulara aldırmadan,
her kalem darbesi bir başka bilinmeyenini çıkartıyor ikisinin.

saklambaç oynuyoruz her şeyin çok açık olduğu bu hayatta,
nerede olduğunu bilmediğimiz insanları arayarak, bekleyerek,
"ce" diyor bazıları üç aylık bebeği güldürür gibi,
ama insanlar büyüdükçe o bebekten daha az gülüyor.

saklanmadan bulunmuyor hiçbir şey,
ve her şey en karanlığa saklanıyor,
kimisi de karanlıktan korkuyor;
görünmediğinden, göremediğinden değil,
o karanlığın içinde asıl korkulanların olma ihtimalinden, bilinmeyenden.

ve hepimiz nefes alıyoruz,
seni de beni de aynı yer çekimi çekiyor merkezine dünyanın,
gölgeler üst üste geliyor, bazen iç içe geçiyor,
güneş en tepedeyken yağmur başlıyor, tam da şemsiyeyi evde unuttuğumuz gün,
yağıyor, duruyor; zaten yağıp duruyor bir kere ıslandın mı.

insan için en zoru da cevabını bildiği soruyu sormak oluyor;

yağmurdan sonra kar,
kardan sonra ilkbahar,
ve yaz geliyor...
ama bir kere bile ıslandıysa insan o arnavut kaldırımda,
saklandığı karanlıktan çıksın gelsin diye
yazın ortasında bile, soldan sağa altı harf "yağmur"u bekliyor.


hep beraber

odasının duvarında asılı olan sarı kırmızı bir forma vardı henüz yedi yaşındayken. minik kalbini hızlı çarptıran tek şey o topun peşinden koşan adamlar ve de takımı adına gol atanlardı. "çok fanatik olma" dedi babası, "çünkü takımını ne kadar çok seversen o kadar üzülürsün." diye devam etti; haklıydı. ve önceden de söylendiği gibi futbol feci şekilde hayata benziyordu.

sokakta, toprağın tozun içerisinde oynanan masum oyunları vardı şimdinin "sinsi" yetişkinlerinin. hepsi en az bir kere "oyuncak istiyorum" diye çekiştirmişti annesinin babasının ceketinden, elbisesinden. sonra birileri kötü olmayı öğretti insanlara: "illa istemene gerek yok! illa söylemene gerek yok!" diye fısıldadı. onlar da dünden razıydı "şeytan dürttü" diyip geçtiler tüm hatalarının önünden ağır ağır yürüyerek.

"gideceğin yer çok mu soğuk olur baba?" diyen ve
elektrik kesilince annesinin elbisesinin altına saklanan bir çocuğun saflığı.
söyleyecek sözü olmadığından değil her defasında onu kırmaktan korkan bir kızın aşığı gibiydi başta insan.

ne kadar verirse o kadar istemeye başladı sonra herkes,
"ne verdin de ne istiyorsun?" oldu özeti tüm ikili ilişkilerin.
kimse bir şey vermemişti aslında birbirine dünyada,
kimse kimseyi o çocuğun takımını sevdiği kadar saf sevmemişti,
haklıydı babası, büyüyünce öğrendi: ne kadar çok seversen o kadar üzüyordu.
ama insan bu, seviyordu.

ekim ayındaki güneşli gün gibiydi bütün sevgililer sevenlerine,
onları görünce bitiş zili çalıyordu hayatın
ve tüm beslenme saatlerinden daha aç oturuyorlardı,
karşılarında duran cennet bahçesinin gözlerindeki pikniğe.
bir candan bir sürü can yapıyorlardı kısa sürede,
ve göz göze, el ele gidiyorlardı hedefe.

saat aşkı çeyrek geçse de gecikmiyordu,
gönülden gönüle giden otobüs,
ve her şey oldukça sade, saftı. yoktu süs püs.

"belki sevgi kurtaracak insanlığı;
bir gülüşü binlerce gülüş yaratmama vesile olacak,
ve ne olursa olsun akıllarda, kalplerde iyilik kalacak.
ne verdin ki ne istiyorsun yerine daha çok verecek insan sevgisini,
özleyecek kokusunu, bakışını, sesini.
ve belki tüm karanlıkları bir gülüşü dağıtacak o hiç doğmamış bebeğin,
susmanın öğretildiği insanlar konuşacak,
bu sefer "anne" "baba" demeden "iyilik" "güzellik" diyecek,

belki sevgi kurtaracak insanlığı;
sevgi insandan önce de vardı,
gittiği her yere yaptığı gibi, insanoğlu onu da yıktı,
ve o yıkımda en önde meşale taşıyanlar, yalnız olanlardı.

tut ki elinden tuttu birisi bir diğerinin,
o zaman kim tek başına gitmeye kalkar ki menzile,
kim tüm kalacaklarını bırakmayı göze alabilir kötülük yaparken,
kimin eli uzanır karanlığa; tek damla yaş için okyanusu kurutacak kadar severken."

dedi çocuk; haklıydı.

duvarda asılı formasını sırtına geçirdi: "çok kalabalığız baba" dedi. öylelerdi de.
sevinçten kaybolmaya ve mutluluğa hazır,
iyi olanın kazanacağı bu hayatta.

1

o da insandı ve diğer bütün insanlar gibi o da hata yapmıştı...

sorgusuna kimin geleceğini bilmeden işlediğimiz suçlar vardı hepimizin,
soğuk terler dökerek beklediğimiz sessiz, loş ve yalnız sorgu odasının kapısına gözlerimiz dikilmişken,
inanmaya ihtiyacımız vardı; iyilik ve güzelliğe.
kapıyı açıp içeri kimin gireceğini bilmediğimiz ama çift taraflı camın arkasında bizi bir görenin, duyanın mutlaka olduğuna inandığımız o odadaki tek desteğimiz, sırtımızı yasladığımız otuz yıllık sandalyeydi.

herkesin yaşadığı gibi herkesin söylediği gibi, herkesin önce söyleyip sonra kendinin de inandığı gibi yalanlar söylemediğimizden oradaydık ve dürüst olmayı kaldıramayacak kadar yalandı hayat.

elleri titremiyor, gözlerini hızlıca kırpmıyordu artık insanlar yalan söylerken ve yüzleri biraz bile kızarmıyordu. sessiz kalıp kendine bile yalan söyleyemeyenler vardı bir tarafta öbür tarafta diğerleri.

kimse fark etmiyordu; ne oturduğumuz sandalye ne de sorgu odası gerçekti, hayat çok "yalan" geldiği için onlar da kendilerini yalana bırakıyorlardı.

yeni doğan bir bebeğin "anne", "baba" diyemeyen halinden, usta bir yalancıya dönüşme süreci olmuştu artık 'insanlık' ve 'medeniyet'.

çok kar yağıyordu temmuzun ortasında lapa lapa ve tişörtle bile bunalıp terleyenler görmedikleri bu kara inanıyorlardı. inanmak istiyordu insan, insanların içinde iyilik olduğuna. ama her inandığı insanı tanıyordu bir yerde ve çoğunun karanlık, kötü bir yanı vardı.

sorgu odasının kapısı açıldı ve vicdanı girdi içeriye herkesin, soracak sorusu yoktu hiç birinin. herkesin yaptığı kendineydi... bir de diğerlerine.

olduğu gibi olsaydı herkes keşke, her ortamda

hem içeride hem dışarıda.

dersimiz: ?

sadece "gitme"nin hüküm sürdüğü hayatlar var; bir "gitme" diyen bir de "gitme" eylemini yerine getirenin olduğu.

geceleri yalnızlığını şehrin ışıklarına bakarak azaltan insanlar var, gündüz gördüğü kalabalıklar uyurken kendini geceleri daha kalabalık"mış" gibi hisseden.

söz verenler, tutmayanlar. kalanlar. kaldığını sanarken aslında çoktan ayrılanlar.

o, bu, şu farketmeden herkesin peşinden koşanlar da var. bir gün 'o' ertesi gün 'bu' en büyük aşkı olabilecek olanlar.

net görmek için gerçeği, gözlerini kısıp bakanlar var; daha iyi düşünmek yerine.

...

sonbahar yeni başlıyordu,
"sadece ellerin biraz üşüdüğü" bir hava vardı istanbul'da.
zaman çabuk geçiyordu,
ankara güvercinlerinin yerini martıların aldığı bu şehirde.

görmeyene kahkaha gibi geliyordu sesi martıların,
ve bir çok insan o martılar gibi yaşıyordu;
dışarıdan baksan gülen ama kendini hiç anlatamayan şekilde.
vapurlar geliyor, vapurlar gidiyordu,
onlar akıntıya kapılmadan, boğazda karşıdan karşıya geçerken,
taşıdıkları onlarca insan farklı akıntılara kapılmış, sürükleniyordu.

taşıdıkları onca yük,
öğrencilerin sırtında ve elinde,
çalışanların aklında,
sevenlerin kalbinde.
hiç biri o yükünü bir yere bırakamıyordu,
ya artık güvenmediğinden çevresindekilere,
ya da bırakacak yer olmadığından.

on yedi milyon insan ve onlarca aracın gürültüsüne inat,
susmayı öğretiyordu istanbul.
söyleyeceklerini tek tek atmak yerine içine,
biriktirip üçlük atıyordu,
bu şehirde yaşayan, kendileri minik, yürekleri büyük insanlar.
ve istanbul birbirinden güzel dersler veriyordu,
hiç bir büyük üniversitede dahi verilemeyecek.
bir hafta fiziği öğretiyordu; yer çekimine karşı koyamayıp boynu bükük tutarken,
öbür hafta aşkın kimyasını,
ve sonra edebiyata örnek olsun diye şiir yazıyordu boğaz köprüsündeki manzarasıyla; en büyük divan şairinden daha manalı,
istanbul'un matematiği aslında çok basitti ama hoca bi kere takmıştı...


öyle bi şeyler

sokakta top oynarken, elinde evrak çantasıyla evine dönen amcaları gördüğüm zamandı çocukluğum,
su içmek için bahçe hortumunu kullandığımız,
su içip terlediğimiz sonra tekrar terli terli su içtiğimiz yıllardı.
anlamazdık bizim çıkıp meyve topladığımız, dalında soluklandığımız ağaçların neden kesildiğini,
bilmezdik boş şeyler yazıp karaladığımız kağıtların neyden yapıldığını;
çocuktuk.
günlük hayalleri olan ama o hayalleri bile on dakika içerisinde unutabilen,
yeni kaynatılmış sütü içmekten kaçıp uyuyor numarası yapan,
ve her başımız sıkıştığında küçük dünyamızın sonunun geldiğini sanan minik insanlardık.
bisikletimizde zil olmaması en büyük derdimizdi,
arabasına top gelmesin diye kızan komşu çok itici gelirdi,
ama anlamıyorduk o zamanlar,
o araba ne kadar kıymetli.
çocuk değerlerimizle kalamadık, diğer bütün büyükler gibi.
dünya basitti ama biz büyüdük ve daha karmaşık bir hale geldi.

iki insan birbirinden nasıl nefret ederdi?
peki ya üçüncü sayfa haberleri, onlar gerçek miydi?
sevenler, sevişenler,
televizyonda görünce utanıp kafamızı çevirdiğimiz; öpüşenler?

ilk ne zaman oldu hatırlamıyorum,
kendi yalnızlığım gibi midir onunki de diye düşündüğüm.
senaryo yazıp sahneler kurduğum,
yazdığım, yönettiğim ve kendime sunduğum.

hep "son olmayacak" diye yaşadım şimdiye kadar,
"ne ilk ne de son" kalıbını duyup durdum,
belki kendimden uzak kalmak için çok yakındım.
ve ben hep vardım,
doğduğumdan beri kendimi tanıyorum.
ilk bi kaç yıl çok konuşmadım kendimle,
konuşamadım.
sonra çözdüm dilimi,
anlamaya başladım kendimi,
ve konuştum, anlattım.
kendimin anlamadığı yerde bir başkasına danıştım
"sen de benim gibi çaresiz mi kalmıştın?"

suyun akıp yolunu bulduğu bir dünyada,
ne akabildim ne de yolu buldum,
bilmeden geçtiğim topraklara,
yol sıfatını kondurdum.
gözlerim kapalı kaldığı zamanlarda da görmeye başladım kendimi,
yaşlı bir adamın unuttuğu ama orada bir yerde varlığını hissettiği anısı gibi,
bitiş çizgisini geçtiği an duracak bir koşucu gibi,
kendi yerinde otururken, heyecandan, koşucudan çok yorulan sunucu gibi;
hem koştum, hem anlattım.
belki sürekli gümüş madalyada kaldım,
ama hep altından kalktım.
"affet beni" demek istediğim o kadar çok insan varki,
o koşuda bazen kaçtığım,
bazen kovaladığım.
hayat dediğin 400 metre engelli ve sonu belli,
geç farkına vardım.
bi yerde engelleri toplarken,
onları alıp başkalarının önüne engel yaptım.

kara kalem çalışıyorum artık,
araya gölgeler atıyorum,
ayaktayken bile, olduğum yerde yatıyorum,
"kalk yerine yat" demiyor kimse,
yerim neresi ben de bilmiyorum.
bazen tanıdık sesler duyuyorum geçmişten gelen,
güzel sözler.
yıllar önceki gibi anlamlı bakan gözler.
ama karanlıkta gözler görünmüyor,
herkes güzel bakabilir karanlıkta
ve herkes kendi karanlığıyla aydınlatabilir bir başka karanlığı,
iyi biri olma yolunda çok yanlış yapılabilir,
hayat; ayakla oynansa da,
ayak oyunlarından uzak durmaktır..
ve bile bile yapılan bir faul,
takım kazansın diyedir.
ama her defasında vicdan kırmızı kart görür,
hakemin gözünden kaçar uzak köşede akan göz yaşları.

...

yağmur yağarken koşan insanlar görüyorum,
insan neden kaçar ki ıslanmaktan?
ıslaklığın ne farkı var kuruluktan?
birisi en başta kaçtı diye,
başımıza her yağmur yağdığında kaçıyoruz biz de sudan...


...

gitme zamanın geldiyse bileceksin bunu,
anlayacaksın karşıdan esen rüzgardan.
iki çatık kaş konuşacak seninle,
hemen altlarındaki gözlerin öfkesiyle.
önceden hiç duymadığın tarzda kelimeler çıkacak,
o iki dudağın arasından,
kurtarman gerekecek kendini,
kendi arafından.
aynı şeyler asla olmayacak bir başkası tarafından,
iyi olmaya başlamak için,
artık kurtar kendini "ben iyiyim" yalanından.

gidilecekse, gideceksin!
sadece bedenini alıp değil ama,
kafanı da toplayıp gideceksin.

Eylül

gözlerin dolu dolu bana bakıp da susma! susma, sustukça sıra bana gelecek; senin boğazındaki düğüm benim boğazıma geçecek. biliyorum, hissediyorum; ne o rüzgar artık öyle esecek ne beklediğimiz otobüs bu duraktan geçecek.

bir bahar gelir açar diğer baharda solar ama en çok üşütenler hep kışın olanlar. tam ilk baharı beklerken geçen ilkbaharın aslında birlikteki 'son'bahar olduğunu görmek. görmek ve sadece geçmişteki anlara, anılara bakıp dalabilmek.

susma diyorum ama bakma bana,
susmak en iyisi aslında.
tüm yaşananlar ardında,
bir büyü var hala adında.
bir eylül daha geldi,
bu yıl da hüzün var içinde,
bu yıl da umutlar;
ama hepsi yürürken çıtırdayan yapraklarda solacaklar.

ne çok söz verdiysek artık;
hep bir fidan yeşertmeye çalıştık.

ama olmadı,
ya kafamızı çevirdiğimizde birisi koparttı,
ya da üstünden geçti başkaları.
aslında kimse de yoktu suç,
iki kişi üstlendik olanları.
galiba suyunu az verdik;
her gün büyür diye beklerken o fidanı,
ne o ne de biz yeşerdik.

susun çocuklar

benim söyleyeceklerim vardı,
yazılan, silinen, sonra tekrar yazılan...
cümlenin ne başına ne kıçına yakışan edatlar, dolaylı tümleçler ve zarflar.
içine boş beyaz kağıtlar konulmuş,
gönderilecek adres kısmı boş, kağıtları boş ve içi boş olan zarflar.
zaman geçtikçe unutuldular,
defterden silinen karakalem yazılar gibi izleri kaldı sadece,
bulanık, hayal meyal;
her dokunuşta ele bulaşan siyahlıklar.
sustukça büyüyen bir çocukluk geçirdiler içimde,
susmanın verdiği hırçınlıkla saldırdılar,
önce kendilerine, sonra kendime.
verilen sözlerin tutulmadığı öğretilmişti onlara,
"yağmurda koşarsan daha çok ıslanırsın" dediler;
onlar da daha çok koştular yağmurda.
ne vardı ki korkacak, biraz su biraz serinlik.
"yapma!" dediler, onlar yaptı,
"gitme!" dediler, onlar gitti,
"dinle!" dediler, onlar dinlemedi;
çünkü çocuktular.
meyvelerini yememeleri gerek ağaçlara tırmandılar,
yediler, yediler, yediler ve sonra da;
zamirler, özneler, yüklemler kustular.
her hataya bir gizli özne atamak yerine "ben" dediler öznesine,
dediler demesine de, onlar daha çocuktular.
önce ellerinden çocukluk alındı,
sonra yaramazlıklar.
büyüklerinin(!) dediği gibi, yaptığı gibi; onlar da sustular,
işe de yaradı, bir süre sonra durdu kusmalar,
ama onlar çocuktu, bu sefer de küstüler...

Bir Jigolo'nun Anıları - 1

Adınızı değiştirmeyi hiç düşündünüz mü? Severek dinlediğiniz, izlediğiniz; oyuncular, şarkıcılar 'sahne' adı kullandıkça siz de kendinize farklı farklı isimler yakıştırdınız mı? Siz yakıştırmasanız da yakıştırmak zorunda olan ve adını değiştiren birisi vardı. Tabi ki birden çok kişi vardı bunu yapan ama konumuz onlardan sadece biri.

Çok zor duruma düşünce insan gerçekten her şeyi yapabilirdi. Peki düştüğünüz zor durum maddiyatla ilgili olsaydı, ne kadar ileri gidebilirdiniz? Tesadüfen karşınıza çıkan bir maceraya hiçbir şeyi düşünmeden atlar mıydınız?

...

Tufan o sabah da hafta içi her gün olduğu gibi saat 6:30'da uyandı. Aslında alarmı çalmasa ya da en azından telefonu kolay ulaşacağı bir yerde olsa hayatta o saatte uyanmazdı. Yarım saat kadar gözleri yarı kapalı gezindikten sonra saat 7 gibi çayı demlemek için gözlerini açtı. Bir yandan da dolaptan zeytini peyniri masaya taşımaya başladı. Ev arkadaşları ikinci öğretim olduğu için onlar henüz yeni uyumuşken o uyanıp hazırlanıp okula gidiyordu.

O sabah da uyandığında kafasında her zamanki hesapları vardı: "Kahvaltıyı evde yapıyorum 5-6 lira ordan kârım var, dolmuşa geçerken metroya binmeyip yürürüm 1,25 de ordan, öğlen yemekhanede yerim, akşam da yine makarna. Böylece günü maksimum 10 lira filan harcayarak geçiririm.".

Hep zorlanıyordu ailesinin gönderdiği parayla geçinirken ama son aylarda arkadaş grubu yeni bir aktiviteye sarmıştı:"Sinema". Sürekli bir filme gidiyorlardı. Aslında o gitmeyip eve dönmeyi düşünüyordu her seferinde ama hoşlandığı kız da o grupta olunca dayanamayıp gidiyordu filme.

Kahvaltısını ederken sınıf arkadaşlarından Metin aradı: "Oğlum sen kesin unutmuşsundur diye aradım, sakın okula filan gitme, hoca hasta biliyosun haftaya telafi dersi yapacak, bugün ders yok yani." dedi. Hakikaten de unutmuştu. "Lan az kalsın yok yere yol parası verip geri dönecektik." dedi ve telefonu kapattı.

"Ee napalım o zaman ya." diye düşündü. Bilgisayarı açtı, son gezindiği sitelerde dolaşmaya devam etti. Facebook, twitter, ekşisözlük, bir iki forum derken birden bir pop-up reklam açıldı: "Gözü yaşlı yalnızların yaşlarını silin. Bakımlı, yakışıklı erkekler siz de bize katılın." bu kısma kadar çok umursamadı ama devamındaki "Ayda 10.000 kazanmak istemez misiniz?" kısmında gözleri açıldı. "Bu ne lan!" diye düşündü, neyin reklamı olduğunu anlayamadı. Kaslı bir erkek resmi, altında da o metin.

"Kime katılıyoruz naaapıyoruz?" dedi fal taşı gibi açılmış ekrana diktiği gözleriyle. Reklamdaki site linkine tıklayıp siteye bağlandı. Zaten işin aslını da o siteye girdiğinde anladı. Karşısına direk bir bilgi formu çıkmıştı, yanında 50 yaşlarında bir kadın resmi olan...

 Ama o ne işin garipliğinde ne de o resimdeki kadının yaşındaydı. Aklındaki tek konu ayda 10.000 gelirdi. Gitti bir bardak daha çay aldı. "Nasıl olur ki lan?" diye de ciddi ciddi düşünüyordu bir yandan da.

Bilgisayarın başına oturdu. Formda hangi bilgileri istediklerine baktı tekrar. "Bilgilerin hepsine bir şey sıkarım da cep telefonu zorunlu onu naapcaz?" diye düşündü. Sonra onu da yazmaya karar verdi, nolcaktı ki?

Ama "Tufan" adıyla olmazdı, bir isim sıkması gerekiyordu. Zaten sitede de sadece "ad" kısmı vardı. Biraz düşündü ve "Berk" yazdı. Sonra da kalan kısımları doldurup "Formu Gönder" butonuna bastı.

O anda da kendini "Dexter" gibi hayal etmeye başladı. "Gündüzleri öğrenci geceleri de Jigolo, gizli bir kimlik, gizemli bir adam. Tam Dexter gibi olacaksın oğlum ya. Hem o da kimseye çaktırmadan gizliden kaçaktan et kesiyo. Aynı lan valla aynı." diye düşündü.

Ne olacak, nasıl olacak bilmeden beklemeye başladı. Salona geçti televizyonu açtı. Sabahları o saatte hangi programlar olduğunu bilmiyordu; sabah haberleri, kadın programları derken 2-3 saatini geçirdi. Öğle yemeğine bir şeyler hazırlayım diye ayağa kalkmıştı ki telefonu çaldı, yabancı bir numaraydı arayan. Biraz çekinerek telefonu açtı ve karşısındaki kadın lafa girdi;

- İyi günler Berk Bey. Bize yaptığınız başvuru üstüne sizinle irtibata geçiyorum. Bize göndermiş olduğunuz telefon bilginizle birlikte en az bir de fotoğrafınız gerekiyor. Sitemize yükleyeceğiz ve müşteriler oradaki profilinizden direk sizinle iletişime geçecek. Sitemizdeki adrese en az bir fotoğrafınızı göndermenizi bekliyorum. Hemen gönderirseniz bir saat içerisinde profilinizi aktifleştireceğim.
-Şey, peki suratımın görünmesi gerekmiyo de mi?
-Hayır, hatta çoğu profildeki fotoğraflar zaten olabildiğince kas içeren fotoğraflar.
-Anladım o zaman ben size hemen gönderiyorum.

Bildiğin bu işe artık ciddi ciddi kalkışıyordu ama hala karşıdakiler kim? Ne yapacaklar? bunları hiç düşünmüyordu. Fotoğraflarından 2 tanesinden kafa kısmını paintte kesip sitedeki mail adresine gönderdi ve siteye girip sürekli sayfayı yenilemeye başladı, kendi profilinin açıldığını görmek için.


https://twitter.com/biryirmidort




Beden Eğitimi Öğretmeni Sıla Zencer'in Hikayesi

Kars'ta soğuk bir kış günüydü. Köyün bakkalına giden Metin aldığı iki ekmek ile evine dönüyordu koşturarak. Neyse önemli olan Metin ve ekmekleri değildi. O sırada Fethiye'de bir kız çocuğu doğdu. Babası ona ünlü şarkıcı Sıla'nın adını verdi. Böylece "Sıla Zencer" efsanesinin de ilk adımı atılmış oldu.

Sıla normal çocuklardan daha hızlı büyüyordu. Önce ayakları büyüdü, sonra elleri sonra kol ve bacakları. Ancak beyni bir türlü normal boyutlarda büyümüyordu. Okuldan kalan zamanlarda koşuyor, koşuyor, koşuyordu. Anasına sövmüşler gibi çocukları kovalıyordu, Mecidiyeköy'de fenerli görmüş gibi koşuyordu.

Sonra üniversitenin ilk yıllarında aşık oldu. Sınıftan bir arkadaşıyla seviyeli bir ilişkiye başladı. Fakat o çocuktan da koşarak kaçtı. Durmadan koşuyordu. Avrasya maratonuna katıldı, birinci bitirdi. Koşmayı bırakmadan gitti Avrupa'da bir maratona katıldı; paso koşuyordu. Sekiz yıl koşup Türkiye'ye tekrar koşarak döndüğünde Edirne'de bir köyde ona bir ihtiyar seslendi:"Nereye koşuyosun yeğenim, gel otur iki soluklan."

O soluklanma onun yılladır ilk duruşuydu. Amca ona KPSS'yi öğrenciliği anlattı. Onun da kafasına yattı sigortalı bir işte koşmak. Beden eğitimi öğretmeni olmaya karar verdi. Bir yandan da kendi markasını "sılazencer"i kurarak spor ayakkabı ve diğer spor malzemelerini üretmeye başladı.

Okulu bitirdi. Atama beklerken koşmaya devam etti. Koştuğu günlerden birinde, otobüsü koşarak yakalamaya çalışan bir bankacıyla tanıştı ve sonra da onunla evlendi.

Yıllardır da koşuyor. Kimi oturuyor, kimi çocuğuna bakıyor kimi eşini özlüyor kimi annesini babasını ama hepsi Sıla gibi hala atama bekliyor.

ses..bir..kii

ilham mı gitti böyle bir şey oldu ya. değişik. bir süre buralarda olmam. kim okur kim bakar buraya onu da bilmiyorum da diyeyim dedim.

twitter.com/biryirmidort

Deneme; Bir İki...

Hayat, çok garip.
Bile bile girilen bir lades gibi ama tek farkla, bilmeden bırakılıyoruz tam ortasına.
Nerede ne yaparsak en iyisi nereden bile biliriz ki?
Düşünmek diye bir özelliğimiz var, sonra o da gidiyor bazen elimizden, tutamıyoruz ki.
Kafamızı kaldırıp gökkuşağındaki renklere bakarken,
Altından nice renk akıp gidiyor biz görmeden.
En uzağı en yakın belliyoruz bazen,
Bazen ellerin kavuştuğu rüyalar görüyoruz, sessiz, kimsesiz, yalnız.
Ne kadar yorgun olursak olalım uyanmak istiyoruz,
Gözlerimiz nemli,
Yastığımız nemli.
Hasret çekiyoruz sürekli, bilinmeyene ya da en iyi bildiğimize.
Ne işe yaradığını bilmeden ezbere nefes alıyoruz, yedi gün yirmi dört saat.
Ve bir yirmi dört saat daha ekliyoruz hayatımıza,
Bazen dua edip bazen de sitem edip uyuyarak.
Biz büyüdükçe mi büyüyor hatalarımız,
Ve pişmanlıklarımız bilmiyorum.
Kendi üzüntümüzden çok bir başkasınınkini düşününce insan oluyoruz,
İnsan olduğumuz yerde kalakalıyoruz.
Ne bir cümle, ne bir ses.
Boğaz düğümlenince bir kez,
Buz kesiliyoruz.
İçimizde bir alev cayır cayır yanarken,
Gözler her sıfatta o gözleri ararken,
Sen kovaladıkça kader senden kaçarken,
Çıkmaz ne kadar sokak varsa hepsine giriyoruz.
Görüyoruz, duyuyoruz, hissediyoruz;
Birileri ne görüp ne duyup ne hissederken.

Ağustos

ağustos ayında bastıran bir yağmurdu,
havanın bütün boğuculuğunu yok eden,
serinleten,
çöldeki serap gibi;
talebe arz,
aşka cevap gibi.
güneşe teslim etmekti bütün beyaz pigmentleri,
gölgede bile kavrulmak.
yaşlıların okey oynadığı gölgelik bir sahil kahvesinde,
tost yiyen bebelerin masasında,
örtüye temas eden buzlu bardağın dışında kalıp,
iki damla olarak ağır ağır süzülmekti bizimki;
demir parmaklıkların arkasından içeridekileri izler gibi,
içinde olmak varken, dışarda kalıp da,
eriye eriye içerdekileri özler gibi.
susmak bilmeyen üç yaşında bir kız çocuğu gibi sayıklardı seni,
içimde bir yerlerde hep aynı ses,
deniz kumundan kaleler yapardı depremlerimize dayanıksız,
ve o ses her çağırdığında sana gelirdim dayanaksız.
akşam türlü türlü böceklerin sesi eşliğinde verandada yenilen akşam yemeği,
sonrasında belki çarşıda ufak bir gezinti,
çok yememişsek yemeği, iki top dondurma belki de,
yanyana,
bizim gibi.
ama sıcak, çok sıcak,
o iki top dondurma da akacak,
bardağın dışından akan damlalar gibi;
ve o hiç susmayan kız çocuğu bu sefer ağlayacak,
sen gibi,
ben gibi...

Mayıs


Ben hiç beklemediğim bir anda yalnız kaldım,
Her taraf insandı ama payıma düşeni alamadım.
Uyandığım zaman içimin yanması gibiydi, tek farkı su içince geçmiyordu bu sefer ki,
İçimde sürekli “Geçecek.” diyen aynı ses telkin ediyordu beni;
Cama vuran yağmur damlaları,
Yere düşenler kadar iç acıtıyordu.
O kadar çok şeye karşı kurak kalmıştım ki,
Sağanak yağmur bile yetmiyordu, zaten cam vardı yağmurla aramda,
Seninleyse dağlar.
Rüya görmeyi bırakmıştım o günlerde,
İnsan gerçekte rüya gibi bir şey isteyince, olurdu öyle.
Olmayacak şeylerin olacağına inanmak,
Gerçek olmayacağını bildiğin şeylerde bir gerçek aramak,
Yağmura karışırdı gözyaşların.
Üzülme canım, ben en çok bundan korktum.
Üzülmen kabusum oldu, rüyalarımın tam bittiği dönemde.
Parmak uçlarımda yürüyerek sevdim ben seni,
Duyma diye.
Sen başka yere bakarken baktım gözlerine,
Güldüğün zaman bir bebek doğuyordu,
Bir kelebek uçuyordu,
İlk kez anne diyordu çocuk,
Hastalıklara çare oluyordun canım,
Gülüşün mutluluktu, ama bakmadım, bakamadım.
Kokun geliyordu hemen peşine,
En aç olduğum zaman burnuma gelen taze ekmek kokusu gibi,
Buğdaylara dokunarak uçsuz bucaksız sarılıklarda gözlerimi kapatıp koşmak gibi.
Kokun geliyordu, ciğerlerimi “sen” dolduruyordum,
Ama tutamazdım içimde seni, biliyorum canım.
Aldığım nefesi geri veriyor, seni ciğerlerimden salıveriyordum…

Film Özet ve Eleştrileri - Matrix

Eleştirime başlamadan önce şunu belirteyim ben tam bir hayvan severim. Bu filmin adını ilk duyduğumda da "Oh be! bizim ülkemizde de sonunda hayvanlarla ilgili film çekiliyor hem de en sevdiğim hayvan olan martılarla ilgili!" diye düşündüm. Fakat sonra öğrendim ki bu film bizim ülkemizde çekilmiyormuş.

Asıl şoku ise filme girdiğimde yaşadım, film boyu tek bir karede bile martı görünmedi. Görünen tek hayvan beyaz tavşandı.

Filme gelirsek, film inanılmaz bir karmaşanın içinde uyanan Neo ile başlıyor ve ekranı başında şakayı patlatıyorum "Neo ne o hal ne o?". Sonrasında kendini Mor Feus'a götüren tavşanı takip eden Neo amansız bir maceranın içerisine de böylece girmiş bulunuyor.

Mor Feus kendisine etraflıca iyi yönlerini kötü yönlerini anlatıyor Matrix'in ve sonunda da soruyor "Hangi hap?". Neo o anda geri dönmeyi değil Matrix'e gitmeyi tercih ediyor ve bir aynanın içerisinden ortamlara akıyor.

Yıllardır mitçi mi simitçi mi? diye sorulan soru bu filmde de vücut buluyor. Ajan Simit bize ajanlığın inceliklerini ve bir Matrix beyefendisinin nasıl oturup kalkacağına kadar bir çok şeyi beyaz perdede gösteriyor.

Telefon ediyorlar ve yer bildirince hop bağlı oldukları alette uyanıveriyorlar. Robotlar ele geçirmiş Matrix'i ve herkesin dilinde aynı soru "What is the Matrix?"

Dövüş sahneleri inanılmaz güzel, silahları Tatar gibi kullanıyorlar. At biniciliği filmde yok denecek kadar yok.

Fakat sonrasında Ajan Simit'e bunlardan biri yerlerini bildiriyor ve Neo'yu satıyor. Mor Feus üzgün, Mor Feus kızgın! Nasıl olmasın? Adamın anasına bacısına küfretmek gibi bir şey bu ona yapılan. Çünkü Neo seçilmiş kişi, ona bir şey olacak diye aklı çıkıyor Mor Feus'un, aman Allah'ım ne korkular ne tedirginlikler.

Neyse şükür ordan da kaçıyorlar ve sonra Neo iyice coşuyor, Asena gibi kıvrak hareketlerle mermilerden kaçmak mı dersin, trafik polisi gibi mermi durdurmalar mı dersin. Bu sırada Mor Feus esir düşmüş, tabi Neo durur mu, hayır! Gidiyor "abi" bildiği Mor Feus'u da soysuz, kansız Simit'in elindenn kurtarıyor.

Trinitiyle biraz yakınlaşıyorlar ve film orda son buluyor. Bi de 'vazoyu dert etme' esprisi hiç komik değildi.

Filmin eksilerine gelirsek, bir kere öyle bir dünya yok! Bilgisayara bağlayım sonra ayrı bi yere gitsin telefon ediyim gelsin gibi bi teknolojiye hala ulaşılamadı, ki gerek de yok. Son olarak madem kıvrak olman gerekiyo neden ayağına kadar uzun palto giyiyosun Neo? Tam Simit'e çakarken paltoya bi bassan ağzın burnun dağılır. Ama genel olarak güzel bir film dikkatli bir izleyici olduğum için takıldığım noktalar illa ki oldu.

Film Özet ve Eleştrileri - Titanik

Ben böyle şey görmedim. Sen o gemiyi nasıl yaptın taa 1900'lerin başında? O kadar koca gemi nasıl ısınır, o içindeki insanlar ne yer ne içer? Bilecik nüfusu şimdi elli bin ama o yıllarda taş çatlasa üç-dört bindir. Titanik'in kapasitesi üç bin beş yüz. Sen koca il nüfusu kadar adamı nasıl yaptın ne ettin de oraya sığdırıp taşıdın?

Ve benzeri sorularla başlayan film hızla artan bir tempoda devam ediyor. Esas oğlanın esas kıza aşkı konu alınıyor. Esas oğlan kızın resimlerini çiziyor ve bir sahnede öpüşmüşlükleri de var. Ve sonradan, evet, o meşhur kollarından tutup harmandalı pozisyonunda geminin ucunda dikilme sahnesi! Can güvenliğinin sıfır olduğu bu sahnede sözde "seviyorum" dediği kızı geminin bir başında denize sarkıtan, canına kasteden esas oğlanın sıfatında metrobüsteki bazı vatandaşlarda beliren bir tebessüm hasıl oluyor.

Sonrasında kızın kocasıgil bunlar arasında bir şeyler olduğunu çakozluyor. Tam silahını çekip "şehadet getir köpek!" diyecekken türkçesi iyi olmadığından standart "fakof" diyor. Sonrasında kaptan bunlara bakıyor, ne olaylar ne olaylar. Bir de görüyor ki bunlar kavga hengame ortasında "Hop, ringonun ahırı mı burası?" diyor, kalabalıktan sarhoşun biri de kaptana bakıp "Sen çok yanlış gelmişsin burası Titanik." şeklinde geri dönüş yapınca kaptanın kontak atıyor haliyle.

Tam dümene geçiyor kaptan o sırada ilerde büyük bir beyazlık görüyor, Allahım ne güzel bi görüntü bi resmini çekeyim diye cep telefonunu çıkartırken dümeni bırakıyor tabi şaşkaloz. O sırada bambır gümbür gemi giriyor buz dağına, tabi sekizde sekiz hata kaptanda. Neyse olay yeri inceleme ve sahil güvenlik geliyor, kaptanın alkol testi yapılıyor. Düz bir çizgide yüzüp yüzemediğine bakılıyor.

Gerekli işlemlerden sonra sahil güvenlik gemiyi bağlıyor ve esas oğlan su altından yüzüp kızı omzuna alıyor ama su soğuk feci şekilde. Seyircinin ağlaması için birinin ölmesi gerektiğinden dolayısıyla adam beti benzi atmış şekilde derinliklere doğru batıp boğuluyor ve kadın bir kapıya tutunarak hayatta kalıyor.

Ve işte büyük sürpriz, o kadın filmin başından beri hikayeyi anlatan yaşlı kadınmış. Yaptıkları çok doğal gibi, kocasını aldatmasını filan gururla kameralar önünde anlatıyor haspam.

Ve film bitiyor yazılar geçmeye başlıyor.

Eleştrilere gelecek olursak, kurgu zayıf, olay bağı kopuk, karakterler arasında geçiş yok, sahne geçişleri daha iyi olabilirdi. Bir de sizi deniz tutuyorsa bence bu filmden uzak durun derim.

Ev Arkadaşı: Kısa ve Net - 5.Bölüm

Teoman "Mahallenin Doktorları"nın çekimleri için ilk kez kamera karşısına geçecekti o gün. Sabah uyandığında karnında kelebekler uçuşuyordu. Yataktan henüz kalkmamışken burnuna taze simit kokusu geldi. Tolga arkadaşına kahvaltıyı hazırlamış ve Buse'yi de kahvaltıya çağırmıştı.

Teoman yüzünü yıkarken sabunun hindistan cevizli olduğunu farkedince eskilere daldı. Bundan üç yıl önce bir İstanbul ziyaretinde adaya gitmiş ve orada iki hafta kadar mahsur kalmıştı. Tam bir sörvarvıy gibi geçirdi o iki haftayı adada ama o sürede en çok canını sıkan şey sürekli kokonat yemekti.

Adada mahsur kaldıklarında üç kişiydiler. Üç arkadaş adadaki ikinci günlerinde kendileriyle birlikte üç ünlünün de adada mahsur kaldığını farketmişlerdi  Sonra o ünlülerin bir tanesi teknesi olduğunu hatırlayınca o tekneyi kullanarak adadan ayrıldılar.

O günleri hatırlayarak yüzünü yıkayıp sofraya geçti Teoman, tam sofraya oturduğu sırada da cep telefonu çaldı. Arayan yönetmendi: "Teoman hemen sete gelirsen iyi olur. Kettle sete getirildi, çekimlerden önce sana alışması lazım."

Teoman aceleyle bir kibrit kutusu peynir, bir ceviz kabuğu zeytin, iki tornavida uzunluğunda salatalık yedi ve küçük eczane poşeti kadar çayını da kafaya diktikten sonra evden çıktı.

Sete gitmesi kısa sürdü; Levent'ten çıktıktan sonra ikinci köprüyü kullanarak karşıya, ordan da Maltepe'ye geçti. Çekimlerin yapılacağı kahvenin yerini iyi öğrenmişti, zaten ışık ve ses ekibinin hazırlıklarından çekim alanı da rahatlıkla fark ediliyordu.

Kahveyi ve mahalleyi uzaktan incelerken ensesine çok sağlam bir tokat indi. Neye uğradığını şaşırmış şekilde arkasını döndü ve dönmesiyle şaşkınlığı daha da arttı çünkü arkasında kocaman bir goril duruyordu.

Goril tanışmak ister şekilde elini uzatıp Teomanla tokalaşıyordu ki yönetmen yanlarına geldi: "Aa çok güzel. Demek ki tanıştı rol arkadaşları. Nasıl sevdin mi Kettle'ı Teoman?" dedi. Teoman "Bayıldım!" diyebildi, korkudan bayılmak üzereyken. O sırada Kettle kafasını, daha doğrusu kafasındaki maskeyi çıkarttı. Teoman onun kostüm olduğunu o zaman anladı. Dizide Kettle'ı o kostümün içerisindeki Cenk canlandıracaktı.

Teoman keyifle çalışma arkadaşlarıyla tanışırken aklına yine bir kurt düştü! Bu Tolga kahvaltıya Buse'yi de çağırmıştı! Yani onlar şimdi evde başbaşa mıydı?

Ev Arkadaşı: Kısa ve Net - 4.Bölüm


Teoman gözleri fal taşı gibi açılmış şekilde Toygunç'a bakarken salona Buse girdi: "Alın bakem kahvelerinizi goçlar!" dedi.

Toygunç'un pantolonuna odaklanmayı bırakan Teoman bu sefer de Buse'nin şivesine odaklandı ama sonra çok umursamayıp kahvesini höpürdetmeye başladı. Az önceki gergin hava dağılmış ve hello kiti aklından çabucak çıkmıştı.

Kahvelerini bitirmek üzerelerdi ki kapı çaldı, gelen Tolga'ydı. Belli ki yukarıda tek başına durmaktan sıkılmıştı ya da sadece Buse'yi özlediği için inmişti aşağı. Buse kapıyı açtı ama Tolga'yı içeri buyur etmedi, onun yerine Teoman'ı yukarı yolladı: "Görüşürüz kuzen git hadi artık." diyerek.

"Hey, aç mısın?" dedi Tolga merdivenden eve çıkarken. "Hey mi? İyi misin oğlum? Aç filan değilim ben." dedi Teoman.

Eve vardıklarında valizinden yaz boyu rol alacağı dizinin senaryosunu çıkarttı. Ertesi gün çekimler başlıyordu ve biraz daha tekrar yapması gerektiğinin farkındaydı. Yapımcılar ve eleştirmenler dizi için "Sezonun en iyi dizisi olacak!" yorumlarında bulunuyorlardı. Zaten televizyonda dönen fragmanları ve adıyla şimdiden çok konuşulur olmuştu: "Mahallenin Doktorları" dizisi. Teoman dizide; kahvehane işleten Tıp Fakültesi mezunu Dursun'u oynayacaktı ve senaryoya göre kahvehanede "Kettle" adında bir maymun besliyor olacaktı.

Teoman'ın en büyük hayallerinden birisi de iyi bir oyuncu olup Küçük Ceylan'ın sunduğu ünlü Talk Show: "Ceylan O Show" a katılabilmekti ve bu hayaliyle birlikte dizinin senaryosunu okumaya koyuldu. Dizinin oldukça sürükleyici olmayan bir hikayesi vardı; "Çay çek!" diyenlere çay götürüp boşları alıyordu senaryoya göre Teoman.

Senaryoyu pür dikkat okurken bir sorun dikkatini çekti, Tolga yarım saat önce ocağa koyduğu çayı henüz demlememişti! Bu onun için büyük bir fırsattı, kahvehane işletmecisi rolüne hazırlık olması adına hemen mutfağa koştu ve kaynayan suyu demliğe döktü; artık ertesi günki rolüne daha da hazırdı...

Örümcek Adam: Kader Örmüş Ağlarını


Bundan dokuz yıl önce birisi çıkıp "Örümcek Adam" dese güler geçerdik fakat teknoloji o kadar hızlı ilerledi ki artık günümüzde bu hiç de mantıksız gelmiyor. Sonuçta ilk bilgisayar da bir oda büyüklüğündeydi ya da ilk televizyonda yayın sadece siyah beyazdı.

Her neyse, Örümcek yapı olarak bir hayvan ve devamına "adam" kelimesinin gelmesi tabi ki ilk başlarda insanların kafasını oldukça karıştırdı. İlk örümcekler ve ilk adamlar aynı çağda yaşamış olsalar da "Örümcek Adam" o çağlarda henüz görülmemişti.

Örümcekler o zamanlardan beri ikiye ayrılır; zehirli ve zehirsizler. İnsanlar için ise böyle bir kategori yoktur, insanlar tek tiptir. Hızla gelişen şehir hayatı, kozmopolit düzen, inanılmaz mekanik olaylar ve subjektif ulaşım araçları gibi anlamını bilmediğim daha bir çok kelimeden dolayı müthiş bir hiyerarşik şekillenme ve baş döndüren bir füzyon olmuştur.

Çok değil, bundan sadece on yıl önce Batman'i sadece bir il sanmıyor muyduk? Superman sadece bir hayal ürünü değil miydi? Peki ya Hulk, onu da sadece Hulk Ekmek'in sahibi bellemedik mi?

Yine içlerinden bize en samimi ve yakın gelen hep "Örümcek Adam" oldu. O da bu yakınlığa karşılık olarak, 2002 senesinde hapishaneye düştüğünde bize şu dizeleri yazmıştı;

"Ağ atarım ağ atarım,
Ustam ölmüş,
Ben yatarım!"

Ki yattı da! Üç yılını geçirdi cezaevinde. Irzına geçmeye çalışan da oldu, karşısına alıp kardeşi gibi onunla konuşan da. Çay demledi bazı soğuk gecelerde. Bazen de, sürekli: "Kader mahkumuyuz. Kader ağlarını ördü!" diye sinirini bozan tutukluları ağa dolayıp camdan sarkıttı. Ama ne olursa olsun örümcek sezgilerine güvendi hep.

Hapisten çıktığında ona ne iş veren oldu ne de elinden tutan. Zaten çarpık kentleşmenin yoğun olduğu bir ildeydi. Ağ atıp hızlıca gideceği gökdelenler yerine düzensiz binalar vardı.

Yeşilçam'ın diğer isimsiz kahramanları gibi bugünlerde o da kimsesiz ve sessiz kendi köşesine çekilmiş durumda. "Kimse gelmesin ziyaretime, yalnız ölecem." diyor ve ekliyor: "Bi sigara var mı?".

Her şeyi tükettiğimiz bu bilgi çağında belki de böyle üstatlara daha çok ilgi göstermemiz, üzerlerine titrememiz gerekir. Sizce de şapkamızı önümüze koyup, ceketimizi de yerine asmanın zamanı gelmedi mi?

Kimse hatırlamasa da bugün onun doğum günü, nice yıllara spidey!

Ev Arkadaşı: Kısa ve Net - 3.Bölüm


Toygunç'u kuzeninin evinde, belinde havlu sarılı şekilde görmek Teoman için büyük bir şoktu. O şoku atlatması on iki on üç saniye kadar sürdü ve sonra lafa girdi: "Pardon, ben Buse'ye bakmıştım ama?"

Toygunç'un ellerinin ıslak olduğu belliydi. Ellerini beline sarılı olan havluya sildikten sonra havluyu çıkartıp içeriye doğru attı. Teoman ikinci kez şok olmuştu, Toygunç da yaptığı hatayı farkedip utançla başını öne eğdi. Havluyu çıkarıp attığı anda, havlunun altına giymiş olduğu taşlı ve hello kitili kot pantolonla kalakalmıştı çünkü. O haliyle kalınca durumu kurtarmak için sesini kalınlaştırarak az önce Teoman'ın sorduğu soruya cevap verdi: "Gel buyur abi, içerde Buse."

Teoman ayakkabılarını kapıda çıkartarak içeriye girdi, dar bir koridordan geçti önce, sonra sol tarafında dağınık bir mutfağı bıraktı arkasında...

Salona vardığında ise onu gördü; iri yeşil gözlerini ona dikmiş kanepede uzanarak kollarını yalıyor, bir yandan da geriniyordu, Buse'nin kedisi "Döner"di bu. Teoman o tatlılığa dayanamayıp "Oy ne tatlı şeysin seen!" diye kedinin yanına gittiğinde Buse'nin sesini duydu: "Teoman abii! Gözlerime inanamıyorum! Hoşgeldin."

Teoman kuzeninin yanına koştu, sarıldılar. Birbirlerini çok özlemişlerdi, e dile kolay birlikte büyümüşlerdi ve uzun süredir ayrı şehirlerdelerdi. Biraz özlem giderince "Yemeğe çıkalım mı?" dedi Buse. Teoman yol yorgunuydu: "Salak salak konuşma Buse, daha yoldan yeni gelmişim yemek diyosun! Biraz düşünceli ol be! Bütün dünya senin etrafında dönmüyor anası kılıklı!" diyerek kibarca reddetti bu teklifi.

Buse hatasını farkedip Teoman'a bir yorgunluk kahvesi yapmak için mutfağa gitti. Böylece Teoman ve Toygunç da erkek erkeğe sohbet etme fırsatını yakaladılar. Lafa Teoman girdi;

-Ee Toygunç sen neler napıyosun bakalım? Buse'yle aynı okulda mısın?
-Evet sınıf arkadaşıyız abi.
-Oğlum şu pantolonu değiştir ya! valla ciddiye alıp sohbet edemiyorum seninle.
-Akşam sahnem var o yüzden giydim abi, istersen havluyu tekrar sarıyım?
-Yok yok o daha beter oluyo. Ne sahnesi ya nerde çalışıyosun ki sen?
-Aslında bu gizli kimliğim ama madem sordun anlatıyım. Ben aslında gizli kahramanım. Yaptığım şey ise çok basit. Play Station cafeleri tek tek gezer, bakarım; gitar hiro oynayıp da solisti olmayan kim varsa orda ben devreye girer ve şarkıyı söylerim, asıl hiro benim.
-Anladım canım başarılar.

Teoman, Toygunç'un deli olduğunu anladığı sırada masanın üzerinde duran kalem kutusu gözüne çarptı, çünkü Toygunç durduk yere o kalem kutusunu alıp Teoman'a fırlatmış ve tam gözünden vurmuştu.

Buse'nin yere düşen kalem kutusunun üzerindeki logoyu gören Teoman bir saat içinde üçüncü kez şok oldu. O logo hello kiti logosuydu. Yoksa? Yoksa Toygunç'un üzerindeki kot da kalem kutusu gibi Buse'nin miydi...

Ev Arkadaşı: Kısa ve Net - 2.Bölüm


İkili birlikte yaşamaya karar verdikten bir kaç dakika sonra Levent'e gidecek olan servis kalkmak için yerini aldı.

Tolga serviste evinin yerini tarif etmeye başladı, o anlatırken Teoman da kuzeninin ev adresini hatırlıyordu. Tolga'nın lafı bittiğinde Teoman biraz şaşkın bir ifadeyle: "Kuzenimle aynı apartmanda yaşıyorsunuz!" dedi.

Tolga biraz çekinerek kuzeninin kim olduğunu sordu, Teoman: "Buse" yanıtını verince de Tolga'nın, arkadaşının kuzenine aşık olduğu resmiyet kazandı.

Tolga Buse'ye olan hislerini belli etmemek için güzel bi şekilde lafa girdi ve: "A öyle mi tanıyorum ya, çok iyi kızdır, karşılaşıyoruz apartmanda sık sık, ama sadece meraba meraba, zaten kardeşim olsa öyle olsun isterdim, süper bi insan, hele güldüğünde gözlerinin içinin gülmesi yok mu! Bi de gamzesi var ya minicik... Yanında bi kaç kez bi lavuk gördüm o ne ayak sevgilisi filan mı Teomancım?" dedi.

Teoman bütün bu konuşmaların üstüne biraz kıllanmıştı, aklından "Yoksa?" diye geçti, başta içinde tutmaya çalışsa da en sevmediği durumlardan birisi olduğu için nolursa olsun sormak zorunda hissetti kendini: "Lan senin ev beşinci katta ama asansör var de mi?"

Tolga rahatlamıştı: "Var abi var, rahat ol." dedi. O sırada servis de durağa yaklaşmıştı. Levent'te indikten sonra eve varmaları on dakika sürdü. Teoman Buse'yi aramadı çünkü ona sürpriz yapmaya karar vermişti. Eve girdiklerinde ikisi de ne kadar yorulduklarını farkettiler. Teoman'ın gözüne duvarda asılı olan o heybetli portre resim çarptı. Tolga da bunu farketti ve resmin yanında dikilip: "Büyük dedem o benim! Antep'in ilk müzisyenlerinden, Final Bey."

Teoman müziğe hiç ilgi duymamasına rağmen Final Bey'in hikayesinin ilginç olabileceğini düşünerek sordu: "Müzisyen mi? Hmm, ne tür müzik yapıyordu? Bir de ilginç bir adı varmış, anlamı nedir?"

Tolga uzunca anlatmaya başladı;

"Dedem bir Urfa göçmeniymiş. Urfa'dan Antep'e göçmüşler, evet farkındayım çok yakın! Ama tam Antep'ten çıkarken kalan topraklarda kebabın, baklavanın hasının olmayabileceğini duymuşlar. Bunun üstüne de: 'Bu kadar göç de göçtür, biz de göçmeniz!' diyerek Antep'e yerleşmişler. İlk iki yıl sadece birikimlerinden ve Antep kebaplarından yemiş dedem. Sonra eldeki avuçtaki bitmeye başlayınca da iş aramaya koyulmuş. Bir gün bir arkadaşının evindeyken o zamana kadar hiç görmediği bir enstrüman görmüş. Adını sorduğunda ise elektro kanun olduğunu öğrenmiş ama hem o alet çok saçma geldiği için hem de sesini hiç sevmediği için bağlama çalmaya başlamış. Dedemin adının anlamına gelince de 'son', 'kapanış', 'bitiş', 'en uç' gibi farklı anlamları var. Zaten uçlarda yaşamayı severmiş rahmetli. Böyle işte onun hikayesi."

Teoman bu çarpıcı hayat hikayesinden sonra valizlerini evde bırakıp alt kata kuzeni Buse'yi görmek ve sürprizini yapmak için indi ve kapıyı çaldı.

Ama kapıyı beklediği gibi kuzeni değil, belinde havlu sarılı şekilde Toygunç açtı...

Ev Arkadaşı: Kısa ve Net - 1.Bölüm


Teoman, on bölüm yayınlanması planlanan yazlık dizi için aldığı teklifle Ankara'dan kalkıp İstanbul'a gelmişti...

Otobüsten Alibeyköy'de indi, uçağa para verecek kadar ünlü değildi. Otobüste üç ev hanımı ve iki tane de lise öğrencisi genç kız onu tanımış, o beşinden de sadece bir tanesi ondan imzalı fotoğraf istemişti.

Teoman o zamana kadar tek bir dizide rol almıştı, o da Ankara'da çekilen ve her gün Kurnaz TV'de yayınlanan "Deniz  Hıyarı" adlı diziydi. Teoman o dizide "Deniz" karakteriyle seyirci karşısına çıkmış ve hiç beğeni toplayamamıştı. Teoman'ın diziyle ilgili Youtube'da en çok izlenen videosu ise, dizide kız arkadaşına serenat yapıp "Arap atlar yakın eder ırağı" adlı şarkıyı söylediği sahneydi. Yayınlandığı günden beri sosyal medyada hala bu sahnenin arkasındaki felsefi anlam çözüme kavuşturulamadı...

Otobüsten indiğinde yüzüne yoğun bir sıcaklık ve nem çarptı. Cebindeki mentollü selpağı çıkartıp hem terini sildi hem de biraz ferahladı. Levent'e giden servisin yaklaşık yirmi dakika sonra kalkacağını öğrenince terminaldeki büfeden soğuk bir su alıp dikilmeye başladı. O sırada üniversiteden sınıf arkadaşı olan Tolga'yı gördü, o da sigarasını yakmış servis alanında dikiliyordu.

Teoman, Ankara'da konservatuvar ya da televizyonla alakalı bir bölüm değil de biyoloji okumuştu. Okuduğu bölüme rağmen tamamen kendi hırsı ve çabası onun o Ankara dizisinde rol almasını sağlamıştı. Tolga ise bölümü severek okumuş ve derece ile bitirmişti. Zaten üniversite döneminde Teoman'la konuşmalarının çoğunda lisenin ilk yıllarından beri biyolog olmak istediğini, anatomiye ve canlıların genel yapısına ne kadar ilgisi olduğunu söylüyordu. Girdiği iş de Teoman'ın aksine mesleği ile ilgiliydi. Taksim'de bir ocakbaşı dürümcüde usta olarak çalışıyordu. Tamam! Biyolog değildi ama, laboratuvarda uğraştığından biraz farklı olarak yine hayvanlarla uğraşıyordu. İstanbul'a gelip altı ay iş bulamadığında amcasının teklifini geri çevirmeyip  dürümcüde çalışmaya başlamıştı.

Tolga aslen Gaziantep'liydi. Amcası da o dükkanı yıllar önce Antep'ten gelip açmıştı ve şu an Taksim'in en bilinen, sevilen dürümcülerinden birisiydi: "Doctor's Status". Uzun yıllar "Doktor Dürüm" olarak hizmet verdikten sonra İstiklal Caddesi'nin artan turist nüfusunu da göz önünde bulunduran Tolga'nın Amca'sı, 2010 yılının ortalarında dükkanın adını birebir ingilizceye çevirmek için Google Translate kullanınca dükkanın yeni adı o şekilde oluşmuştu. Çeviri için ismi internete yazarken "ü" yerine "u" yazması dükkanını siber alemin en meşhur işletmelerinden birisi yapmıştı. Ekşi tatlı bir çok sitede onun dükkanından bahsediliyordu.

Tolga iki yılı biraz geçen bir süredir orada çalışmaktaydı. O gün de yıllık izininden dönmüş ve evine giden servisi bekliyordu. Teoman uzaktan onu görüp tanıyınca hemen yanına gitti. İki eski arkadaş koyu bir sohbete giriştiler. Teoman yaz boyu uzaktan kuzeninde kalacağını söyledi, dizi işinden bahsetti. Tolga da ev arkadaşı aradığından kiraların yüksek olduğundan bahsetti. Zira sadece ustalık yaparak kazandığı paranın kiradan kalan kısmı ona iyi bir sosyal hayat sağlamıyordu.

Bu sohbetin sonunda bir anda aynı eve çıkmaya ve Teoman'ın kuzeni yerine Tolga'da kalmasına karar verdiler.

Bir toy dizi oyuncusu ve bir ocakbaşı ustası biyolog böylece aynı evde yaşamaya başlamak için ilk adımı attılar...