Komiser Hakan / Bir Yaz Gecesi - 1

"Abi, birileri ölmezse biz işsiz kalırız de mi?" dedi Çetin; Beşiktaş'ta oturdukları kafeden ayrılmış, cinayet ihbarının olduğu adrese doğru giderken. "He Çetin. Hatta ölümler azalırsa birer ikişer işten çıkarırlar önce. Sonra artarsa tekrar yerimize birisini alırlar. Salak salak konuşma da geç hadi geç! Yeşil yandı." dedi Burak, cevaben.

Gazı kökledi Çetin, tekerleri kayarak harekete geçti araba. Hakan, çoğu ihbardan sonra olduğu gibi, yine kafasını cama yaslamış boş gözlerle dışarıyı izliyordu. Her cinayet ihbarıyla birlikte, onun da içi, biraz daha ölüyordu sanki. Bu kadar güzel bir adamın bu kadar çok ölümle uğraşmasının tek bir açıklaması vardı: hayat!

Ortaköy üzerinden Zincirlikuyu'ya oradan da Levent'e vardılar. Haftasonu ve güzel bir yaz akşamı için makul denilebilecek bir trafik vardı. Maslak'a ulaşmaları on dakika kadar sürdü.

Her ihbar geldiğinde, üçünün de belli tepkileri vardı aldıkları haber karşısında. Çetin olduğundan daha hareketli ve konuşkan bir hal alırdı, Burak sinirlenir ve her şeye agresif yaklaşırdı; Hakan ise susardı.

İhbarın geldiği adrese vardıklarında, rezidansın girişinde Olay Yeri İnceleme ekibinin amiri Tufan Komiser karşıladı onları: "Hoş geldiniz Hakan Komiserim. Biz de biraz önce geldik. İki ölü var, sevgililer muhtemelen. Cinayeti işaret eden bir bulgu yok elimizde ama dediğim gibi yeni geldik, arkadaşlar hala araştırıyor. İsterseniz buyurun bir çay içelim biz." dedi.

- Ne çayı Tufan? İşinizi halledin, ilk inceleme bitince birazdan çıkıyoruz yukarı, söyle adamlarına.
- Peki Hakan. Beş dakika sonra yukarıda olun.

Başını kaldırıp rezidansın son katını görmek istediğinde, başı dönecek kadar yüksekteydi. Bahçeye inip polislere korku dolu gözlerle bakan rezidans sakinlerini inceledi. O panik anında bile bazıları Hakan'ın ve Çetin'in tişörtlerine, ayakkabılarına dikkatlice bakıyorlardı; bu muhitte görmeye alışık olmadıkları bir etiket skalasına aitti sonuçta onlar. Burak giyimine dikkat ederdi, o yüzden o diğerleri kadar göze batmıyordu; hatta üçünü, ünlü bir modacının defilesinde podyumda hayal etsek, Burak kesinlikle, modacıyla el ele kapanışı yapabilecek bir haldeydi. "Bunlar bize mi bakıyo la?" diye iki kızı işaret etti Çetin. Hakan, bir şey demeden sağ elini Çetin'in sağ omzuna atıp hafifçe sıktı, kaybedenlerin vücut dilinde bu 'siktir et' demekti...

Beş dakikaları dolunca yukarı çıktılar. Evin dış kapısında zorlama belirtisi yoktu, kapının tam karşısında, iki tarafı açık, ahşap bir kitaplık, salonu ve koridoru birbirinden ayırıyordu. Kitaplardan bir kaçı yere düşmüştü ve salonda, pencerenin önünde yer alan çalışma masasının çekmeceleri de açıktı. İncelemeye devam eden memurlara: "Bir şeyler bulabildiniz mi?" diye sordu Hakan. Memurlardan birisi yerde yatan cesetlerin birbirine kenetlenmiş ellerini işaret etti ve elindeki feneri oraya doğrulttu; ellerinin arasında bir ilaç şişesi duruyordu. "Ne bu?" dedi Hakan; ağır bir uyku ilacı olduğunu ve intihar etmiş olabileceklerini söyledi memur.

Hakan resmi kafasında canlandıramıyordu. Üçüncü bir kişi tarafından bunların yapılabilmiş olması muhtemel gelmiyor; bir arada intihar edecek iki aşığın da ortalığı bu kadar dağıtıp, yıkıp sonrasında sakince yere uzanacağına ihtimal vermiyordu. "Sizce ne olmuş?" dedi Çetin ve Burak'a, lafa her zaman ki gibi Çetin girdi;

- Cinayet, artı, intihar abi.
- O nasıl lan?
- Şöyle. Bu adam eve geliyor. Kadının kendisini aldattığını öğrenmiş ya da ne bileyim; kadın hamile ama çocuğu aldırmam diyor. Bu tarz bir husumet var aralarında.
- Eee?
- Adam sinirleniyor. Bir iki kitap alıp yere çalıyor kendini kontrol edemeyip. Sonra çekmeceleri açmaya başlıyor: 'Nerede o lanet olası uyku ilaçların ha? Nerede?' filan diyerek. 'Lanet olası' deme nedeni de zengin olması, sen ben diyemeyiz öyle. Neyse işte, sonra ilaçları bulup önce zorla kadına içiriyor sonra da pişmanlık ve sinirle kendisi de içip el ele yere uzanıyor kadınla.
- Öylece ölüyolar yani birlikte?
- Bence öyle.

- Tufan sen ne diyosun? Çetin'in bu kez bir şeyleri bilebilme ihtimali var mı?
- Mantıksız değil aslında söyledikleri ama yine de havada kalıyor. Kimse ne kavga ne gürültü duymuş. Mutfak masasında kırmızı şarap ve güzel bir yemek var. Kötü bir haber, tartışmanın aksine sanki bir şeyleri kutluyorlarmış gibi duruyor. Bilemiyorum Hakan.

Hakan da bilemiyordu. Anlık bir sessizlik oldu, herkes yerde yatan çifte bakarken Hakan'ın telefonunun titreşimi sessizliği dağıttı. Bir yeni mesaj gelmişti:

"Hadi Hakan. Sence de herkesi evden göndermenin zamanı gelmedi mi? Olay Yeri İncelemeyi de, ekibini de çıkar daireden. Dört yıldır yüz yüze görüşememiştik. Herkes gidince çiftin oturma odasına gel, laflayalım..."


Komiser Hakan - Yeniden

- Bir şeylerin kötü gitmesinden daha kötü bir şey varsa o da, içinde bunların düzeleceğine dair bir inanç ve umut kalmamasıdır... Duydun mu ne diyorum?... Çetin... Çetin! Uyudun mu sığır!

Uyumuştu. Genelde de uyurdu. Ya arpası fazla gelmiş at gibi enerjik olurdu ya da tatlıyı çok kaçırmış şeker hastası gibi yığılıp kalırdı.

Çetin'in uyumasına kızsa da kalkıp üzerini örttü, televizyonu kapattı. Boş boş duvarı izleyecek kadar dertli olduğu ne kadar akşam varsa hemen hepsinde Çetin çıkıp gelirdi, içine doğmuş gibi. Yine gelmişti. Hakan'ı lafa tutup anlattırdı. O sırada da uyuya kaldı.

Çetin'in üzerini örtünce salonun penceresini aralayıp ikili kanepeye uzun oturdu, bir sigara yaktı. Ruhu çekilmiş gibi hissediyordu bu günlerde. Ne yapsa yanlış karar gibi geliyordu ona, ihtimaller arasında doğru yoktu sanki. Çetin bir şeyler mırıldandı o sırada "Ne?" dedi Hakan, bu sefer biraz daha anlaşılır mırıldandı: "Rakı içtiğin gün ölmezmişsin.". Rüyasında ne gördüğünü ya da nasıl bir hayal gücü olduğunu anlamasa da olduğu yerden Çetin'e doğru doğrularak:"Çetin! Sana önce rakı içiririm, sonra da bayıltana kadar döverim, it!" dedi. Yalnız geçireceği akşamına dert ortağı olarak dahil olduktan on dakika sonra uykuya dalmıştı. Bir nevi boş umut vermişti ona ve bu Hakan'ın tahammül edebileceği bir şey değildi. Hızını alamayıp üzerine örttüğü polar battaniyesini çekip yere attı:"Kalk lan, kalk! Madem geldin ve artist artist konuşuyosun, kalkacaksın ve rakı içcez! Kalk eşek herif!" dedi.

Çetin, fuhuş yaparken basılmış gibi kalktı kanepeden. Şaşkın ve tedirgin bir şekilde ayağa kalkıp öylece kaldı. Hakan onu biraz izledikten sonra tebessümüne engel olamadı ama gülmedi de; gülmek için çok fazla derdi ve acısı olan bir insandı. "Gerizekalı git yüzünü yıka, ben de sofrayı kurayım." diyerek Çetin'i banyoya yolladı ve masanın üzerinde duran telsizinin sesini kıstı.

Peynir, salatalık, turşu, zeytin ve elmayı masaya koyduktan sonra buzları ve rakıyı getirdi. "Su yok mu abi?" dedi Çetin. Cevap verme gereği bile duymadan masaya oturup vitrinin açık rafındaki radyoyu da masaya koydu. "Al şunu güzel bi frekans aç da dinleyelim zevzek." diyerek Çetin'e verdi.

- Komiserim Burak'ı da arasa mıydık? Şimdi kız gibi trip yapar o çağırmazsak?
- Oğlum o kız arkadaşıyla değil mi? Gelip bizimle rakı mı içecek?

Çetin, radyoda "Adını Sen Koy" çalan frekansı bulunca direk durdu, radyoyu yavaşça masaya bıraktı;

- Hah işte bu! Nası buldum şarkıyı? Gelmez de mi bizimle içmeye? Dur ben bi arayım yine de...

Aradı. Burak da kız arkadaşını eve bırakmak üzere olduğunu, oradan da onlara katılacağını söyledi. Çetin bu bilgiyi Hakan'a verdikten sonra bir şey konuşmadan şarkıyı dinlediler. Sadece arada bir, birbirine çarpan kadehlerin sesi çöktü sofranın üzerine...

Büyük bir yudum rakısından aldıktan sonra ağzının içini beyaz peynirle sıvayıp konuşmaya başladı Hakan;

- Çetin sen neden hiç aşık olmuyosun lan? Bi kere bile demedin ki 'Abi ben şu kızı çok seviyorum.'.

- Şimdi sen yakışıklı, akıllı, efendi adamsın abi. Senin için aşık olmak kolay ve güzel. Sana da aşık olurlar. Ben öyle değilim; ben çirkin, kaba ve izansızım. Bana kimse aşık olmaz. O yüzden ben de aşık olup kavuşamamanın acısını yaşayacağıma kimseye aşık olmadan aşksızlığın burukluğunu yaşamayı tercih ettim. Benim gibi adamların mutluluk beklentisi olmaz zaten böyle konularda; biz sadece daha az mutsuz olan neyse onu seçmeye çalışırız. Ben lisede bi kıza "Seni Seviyorum." dedim diye babasına şikayet etmişti de öğretmen velimi çağırmıştı. İnsan sevdiğini söylediği için şikayet mi edilirmiş? Ben edildim! Okulda gitmedim ama hayatta disipline gittim o olay üzerine, kimseyi sevmedim. Sevgisizlik güzel abi, valla bak. Mesela şimdi sen rakıyı derdinden içiyon, ben tadını sevdiğimden.

- Senin dertsiz içen halini sikeyim Çetin.

Dört beş şarkı boyunca konuşmadılar. Duvarlar bir kaç ton sarardı içtikleri sigaralardan.

Kapı çaldı, Çetin kalktı açmaya. Bir dakika kadar ses gelmedikten sonra:"Abi bi gelsene kapıya." diye bağırdı içeriye doğru Çetin. Hakan gitti, kapıda üniversite çağında genç bir kız duruyordu:"Yaklaşık bir saattir aralıksız arabesk yayını sizin evden mi yapılıyor?" dedi.

- Pardon sesi çok mu açmışız?
- Çok mu? Yok estağfurullah ama çok biraz az kalır. Kulaklarım Müslüm Gürses'e doydu.

dedi. Çetin diyaloğa dahil oldu:"Kulakların doymuş ama ruhun doymamış ruhun! Kepçe kulaklı vicdansız!" dedi. Hakan Çetin'in ensesinden tutup salona doğru savurdu bu çıkışından sonra.

- Biz kısıyoruz müziği hanımefendi, tekrar özür dilerim.
- Siz ne içiyosunuz?
- R..rakı. Neden?
- Tahmin etmiştim. Sarhoş ve mutsuz duruyosun.
- Ne alakası var ki?
- Alkol insana neşe verir. Rakı vermez, derdi ortaya çıkarır. Hadi size yarasın, ben kaçtım.

dedi ve merdivenleri koşarak çıkıp gözden kayboldu.

Masaya döndüğünde Çetin yine uyukluyordu:"Geç lan kanepeye, uyu uyuyacaksan." dedi, o da itiraz etmedi. O uyuduktan sonra iki tek daha içti. Üçüncüyü içerken radyoyu kapatıp bir sigara daha yaktı. Kapıdan tıkırtılar geldi o sırada; panikleyemeyecek kadar sarhoş ve umursamazdı hayata karşı. Zaten gelen de Burak'tı. Geçtiğimiz ay aldığı yedek anahtarla girmişti.

Uykudaki bir yeni doğan bebeği uyandırmamaya çalışır gibi sessizce gelip masaya oturdu, rakısını doldurdu. Hakan'ın paketinden bir sigara alıp yaktı.

- Ee abi? Bu sığır uyuyor diye biz konuşamayacak mıyız şimdi?
- Konuşacak bir şey kalmadı ki be oğlum.

Lahmacun

"İyi akşamlar, ben yarım saat önce iki lahmacun söylemiştim. Eğer lahmacunu yapmadan önce kıymaları şarapta bekletmiyorsanız siprişimin neden bu kadar geciktiğini sorabilir miyim Rüstem Usta?" dedi. Demesiyle de telefon suratına kapandı. Dört gündür aralıksız olarak makarna yediği için o gün bir çılgınlık yaparak lahmacun söylemeye karar vermişti. Aradan dört dakika geçtikten sonra Meşhur Antepli Kebap Lahmacun ve Dürüm Salonu'nu tekrar aradı. Telefonu açan kişi kısık sesle bir şeyler söyledi ama o anlamadı:"Ne diyon?" dedi, yanıt olarak: "Abi kapat, polisler burda, arama yapıyolar." dedi aynı kısık ses.

Evet! Eğer kendisi polis olsa o da gidip o kebapçıda arama yapabilirdi. Ona göre; adı "kebapçı" olup da ürünlerinde bu kadar eser miktarda et olan başka bir işletme yoktu. "Burası temiz komiserim. Ürünlerde hiç ete rastlamadık." cümlesini kurduğu, üniformalı bir sahne hafızasında canlanıyordu ki aç olduğunu hatırladı. Karşı duvarda asılı, emekli edebiyat öğretmeni dedesine ait olan tabloya bakarak açlığıyla ilgili bir sunum yapabilecek kadar açtı.

Bir yanı farklı bir kebapçıyı arayıp sipariş vermek isterken diğer yanı montunu giyip olay yerine gitmek için çıldırıyordu. O da çıldıran yanının sesine kulak verdi.

Üç sokak aşağıdaki kebapçıya, on dakika sonra ulaştı; gerçekten de dükkanın önünde ekip otosu duruyordu. Toplaşan kalabalığa yanaşıp: "Hayır mı dayı?" diye sordu içlerinden en delikanlı ama dedikoducu duran tipe. "Hayır değil gardaş. Kebapçının alt katında kumar oynatıyolarmış. Biz de bu günahkarların kebaplarını yiyip duruyoduk." dedi dayı. Orada, asla sonuca ulaşamayacak bir diyaloğa gireceğini anladığından konuyu uzatmadan teşekkür edip dükkana doğru yöneldi. Kapıdaki genç memur onu durdurdu: "Nereye kardeşim? Kapalı dükkan, arama var içerde." dedi. "Tamam işte, ben de aramaya yardımcı olmaya geldim memur bey. Benim de iki tane lahmacunum var içerde, bi yardım edin de bulalım şunları hadi." dedi. Memur onu oradan uzaklaştırırken bir çok akrabasını da andı.

Artık olay bir açlık oyunundan çok daha fazlası olmuştu onun için. Sadece "bir şeyler" yemek değildi olay; lahmacun yemeliydi ama nerede?

Hemen telefonunu çıkarıp, bütün yemek uygulamalarını ezbere bilen arkadaşı Melis'i aradı: "Alo Melis hayırlı akşamlar. Uzatmadan konuya giriyorum. Bizim evin civarında en iyi lahmacunu nerede yiyebilirim?" dedi. Bu soru belli ki Melis'i zorlayacaktı. O daha çok Avrupa Mutfağı'na hakimdi. "Iıı, sen şimdi nerdesin? Sen tam olarak nerdesin? Olduğun yeri desene bi." gibi sorular sorarak zaman kazanma çabasına girişince o da telefonu kapatmaya karar verdi. Lisenin biraz ilerisinde kalan fırın geldi aklına. Kendisi de o liseden mezundu ve cuma günleri, eğer harçlıkları bitmemişse, ders çıkışı topluca o fırına giderlerdi. Fırının sahibi Tombul Cenk üç sene önce vefat etmişti, şimdi oğlu Tıknaz Umut işletiyordu fırını.

Hafif rüzgar ve serinliğin altında fırına ulaştı. Umut, duvara monte televizyona dalmış uyukluyordu. "Umut, Umut naber?" diye oturdu yanına. Umut esnedi, gözlerini ovdu, biraz gerindi. "Ne işin var lan bu saatte fırında?" dedi. "Bana lahmacun ver Umut." dedi o da.

- Oğlum ne lahmacunu ya. Fırını yakmadık bile akşam ki ekmek servisinden sonra.
- E yakalım şimdi kanka. Canım çekti be çıtır çıtır. Hadi yak da yap.
- Oğlum git başımdan ya. Ben birazdan eve gitcem zaten hadi sen de def ol yavaştan.
- İnşallah bi gün senin de canın çok lahmacun çeker de senin için de kimse fırınını filan yakmaz Umut. İnnnşallah!

dedi ve hafif dolan gözlerle fırından ayrıldı. Antep'ten Dünya'ya yayılan bu lezzete ulaşması giderek zor bir hal alıyordu. Aklında ve midesinde lahmacun düşüncesi ile yürürken fark etmeden yola indi. Acı korna sesi ile irkildiğinde kendisine çarpmak üzere olan taksiyi ve kendisine küfreden taksiciyi fark etti: "Lan göt! Araç mısın da yolun ortasından yürüyosun!" diyen taksiciye: "Bildiğin iyi bi kebapçı var mı?" sorusuyla karşılık verdi. Taksici az önce "Göt" dediği adamı aracına buyur edip: "Seni en kral yere götürücem abi, hem de çok yakın." dedi. Otüz üç dakika kadar gittikten sonra sahilde bir balık restoranının önünde durdular: "Lan burası balıkçı! Ne alakası var lahmacunla?" dedi. "Lahmacun dediğin tam hangisi oluyodu abi?" dedi taksici. Bu soru üzerine birbirlerini izlediler bir süre. Taksicinin çocukluğunu, gelmişini ve geçmişini düşündü. Kim bilir ne yaralar, ne acılar vardı hayatında: "Sen benimle dalga mı geçiyon yavşak!" diyerek tekmesini sallamasıyla taksinin tamponunu düşürmesi bir oldu. Hiç koşmadığı ve bir daha da koşamayacağı kadar hızlı bir şekilde oradan uzaklaştı.

En yakın durağa gidip otobüse bindi. Yol boyu karnını içeriden yumruk atan açlığını bastırmaya çalıştı. Şehri ve otobüs şoförünün içli köfte şeklindeki ellerini izledi.

Kırk dakika sonra yaşadığı binaya ulaşmıştı.

Evin kapısını açtığında tam karşıda, salonda, sehpanın başına oturmuş olan ev arkadaşı Ahmet'i gördü. Ahmet de onu görünce elinde tuttuğu tepsiyi hafif eğimli şekilde ona doğru tutarak: "Gel lan, kaynanan seviyomuş. Gelirken lahmacun almıştım, yiyelim." dedi.

İadeli Taahhütsüz

İyi geceler.

Şu anda hava bütün klişe cümlelere meze olacak kadar karanlık ve sessizlik hakim sokakta. Sokağın dörtte üçünü aydınlatan sokak lambası üç haftadır patlak; belediye çalışmıyor. Arada bir geçen kurye motosikletlerinin sesi bozuyor şiirsel karanlığı, bir de rüzgarda yerinden oynayan bir demir kapı.

Uzaklarda bir yerlerden ambulans sireni duyuluyor.

Bir ağlasam düzelecek gibi her şey, ağlayamıyorum. Gerçekten ağlayacağım bir şey mi yok, yoksa 'erkekler ağlamaz!' lafının benliğimde kapladığı yer mi bana engel oluyor, bilmiyorum.

Şimdi zamanı değil belki ama anlatacaklarım var...

....

Olmaz dediğim ne varsa oldu;

Gece sessiz, sokak karanlıktı ve ben gitmeye karar verdim. Kendimden kaçmak için kusursuz bir plan hazırladım. O sırada sen geldin aklıma, zaten hep yanlıştır zamanlamaların. Kahkahan geldi, göz yaşın geldi, adın geldi, kokun geldi aklıma. Ah ne güzeldir bu saatte uyku mahmuru hallerin. Uykuya da direnirsin şimdi bütün gücünle. Keşke daha önce tanısaydım seni. O zaman daha iyi olurdu sanki hallerimiz.

İhtiyacım vardı belki de böyle bir şeye inanmaya, ben de sana inanmayı seçtim. Gitme hissinin en yoğun şekilde içime işlediği bir an, kalma sebebim oldun. Böyle olur bu işler zaten; ne olmayacaksa o olur.

Şimdi olmaz dediklerime olur desen, birlikte taştan bahanelerin arkasına sığınırız seninle belki soğuk bir Ankara akşamında; “Erkekler ağlamaz.” deriz, “Her şey düzelecek.” bile deriz yeterince üşüyebilirsek;

Ne kadar güzel yalan varsa bile bile, birer birer söyleriz,
Zira yalanların gerçekliğine bile inanır insan bazen doğrusu şaşınca.
Şu an, dakikalardır gelmeyen bir otobüse birlikte sövebiliriz seninle; yalnız ve soğuk bir durakta,
Bir faydası olacakmış gibi cebimize sokarız ellerimizi.
Önümüzden kedi, köpek geçerse çağırıp sevmezsin belki ama şefkatle bakarsın kimsesizliklerine,
Kimsesi olmazsın ama kimsesiz de bırakmazsın.
Vicdan önemli şey, sende de fazlasıyla olduğu için böyle oldu belki.

Her inandığımız, bir gün yanlış şeye inandığımızı ispatlamak için gönderilmiş gibi Dünya’ya. Boşa çıkmayan her umut için bir mum yaksak geceleri, zifiri karanlıkta yaşardı tüm insanlar. Gerçi belediye sağ olsun, burası yine de zifiri karanlık.

Ve ben bu zifiri karanlıkta vicdanını bulur yine ona sarılırım.

Seni illa bir şeylere benzeteceksem; çocukken kabus gördüğüm zamanlarda annemin koşarak getirdiği bir bardak su gibisin; öyle güven veren, öyle sakinleştiren. Gözlerim kapalı, el yordamıyla bulup sımsıkı sarıldığım.

Bir kaçış planım vardı aslında ama gülüşünle yırtıp attın.

O iki kelime üzerinden dile getirmek istemiyorum sana olan hislerimi, onun yerine şöyle söyleyeyim; eğer bu işin ihtisası olsaydı Mecnun, Kerem ve Ferhat'a özel ders veriyor olurdum.

Şimdi kızma söylemek zorunda olduklarım yüzünden, ikinci bir şansımız yok bu kısa çizgide.
Duymaya ihtiyacım var sustuklarını;

"İnsan yalnızca söylediklerinden değil, sustuklarından da sorumludur." .

...

Tekrar iyi geceler. Bir kurye daha geçti.

Ben hala ağlayamıyorum ama neyse ki senin gülüşünle de düzelecek gibi herşey...

Karanlık Kavuşma


Bakma bu kadar yalnız göründüğümüze, sen ve ben; toplamda dört kişiyiz aslında. Otursak şöyle karşılıklı, göz göze bir akşam yemeğine; bir biz oluruz masada kanlı canlı, bir de gölgemiz gibi ardımızdaki karanlığa saklanan, yaşamayı istediğimiz hayatlarımız...

Bir çocukluk anısı gibi gelir anlatsam kafamın içinde gördüklerimi. Hemen peşimdeki gölgemi, çocukken konuşup arkadaşlık ettiğim, yanımdan ayırmadığım oyuncak bebeğe benzetirsin en basitinden. Dolapta saklandığına inandığımız yaratıklar, öcüler gibi gelir hayal ettiklerim.

Biz müsaade isteyerek kalkalım ve hayalimizdeki bizi taşıyan gölgeler, karanlıktan çıkıp otursunlar o masaya.

Ne kolay olur anlatması sonra;

Başka bir yoldan aynı restorana gelmiş iki farklı insan gibi. Aynı sofrada farklı mezeleri seven, aynı ayın altında rakıda buz niyetine farklı melodilere kapılan. Sanki önceden karşılaşmış iki insanın, ilk görüşte aşkı; birinin perdeyi açıp gölgeyi dağıtması gibi...

...

"Efendim içecek olarak ne alırsınız?" dedi garson. Şöyle bir baktığında, yüzlerinden rakı içmeleri gerektiğini anlamıştı da aslında.  "Bir büyük söylesek yeter mi?" dedi adam, kadın da kafasıyla onayladı onu. Mezeler seçildi.

O gün, hep yüz yüze bakan, her an konuşan, dertleşen iki insan gelmemişti o masaya. Kendilerini diken üstünde hissediyorlardı. Rakı gelene kadar konuşmadılar, rakı gelince de "Buz ister misin?" oldu masada ilk kurulan cümle. Buza bile gerek duymayacak kadar soğuktu ortam. İlk yudumdan önce kadeh tokuşturdular ama ne şerefe dediler ne sağlığa. İkisi de tam veya her ikisi de onarılamayacak kadar noksan olduğundan değil; sadece bilemediler ne diyeceklerini.

Sanki hayali bir beyaz mendilin katlarını masanın üzerinde narince açar gibi ilk kırgınlığını ortaya çıkardı: "Biraz toparladın mı işlerini? Aramıyorsun ne zamandır." dedi kadın.

"İşe gitmiyorum. Seni düşünmekten özlemekten, yataktan bile çıkamıyorum. Sen köpek gibi davransan da bana hafızamdan atamadığım tek şey sensin; görsem de görmesem de." demeyi geçirdi aklından adam ama kelimeler gelmedi diline, kadın dikkatle onu izlerken. Orada, tam o anda bir şey oldu. Hayatı boyunca içinden gelenleri hiç yapmayan, uygulamayan adam bozdu bütün sessizliğini. Kendi selamını verip çekilirken; sahneyi olmak istediği adama bıraktı;

- İşlerimi toparlamadım. Doğrusunu istersen bir iki hafta içerisinde toparlayacağım bir işim de kalmayacak zaten. Elektriği yatırmayı unutmuşum, bir haftadır elektrikler de kesik. Fark etmişsindir gerçi ama yaklaşık on kilo zayıfladım beni son gördüğün o yemekten beri. Ve evet, aramıyorum çünkü bir kere ararsam tekrar arayacağım. Sonra tekrar. Senin sesin benim için Dünya'daki en güzel bağışıklığı yapan şey ve ben onun bağışıklığından kurtulmak için her şeyimi verdim, kendi kendime bir tedavi sürecine girdim. Eğer seni ararsam, bir kere bile ararsam daha şiddetli başlayacaktı bu bağışıklık. Özür dilerim. Benim tamamen dostane duygular içinde olmadığımı bilmiyordun sen haliyle. Ne çok sorgulayıp sinirini bozmuşsundur benim yüzümden kim bilir. Ben seni aramadım çünkü senin aradığın ben değildim.

- Bi, bi saniye. Sen. Yani şimdi.

- Sormaya çalıştığın buysa eğer; seni seviyorum, evet.

Sustular bir süre. Hiç işlenmemesi gereken bir günaha girmiş gibi hissetti adam. Buzun rakı bardağındaki eriyişini izledi gözlerini ayırmadan. Kadın bozdu sessizliği;

- Ne zamandan beri böyle hissediyorsun?

- Güldüğünden, ağladığından, dinlediğinden, anlattığından beri; yolda, işte, sokakta, pazar kahvaltısında insanlara karşı merhametini, şefkatini gördüğümden beri; hatta belki zorlasan, başka bir evrendeki gözümle, imamın kulağına adını fısıldadığı andan beri.

- Ne diyeceğimi bilemiyorum.

- Farklı bir ad ve farklı bir şehir olsaydı keşke.

- Nasıl yani?

- Birebir aynı insan olacaksın; yaşadıkların, huyun, tavrın, tipin. Sadece ismin ve şehrin farklı olacak; benim de tabi. Belki o zaman bir şansımız olurdu.

- Neden sadece isme ve şehir peki?

- Eğer bir aşkın kan grubu şehrinkiyle uyumsuzsa, ne yapsan kurtaramıyorsun hastayı. Biz sıfır Rh negatif oluruz seninle, diz kapaklarımızın üstüne ilk düşüşümüzde kabuk bağlamaz da kanarsak; yok oluruz. İsme gelince; sana ne diye seslensem mutluluktur bana, yeter ki sen ol seslendiğim.

Kadın sustu. İçine içine sustu ama. Sanki önceki hayatında susması gerekip de susmadığı ne kadar an varsa hepsi için topluca susuyordu. Midesine biraz daha anason gönderdikten sonra adam devam etti;

- O şehre ait bir şarkı olur mesela, seni onun güftesinde severim. Şehrin meşhur bir yemeği olur, malzemesinin tazeliğinde severim. Ünlü bir yapısı olur, mimarisinin asaletinde severim. Çok bilindik bir yazarı olur, kaleminde severim. Sen bana bir şehir göster, benim için her şey sen olur, öyle severim. Hem elimden iş de gelir benim, biliyorsun sen de. Orada senin damın aksa kilden kiremit olurum akan yere, musluğun tıkansa ben çağlarım, kombin arızalanırsa kazan dairen bile olurum. Kalemin biter mürekkebin, enerjin biter tükenmezin olurum. Olurdum daha doğrusu. Olsaydı, olurdum.

- Asma ama suratını böyle. Çok kötü hissediyorum kendimi. Kızacaksın, çok klasik gelecek ama sende veya hissettiklerinde bir sıkıntı yok ki. Tamamen bende problem. Anlatamıyorum da bunu kelimelere döküp, ağzına sıçıyım!

- Ağzına mı sıçasın?

- Özür dilerim. Kuracak cümle bulamayınca bastım küfrü.

İlk kez ikisi de tebessüm etti saatlerdir oturdukları masa başında. Boşalan bardağına yeni dubleyi doldurmadan önce adam tekrar lafa girdi;

- Benim sana asıl söylemem gereken başka bir şey var. Bunların hepsini bir yere bağlamak için anlatmam gerekiyordu. Şimdi asıl konuyu söyleyebilirim ama nasıl söylerim onu bilemiyorum.

- Nasıl istersen öyle.

- Ben gidiyorum. Haftaya bugün Almanya'ya uçağım var. En az iki yıl ama büyük ihtimalle ömür boyu oradayım artık. Bir pişmanlıktan dolayı gitmiyorum yanlış anlama.sevmekten sıkıldım, bıktım gibi bir durum da yok. Kalırsam seni mutlu edemeyeceğim ve senin mutsuzluğuna sebep olduğum bir şehirde kalmak istemiyorum. Denedim gördüm, bekleyerek geçecek bir şey değil bendeki. Oraya gittiğimde de durum değişmeyecek sen sürekli aklımda olacaksın. Sana koşmak, sana kaçmak, seni aramak isteyeceğim. En azından bunları kendi içimde, yabancı insanların arasında kimseye anlatmadan imha edersem sana da zararım dokunmaz. Bir gün belki başka bir şehirde başka bir isimle karşılaşırız. Kahverengi gözlerini kalabalığın arasında fark edince koşarak yanına gelirim. Kış ortası toprağa cemre düşürecek sıcaklıktaki gülüşünü izlerim; adını sorarım sonra ve memnun olurum seninle tanıştığıma. Seni seviyorum.

Adamın gözlerinden bir damla yaş süzüldü ve önünde duran boş bardağa düştü. Biraz daha seyreldi bardağın dibindeki rakı beyazı. Kadın şiddetli bir titremeyi önlemek için kendini kasarak ağlıyordu. Yavaşça kalktı yerinden adam ve ceketini giydi. Gölgesini masada bırakıp ruhsuz bir benlikle ağır ağır uzaklaşmaya başladı masadan son bir kez kadına bakıp. Bir dakika içerisinde restorandan çıkmıştı, gözden kayboldu.

Yarıdan fazlası dolu olan rakı bardağını kafasına dikti kadın. Artık kontrolden çıkan göz yaşlarıyla birlikte, titreyen dudağını zar zor oynattı adamın arkasından bakakalmışken;

"Sahilde, yalın ayak kumda koştuğum çocukluk anılarım gibisin. Öyle sıcak aynı zamanda öyle huzur veren bir serinlikte. Kapkara hayatımın beyaz yalanları gibisin; gerçek olamayacak güzellikte. Ölene kadar bana sımsıkı sarılıp kalmanı istesem de şimdi gitmelisin ceketini alıp. Dediğim gibi sorun sende değil. Aslında bende de değil; gerçeklerimizde. Ben gölgemi de sana bırakıyorum, bir ömür peşinden ayrılmayacak şekilde. Artık üç kişisiniz,

Ben de seni seviyorum."

Sahibinden - 1

O sabah aynanın karşısında, saçlarını sola yatırdı alışılmışın aksine. Ölümcül rutinini bozacak koca bir adımdı bu onun için. Düne göre daha yaşlıydı silüeti, bir de kendinden çok daha hızlı adımlarla ilerleyen gelecek kaygısı vardı.

Sokaktaki simitçiden poğaçasını alırken gözü sevgilisine bağıran adama takıldı bir ara; "Hiçbir kadının kalbinde, saçındakinden fazla kırık olmamalıydı." ona göre. Bir de simitçinin poğaça satmasına takıldı ama uzun sürmedi.

Kimi kendisiyle aynı yöne, kimi ters istikamete hızlı adımlarla yürüyen onlarca insanın arasında, aldığı derin nefeslerle uykusunu açmaya çalışıyordu. Bütün kalabalığın arasında parmakla gösterilecek kadar yalnızdı ve o yalnızlığı bangır bangır bağırıyordu.

"Yanına çay alırım." diye düşündü elindeki poğaça poşetini sıkı sıkıya tutarken. Şu hayatta bir çay içini ısıtıyordu.

Belki de sarhoş olması gerekiyordu bütün her şeyin daha kolay olması için ya da diğer herkes ayılmalıydı onun sarhoş olmasına gerek kalmadan.

Biraz sarhoş olmadan yazılmıyordu zira en güzel cümleler... Sarhoş olmalıydı insan ya aşktan, ya meyden, ya dertten ya da hayatın kendisinden...

Onun yazacak bir cümlesi bile yoktu ve bu hayatta en aciz insan hayatının en gizli öznesini dolaylı bir tümleçle anlatamayacak olandı. Dolaylara girmeden, yükleme sorulan "Kim?" sorusunun bütün cevapları aynıydı onun sözlüğünde. Bir öznesi vardı bir de o özneyle etken olamayıp edilgen kalan yüklemleri.

Orta okuldayken coğrafya öğretmeni karşısına alıp konuşmuştu onunla:"Oğlum!" demişti;"Sen eğer ki okumayı, bir iki kelime fazladan bilgi öğrenmeyi yük görüyorsan kendine; bırak bu okulu. Siktir git simit sat, sanayide bir ustanın yanında çalış, ayakkabı boya.". Vizyon sahibi bir adammış ki hoca, oğlu korsan kitap satmaya başladı üniversiteyi bitirince.

Çayı düşünmeye devam etti ama öyle Türk Edebiyatı'nın romantik mısralarındaki gibi değil, götü donduğundan. Çok seviyordu soğuk havada ısınmayı düşünerek yürümeyi. Biliyordu çünkü ısınacağını ve daha az dert ediyordu soğuğu böylece. Keşke her şey aksinin gerçekleşeceğine emin olacak kadar kolay olsaydı; yokluğu koymazdı o zaman olmayanların.

Adımlarını hızlandırdı. Güzel bir ritmi vardı yürüyüşünün; ne arkasından biri kovalar gibi hızlı ne de Dünya'nın en işsiz adamı gibi ağırdı. Yürüyordu işte. Gören kimse "Bu adam yürümüyor." diyemezdi. Bebekken, emeklediği sırada birden ayağa kalkarak atmıştı ilk adımlarını da; "Ulan kesin sporcu olacak bu çocuk!" demişti rahmetli amcası da bunun üzerine. Emlakçı olmuştu o da. Daha doğrusu büyük bir emlak ofisinin sıradan bir çalışanı.

Nice öğrenciye, bekara, bayana, aileye başını sokacak bir yuva bulmasında yardımcı olmuştu. Merkezi sistem, ara kat ve güney cephe en ölümcül silahlarıydı. O en çok "Güney Cephe"yi seviyordu. Zira hemen herkes; bir Vatansever'in Kurtuluş Savaşı'nda Fransız'ın üstüne gitme arzusu gibi, herkes güney cepheyi istiyordu.

Ofise girip yüzüne çarpan sıcağın etkisiyle titrediğinde biraz kendine geldi. Poğaçayı masasına bırakıp çay almak için mutfağa doğru yöneldi. Koridordan geçerken, Sadık'ın ofisinden "Hah işte geldi bizim Kemal. Size evi o gezdirecek." lafını duydu. Adı geçince ister istemez bir kaç adım geri atıp kafasını ofise doğru uzattı. Sadık'ın önündeki misafir sandalyesinde oturan özneye takıldı gözleri. Diğer bütün cümleleri devrik oldu o anda; bütün tümleçleri başka bir gizli özneyi işaret eder oldu. İsmin ayrılma hali yerini bulunma haline bıraktı. Salonla odalardan birini birleştirir gibi yıkıldı o anda bir duvar; toz duman oldu sahibinden kiralık kalbi.

Kaşarlı poğaçanın yağı sinen sağ elini seri bir şekilde pantolonuna silerek ileri doğru uzattı;

"Ben Kemal."

dedi.

Komiser Hakan - Tak

"Tak etti!" denir ya, işte o bir kere denilecek bir şeydir. Bir kere o raddeye varılır, bir kere her şey birikip sığındığı yerden patlayarak çıkar dışarı, önüne çıkanı tanımaz. Bu tanımama ve patlama o kadar kötü ve normal bir patlamanın doğasına aykırı şekilde o kadar sakindir ki; yer çekiminin en yoğun olduğu kara parçasından uzay boşluğuna ışınlanmış gibi olursunuz. Bir anda kesilir ayaklarınız yerden, gürültü diner; yapayalnız ve isteksiz bir şekilde sürüklenmeye başlarsınız daha önce hiç bilinmeyen yıldız takımlarının arasında.

O yalnızlık ve dertle "Bir sigara içeyim." deseniz oksijensizlikten çakmağı ateşleyemezsiniz.

İki genç kızın katilini dört saat sorgulayıp eve döndüğünde Hakan için "Tak" etmişti. Mesleği, mutfakta biriken çöpten gelen koku, salonda bıraktığı çorapları, gece buluşacağı arkadaşları, belindeki silahı, dilindeki küfürü... Hepsi bir anda "anlamsızlık" kazanmıştı.

Salona girdiğinde deri ceketinin sol kolunu sakince çıkarttıktan sonra sağ kolunu çıkarırken daha fazla dayanamadı, işte tam o noktada tak etti. Biriken bütün sinirini, öfkesini, kırgınlığını, inançsızlığını tek bir hamle ile ceketi duvara fırlatarak boşalttı vücudundan. Sonra da bir ölüm sakinliği çöktü üstüne. O an ne olursa olsun, kim gelirse gelsin bu Dünya üzerinde iyi tek bir şey bile olacağına onu inandıramazlardı. Kimse de gelmedi zaten. Radyoyu açacak gibi oldu bir ara, eli sadece antenine gitti, vazgeçti.

Sabah onu gören bir memur: "Komiserim kilo mu aldınız?" dediğinde biraz canı sıkılmıştı ama şimdi aklına bu gelse bu kadar gereksiz bir şeye sıkıldığı için kendisini sağ ayağından vurabilirdi. Yine de sol ayağından vurmazdı çünkü halı sahada takımına baklavaları hep sol ayağıyla kazandırmıştı; gerçi artık baklavadan da tat alamazdı.

Amaçsızca uzanıp tavana bakarken:"Neden duvarlar yağlı boyayken tavan pütür pütür?" diye düşündü. Sonra hayal meyal hatırladı bir hocasının, bunun ışıkla ilgili bir şey olduğunu anlatışını. Umursamadı ama tabi ki. Tavan tavandır diyerek devam etti bakmaya. Sokakta top oynayan çocukların küfürleri ve bağırışları az da olsa geliyordu kulağına, kapı altı aralıktan atılan elektrik faturası gibi.

Her can çekişen sağlıklı insan gibi kendi kendine konuşmaya başladı; "Çok yalnızım ama daha önemlisi çok yalnızız. 'Ne kadar yüksekten düşersek bir şey olmaz?' sorusunun cevabını arar gibi, her gün düşerek, daha çok düşerek yaşıyoruz. Ne nefretmiş, ne sapıklıkmış, ne öfkeymiş be arkadaş. Her şey bitti şu Dünya üzerinde de bir tek bizim cinayet masasının işi bitmedi. Bir gün işe gidip sabahtan akşama solitaire oynayayım bilgisayarda, tek bir kişi de gelip 'Komiserim cinayet var.' demesin; işte o zaman kendimi iyi hissederim herhalde. O zaman inanırım insanın düşünebilen bir hayvan olduğuna." dedi, kendinin bile zor duyduğu bir ses tonunda mırıldanarak.

Bir ara kalkıp çay koyası geldi; bir kitap okuyarak içerim diye düşündü ama üzerine çöken ölü toprağını atıp da kalkamadı.

Tavan çok güzeldi. Onu izlemeye devam etti.

Komiser Hakan - Üç Hürel

"Taksi!" diye seslendi sağ elini hiddetle sallayarak. Tabi öyle İngiliz asilzadelerinin naifliği yoktu üzerinde. Çakma deri montundan süzülen damlalarla bir o kadar da içindeki gömleğine işlemiş olanlar vardı. Diğer birçok İstanbullu gibi o da sağanak yağış altında taksi bulmakta zorlanıyordu.

Bir taksinin daha onun olduğu istikamette geldiğini gördü. Kaldırımın dibine biriken suların biraz ilerisine adım atarak indi kaldırımdan, bir yandan da evden çıkarken şemsiyeyi görüp de almayan erkekliğine küfrediyordu. "Lan taksi!" diye bağırdı bu kez ama bu taksinin de içinde müşterisi vardı. Durdukça ve bağırdıkça ıslanıyor, ıslandıkça da sinirinden daha çok bağırıyordu. O sırada sırılsıklam olan kot pantolonunun cebindeki titreşimi hissetti, arayan Burak'tı;

- Ne var lan?
- Oo Çetin Bey. Yine çok naziksiniz. Nerede kaldın gerizekalı?
- Oğlum zaten sinirliyim... Taksi bulamıyorum.
- Çetin'cim. Önce tekerlek ondan yüzyıllar sonra da taksi zaten bulundu. Sen hazır bulunmuşlardan birine bin gel. Sofrayı kurduk.
- Burak, geldiğimde seni ıslak deri ceketimle döveceğim. Hatırlat bana.

Dedikten sonra ıslak elleriyle kapattı, kendinden akıllı olan telefonunu. Sonra da gördüğü ilk dolmuşu durdurdu, daha merkezi bir yere gidip oradan taksiye binmek için. Dolmuş tıka basa doluydu ama Çetin o kadar ıslanmıştı ki insanlar ona temas etmemek için bir yaşam koridoru oluşturdular dolmuşta. Püsküllü, boydan boya hasır kapı süslerini izinsiz geçip eve giren sırılsıklam bir sokak
köpeği gibi hissetti kendini. Cebinden çıkardığı bozuk paraları kendi elleriyle şoföre uzattı.

On dakikalık ızdırab dolu yolculuğunun sonunda Beşiktaş Meydan'da indi dolmuştan, sonra taksiye binip yirmi dakika içerisinde vardı Burak'ın evine. Hakan ve Burak on dakika aralıksız güldüler onun o ıslak haline. Burak kendi alt eşofmanlarından birisini Çetin'e verdi. Çetin'in boyu 1.65, Burak'ın ki 1.85 olduğu için misafir çocuğu gibi kayboldu eşofmanın içinde. Halısahada top oynayan 45 yaş üstü adamlar gibi sıyırdı paçalarını diğerleriyle sofranın başına oturdu Çetin de. FM frekansı çalışmayan, sadece kaset çalan eski tip bir radyosu vardı Burak'ın ve içinde yine Müslüm Gürses kaseti duruyordu. "O zaman hepimiz hazırsak, basıyorum 'piley'e!" dedi Çetin, Kadıköy aksanıyla. Bir kaç nota yükseldikten sonra kayboldu; Çetin'in ıslaklığı, eşofmanın bolluğu, Burak'ın ödenmemiş faturaları, lastiği eskidiği için oturdukları odaya rüzgar alan Pimapen pencere, mutfaktaki dünden kalan bulaşıklar... Ne kadar gereksiz sıkıntı varsa usulca inzivaya çekildi ve sahneye ağa babaları geldi. Adımlarıyla üç adamın yüreklerini titrete titrete gelip kuruldular başköşeye. Hakan'ın Burcu'su, Burak'ın borçları, Çetin'in yalnızlığı oturdu karşılarına.

"Kaç Kadeh Kırıldı?" dedi Müslüm Baba; "Tek" diye cevapladı Çetin'in yalnızlığı. İki kadehi aynı anda kıracak kadar kalabalık olmamıştı onun gönül sofrası hiç.

"Adını Sen Koy!" dedi Baba, bu sefer Burcu'ya; Burcu'nun duyulamayacak bir sessizlikte ağzından dökülen kelimeler dipsiz bir karanlığa doğru hecelerine ayrılarak çekildi.

"Meselem." dedi bu sefer Burak'a, üç adam bir ağızdan "Meselemiz!" diyerek kaldırdılar kadehlerini.




Komiser Hakan - Bir Gece Binbir Hece

Hakan sönmek üzere olan sigarasından son bir nefes çekti. Kafasını sağ tarafına çevirip dumanı üfledikten sonra da salonun aralık olan penceresini kapattı. Ayda bir de olsa evinde tek başına kalıp bir şeyler karalardı, karanlık salonunda. Önündeki defteri aydınlatan ışık da camın önündeki sokak lambasından gelirdi.

Sigarasını bitirince biraz daha yazmaya karar verdi ve devam etti;

"...beyaz uçlu kalemimle yazmak için, bütün sayfaların kararmasını bekliyorum. Beyazın değeri anca öyle anlaşılıyor çünkü.  Bir uykuya bir de sabaha hasretken şişen gözlerimin gördüğü en büyük doğru bu; ne kadar doğruysan o kadar çok eğriliyor insanlar karşında. Kendisini her şeye yeter görenler her konuda yardım bekliyor yetersizliklerinden. Güleni dost, gideni düşman belliyoruz güle güle gidenleri düşünmeden. Sonra yalnızlığımızın kıymetini anlıyoruz."

Bir bira açtı. Diğer ikisini içerken dışarıda biraz ılısa da hala içilebilecek sıcaklıktaydı.

Televizyon da film de izlemek istemedi Hakan. İkili kanepeye ayakları sığmayarak da olsa uzandı; hani dizlerinin arkasından kırılan bacakları aşağıya sallanarak. Sehpada duran radyoya uzandı, açtığında; 'Benzemez Kimse Sana'nın tavrına hayran olayım kısmından yakaladı.

Darlanan içi, hapishanede koğuştayken hücreye atılan mahkum gibi, biraz daha daraldı. Kot pantolonunun kemerindeki boş silah kılıfı çarptı gözüne, üşendi çıkarmaya. Beyaz fanilasının katladığı sol kolunu düzeltti, üşümüştü. O kolu düzeltince ısınmayacaktı ama, düzeltti işte.

O sırada yeni şarkı başlarken kapı çaldı. Hareket etmedi. Tavanı izlemek o an yapmak istediği şeylerin başında geliyordu. Kapı tekrar ve tekrar çaldı. "Hay çalan elini..." diye söylenerek fırladı yerinden. Kendisini şaşırtmayacak şekilde karşısında Çetin'i buldu. "Abi uygun musun?" dedi Çetin. "Gel. Çok uygunum." dedi tövbe çeker gibi.

- Uyku tutmadı sana geleyim dedim abi. Bira da aldım, soğuk. İçer miyiz?
- Ne zaman içmedik Çetin? Bana gereksiz sorular sorma.
- Sen ne yapıyorsun abi? Neşet dinliyorsun, dertli misin?
- Radyoda o çalıyor onu dinliyorum oğlum, ben neden dertli olayım. Şarkıyı çalana sor.
- Abi ben bir bok yedim.
- Çetin. Güzel kardeşim. Bana çok şaşıracağım bir şey söylüyor gibi davranma. Bok yemek senin en büyük hobilerin arasında. N'aptın?
- Dün gece Burak'taydım. Bu da bir arkadaşının arabasını ödünç almış, haftasonu için. Dün gece içtik, Burak uyuyunca benim canım arabayla gezmek istedi...
- Allah Allah, ee?
- Ben indim aşağı, baktım Burak'ın arkadaşından aldığı araba 2002 model Fiat. Onun önünde de 2009 model bi Opel var. Opel daha güzel, daha cazip geldi.
- Ee Allah'ın hızlı ve öfkelisi ee?
- Ben de kapıyı zorlayıp bindim abi, düz kontak da yaptım bi güzel. Bir saat gezdim arabayla. Kokoreç yedim geri döndüm yerine koydum. Sonra da hemen uzadım ordan.
- Şimdi doğru mu anladım; polis arkadaşının evinde kaldın ve ona bir arkadaşının ödünç verdiği arabayı kaçırmak isterken daha güzelini görünce "bir polis olarak" gidip beğendiğin arabayı çaldın ve araba hırsızları çaldıkları arabaları parçalatıp satarken sen içinde kokoreç yiyip tekrar eski yerine koydun?
- Sen böyle anlatınca çok salakça geldi abi yaptığım.
- Çetin, sen her konuda kafandan geçenleri bana anlat. Sonra ben aynen sana geri anlatayım, hepsi salakça gelir zaten. Şimdi biranı iç, siktir git içeri odada uyu. Gözlerin kıpkırmızı hırsız polis.
- Yalnız dalga geçmezsek abi.
- 2009 Opel'miş. Eşşoleşek.

dört mevsim, bir insan

hala:"yalnızlık tek kişilik bir iştir." diyorsanız tekrar düşünün.

insanlar olarak, yalnız bir adamın bedenindeki hücreleriz;
ve bizim bir araya gelişimiz onun yalnızlığını besliyor.

maalesef bu beden insan doğasına o kadar aykırı ki;

fikirlerini, ideallerini anlatmak istersin; hayalperest olursun.

gülersin, yeri olmaz.

ağlarsın, erkek adam olduğundan yakışmaz.

koşarsın ses olur.

susarsın küs olur.

oturursun, oturmaya mı geldik olur. kalkarsın "daha çay içcez otur." olur.

söversin pis olur, seversin söz olur.

zordur.

"herkesin bir derdi var. başkaları da mutsuz, o yüzden takılma kendi dertlerine bu kadar. bir sen değilsin." cümlesini duymak gibi acı verir bazen hayat; başkasının mutsuzluğundan dolayı kendi sıkıntılarınızı umursamamanız beklenirken.

çaresiz insanlar çekip herhangi bir yere gitmek ister, yalnızlar ise sadece sessizliği. yalnızlığın kokusu kıyafetlerine sinmiş bir adam nereye giderse gitsin bavulunun en ön gözünde yalnızlığı da gelecektir zira.

amerikan filmlerinde "akşam gelince seninle vakit geçiririz." diyen babalar ve o cümleyi gözleri parlayarak dinleyen çocuklar vardır ya; işte hayat, öyle deyip de akşam gelmeyen baba, bizler de o çocuklarız.

neyi beklediğimizi bile bilmeden bekliyoruz.

kış olur yazı özleriz, yaz olur kışı ama özlemeye dalıp ne kışı yaşarız ne yazı.

o yüzden bize sadece sonbahar kalır.

Sıradaki Şarkı

Askerdeyken, çarşı izinlerinde koşarak internet kafeye giderdik, genelde iki poğaça ile geçiştirdiğimiz kahvaltıların ardından. Derin sessizlik içinde geçen bütün bir haftanın üzerine herkes kulaklığını takıp en sevdiği şarkıyı dinlemeye başlardı; emin olun müziğin ne kadar önemli bir şey olduğu en iyi o şekilde anlarsınız.

Kıymetini önceden hiç bilmediğiniz bir enstrümanın sesi özgür hissettirir size gözlerinizi kapattığınızda. Sonraki çarşı iznine kadar yetecek şarkı yüklemek gerekir çünkü ruha.

Simit de öyle. Onun da ayrı gelir tadı ciğerlere işleyen soğukta.

Neyse simit bu saatte konuşulacak bir konu değil ama.

Demek istediğim şu ki; bilmiyoruz.

Kıymet bilmiyoruz.
Neyi istediğimizi bilmiyoruz.
Karşıdakini üzmemeyi bilmiyoruz.
Bazen yaşamayı bile bilmiyoruz.

O çarşı izinlerinde hiç Pilli Bebek dinlemedim. Pilli Bebek bir çok hisse hitap etse de, depreştirdiği en yoğun hisler orada kaldırılabilecek cinsten olanlar değildi çünkü.

Popüler kültürden dolayı da değil Pilli Bebek sevgim, tamamen anılarımla alakalı. Henüz yıkılmamışken -ve hatta SGK çatısı altında bütün sandıklar toplanmamışken- SSK İşhanı'ndaki barlara -üzerimizde lise kıyafetimizle- 18 yaşından büyük olduğumuzu ispat etmeye çalışarak girmek isterdik. Girersek "Ya kimlik kontrolü olursa!" diye korkarak, giremezsek de mekanın içinden gelen Siyah-Beyaz'ı ve bilumum Ankara grisi yüklü parçayı dinleyerek vakit geçirirdik. Sanırım yaşadığımız an ve gelecekten değerli olan bir şey varsa o da 'anı' dediğimiz geçmişimiz; henüz dün yaşanan şeyler bile olsa.

Ben en çok Azerbaycan'ın bize 12 puan verdiği günleri özledim.

Özlemek demişken mutluluğun da kısa bir tanımını yapabilirim size;

Tam hatırlamıyorum tabi ki ama 10-11 yaşlarında iken, yine sokakta; yer yer top peşinde, yer yer saklambaç vb. oyunlar ile geçen bir günün akşamı, çok susamış şekilde eve dönüyordum. 'Gelirken ekmek al.' demişlerdi evden ve giderken o aldığım ekmeğin ucundan 'adettendir' diyerek bir parça kopardım. O parçayı koparırken çıkan çıtırtı, yavaşça yükselen duman ve o ekmek kokusu. Aklımdan ışık hızında tek bir düşünce geçti:'İnşallah evde ekmek banabilecek bir yemek vardır.'. Eve gittiğimde sofrada annem, babam ve zeytinyağlı taze fasülye duruyordu. O akşam ki mutluluk tanımı buydu.

Geçmişe olan özlemimizi makul bir seviyeye çekip geleceğe odaklanmadıkça, özlem duyulacak yeni geçmişler yaratamayacağımızı anladım.

Şimdi her hafta altı gün beklemek zorunda olmadan istediğim şarkıyı dinliyorum. İnanın müzik dinlemek temel hak ve büyük lüks; tıpkı özgürlük gibi.

Desen

Sanıyorum, Metin Abi'nin, evden çıktığından beri başı önde yürümesinin nedeni; kaldırımdaki desenleri, çocukluğunu geçirdiği evdeki halılara benzetmesiydi. Üzerinde ilk kez emeklediği, dedesinin ilk üç tekherlekli bisikletine bindirdiği o halı, önündeki kaldırıma serilmişti sanki.

Ona baktıkça; her şeyini kaybeden bir insanın kazanmak için daha ne kadar istekli olabileceğini görüyordum. Aslında kural basitti; kaybetmek istemiyorsan hayatta, az kazanacaksın, arkana bakacağın ve kaybetme ihtimalin olan hiçbir şeyin olmasına müsaade etmeyeceksin. O böyle birisi değildi ama, ben de. Aslında kimse böyle değildi. Kazanmak olunca sonunda kimse hayır demezdi.

Size ufak bir hikaye anlatayım;

Şu an 34 tane şubeye sahip bir hamburgerci var. Bu hamburgercinin temelini atan da şuan ki sahibinin dedesi, Avni Bey. Bundan yirmi sene önce bir gün, Avni Bey her zaman et aldığı mahalle kasabına gidiyor ama o gün cenaze dolayısıyla o kasabın kapalı olduğunu görüyor. E dükkanda et yok, mecbur alması lazım. Biraz aşağıda daha merkezi ve biraz daha lüks bir kasap var, ona gidiyor. Kalitesini bilmediği bir ete fazla para vermek istemese de el mecbur oradan alıyor o günlük ihtiyacını. Eti çırağıyla birlikte yüklenip dükkana getiriyorlar. Hamburger için köfteleri hazırlamaya başlıyor Avni Usta. Bu sırada, şehrin zengin iş adamlarından birisinin arabası bunların mahalleden geçerken bozuluyor. İş adamı bunun küçük dükkanını görüyor;"Şoför arabayı hallederken ben de bir şeyler yiyeyim." diyerek giriyor dükkana.

Avni Usta buyur ediyor. Menüsünde yer alan tek çeşit hamburgeri öneriyor adama. Adam yiyor ve bir tane daha istiyor, sonra bir tane daha. Dördüncüyü yedikten sonra etin lezzetine hayran kaldığını söylüyor ve birlikte hamburgercinin şubelerini açmayı öneriyor. Avni Usta kabul ediyor.

Cenaze dolayısıyla kapalı olan kasap sayesinde aldığı sığır eti, belki de ona zenginliğin kapılarını açıyor. Sağlık sorunları nedeniyle önce oğluna bırakıyor sonra oğlu vefat edince torunu yani şimdiki sahibi geçiyor zincirin başına.

Bu sırada Metin Abi hala kafası önde kaldırımın desenlerine bakarak çocukluğunu düşünüyor. Kendisini sürekli gezdiren dedesini, esnaf abilerini ve dedesinin çok sevdiği kasap dükkanını; Avni Usta'nın et almak için gittiği o gün, kapalı olan kasabı düşünüyor...