yaz kış ilkbahar

ilk ne zaman oldu bilmiyorum,
kendim dahil tanıdık kimsem kalmamıştı etrafımda,
tüm kelimelerin eğilip bükülüp "yalnızlık" olduğu günlerdi,
ya sonbahar ya kıştı zaten, soğuktu.
gök gürültüsü, evde montla oturduğum ıssız gecelerdeki tek sesti bazen,
neresinden tutsam elimde kaldığı günleriydi hayatın.
insanın içine işleyen olaylar oluyor,
kafayı çevirdiği her yerde aklına gelen,
başka bir şehirde, bir başka şehire benzettiği sokaklar, caddeler,
insanlar.

yatağın solu ve sağı eşit uzaklıktaydı hep,
hiç tersimden kalkmadım o dönemde,
rutubet dört duvar arasında kalmıştı,
ve duvarlar milyon tane soru işaretiyle boyanmıştı,
bütün saf, temiz beyazlığının altında.

ilk insandan beri bütün insanların olduğu gibi, benim de inanmaya ihtiyacım vardı,
yalana değil doğruya, gidene değil kalana.
ve elimde kalan sadece kışın oluşturduğu çatlaklardı,
ve yüzümdeki maske gülümseme,
sen gülmesen de dururdu öyle.
iyi olduğuna inanmak isteyen insanlar gibi,
iyi olmak isteyen ben gibi,
gözlerimde toplu katliam, her gece lambası dar ağacı,
tüm kardelenler altında karın, bahar gelene kadar kiracı,
karın altında sessiz, karın altında sıcaktım ve sözler vardı aklımda hayal meyal,
nereye koysan olmayan,
tüm cümleler devrik,
tüm tümleçler dolaylıydı.

artık sadece yalnız kaldığımda konuşabildiğim bir yanım var,
beni anlamayan ama dinleyen,
işaret eden ama söylemeyen.
susarken soluk soluğa kalıyorum bazen,
içimdeki yangın dudaklarımı kurutuyor,
"asla" diyorum bile bile asla "asla" olmayacağını,
son otobüsü kaçırmamak için durağa koşan adamı izliyorum,
tek derdi; belki de hiç gitmek istemediği o yere giden otobüsü kaçırmamak için koşan adamı...

kendimden uzağa giden her yol,
daha yakın bir acı olarak dönüyor,
ve insan yaşadıkça anlıyor,
sen ben biz o onlar,
bir yerde kesişiyor yollar,
kimine kırmızı yanıyor karşı karşıya beklerken kavuşmak için,
kimine yeşil yanıyor başka yoldan gitmek için.
işte birbirlerine giden yolda, karşılıklı kırmızı ışıkta geçenler kazanıyor,
kuralsızlığın bile uyumunda,
ve her kurala uyup yeşilde geçenler bazen çoktan cezayı yiyor bu hayatta.

oynuyoruz

daha adım bile atmadan düşmekten korktuğu zamanlar olur insanın,
her yer çukur gelir uçsuz bucaksız düzlükte
ve her çukur önceden düşülen bir başkasına benzer insanın gözünde.
susuzluktan çatlamış topraklar korkutur bazılarını,
toprağın tek beklediği iki damla su olsa da.
hepimiz aynı şeyleri yapıyoruz aslında,
nefes alıyoruz ve veriyoruz,
nefesimizi tuttuğumuz zamanlar dışında.

üşüyoruz, geriliyoruz, korkuyoruz, seviyoruz
ve bazen sevmekten korkuyoruz.

saçma sapan bir düzenin içinde savruluyoruz,
sağdan sola sonra soldan sağa,
bulmacalarda çıkmıyor adı bir çoğumuzun
ve yukarıdan aşağıya beş heceyi geçmiyor diyeceklerimiz.
yolumuz kesişiyor bazen o bulmacada,
"yukarıdan aşağıya beş harf" ile "sağdan sola dokuz harf" karşılaşıyor,
adlarının yazılacağı boşlukların etrafındaki içi dolu kara kutulara aldırmadan,
her kalem darbesi bir başka bilinmeyenini çıkartıyor ikisinin.

saklambaç oynuyoruz her şeyin çok açık olduğu bu hayatta,
nerede olduğunu bilmediğimiz insanları arayarak, bekleyerek,
"ce" diyor bazıları üç aylık bebeği güldürür gibi,
ama insanlar büyüdükçe o bebekten daha az gülüyor.

saklanmadan bulunmuyor hiçbir şey,
ve her şey en karanlığa saklanıyor,
kimisi de karanlıktan korkuyor;
görünmediğinden, göremediğinden değil,
o karanlığın içinde asıl korkulanların olma ihtimalinden, bilinmeyenden.

ve hepimiz nefes alıyoruz,
seni de beni de aynı yer çekimi çekiyor merkezine dünyanın,
gölgeler üst üste geliyor, bazen iç içe geçiyor,
güneş en tepedeyken yağmur başlıyor, tam da şemsiyeyi evde unuttuğumuz gün,
yağıyor, duruyor; zaten yağıp duruyor bir kere ıslandın mı.

insan için en zoru da cevabını bildiği soruyu sormak oluyor;

yağmurdan sonra kar,
kardan sonra ilkbahar,
ve yaz geliyor...
ama bir kere bile ıslandıysa insan o arnavut kaldırımda,
saklandığı karanlıktan çıksın gelsin diye
yazın ortasında bile, soldan sağa altı harf "yağmur"u bekliyor.


hep beraber

odasının duvarında asılı olan sarı kırmızı bir forma vardı henüz yedi yaşındayken. minik kalbini hızlı çarptıran tek şey o topun peşinden koşan adamlar ve de takımı adına gol atanlardı. "çok fanatik olma" dedi babası, "çünkü takımını ne kadar çok seversen o kadar üzülürsün." diye devam etti; haklıydı. ve önceden de söylendiği gibi futbol feci şekilde hayata benziyordu.

sokakta, toprağın tozun içerisinde oynanan masum oyunları vardı şimdinin "sinsi" yetişkinlerinin. hepsi en az bir kere "oyuncak istiyorum" diye çekiştirmişti annesinin babasının ceketinden, elbisesinden. sonra birileri kötü olmayı öğretti insanlara: "illa istemene gerek yok! illa söylemene gerek yok!" diye fısıldadı. onlar da dünden razıydı "şeytan dürttü" diyip geçtiler tüm hatalarının önünden ağır ağır yürüyerek.

"gideceğin yer çok mu soğuk olur baba?" diyen ve
elektrik kesilince annesinin elbisesinin altına saklanan bir çocuğun saflığı.
söyleyecek sözü olmadığından değil her defasında onu kırmaktan korkan bir kızın aşığı gibiydi başta insan.

ne kadar verirse o kadar istemeye başladı sonra herkes,
"ne verdin de ne istiyorsun?" oldu özeti tüm ikili ilişkilerin.
kimse bir şey vermemişti aslında birbirine dünyada,
kimse kimseyi o çocuğun takımını sevdiği kadar saf sevmemişti,
haklıydı babası, büyüyünce öğrendi: ne kadar çok seversen o kadar üzüyordu.
ama insan bu, seviyordu.

ekim ayındaki güneşli gün gibiydi bütün sevgililer sevenlerine,
onları görünce bitiş zili çalıyordu hayatın
ve tüm beslenme saatlerinden daha aç oturuyorlardı,
karşılarında duran cennet bahçesinin gözlerindeki pikniğe.
bir candan bir sürü can yapıyorlardı kısa sürede,
ve göz göze, el ele gidiyorlardı hedefe.

saat aşkı çeyrek geçse de gecikmiyordu,
gönülden gönüle giden otobüs,
ve her şey oldukça sade, saftı. yoktu süs püs.

"belki sevgi kurtaracak insanlığı;
bir gülüşü binlerce gülüş yaratmama vesile olacak,
ve ne olursa olsun akıllarda, kalplerde iyilik kalacak.
ne verdin ki ne istiyorsun yerine daha çok verecek insan sevgisini,
özleyecek kokusunu, bakışını, sesini.
ve belki tüm karanlıkları bir gülüşü dağıtacak o hiç doğmamış bebeğin,
susmanın öğretildiği insanlar konuşacak,
bu sefer "anne" "baba" demeden "iyilik" "güzellik" diyecek,

belki sevgi kurtaracak insanlığı;
sevgi insandan önce de vardı,
gittiği her yere yaptığı gibi, insanoğlu onu da yıktı,
ve o yıkımda en önde meşale taşıyanlar, yalnız olanlardı.

tut ki elinden tuttu birisi bir diğerinin,
o zaman kim tek başına gitmeye kalkar ki menzile,
kim tüm kalacaklarını bırakmayı göze alabilir kötülük yaparken,
kimin eli uzanır karanlığa; tek damla yaş için okyanusu kurutacak kadar severken."

dedi çocuk; haklıydı.

duvarda asılı formasını sırtına geçirdi: "çok kalabalığız baba" dedi. öylelerdi de.
sevinçten kaybolmaya ve mutluluğa hazır,
iyi olanın kazanacağı bu hayatta.

1

o da insandı ve diğer bütün insanlar gibi o da hata yapmıştı...

sorgusuna kimin geleceğini bilmeden işlediğimiz suçlar vardı hepimizin,
soğuk terler dökerek beklediğimiz sessiz, loş ve yalnız sorgu odasının kapısına gözlerimiz dikilmişken,
inanmaya ihtiyacımız vardı; iyilik ve güzelliğe.
kapıyı açıp içeri kimin gireceğini bilmediğimiz ama çift taraflı camın arkasında bizi bir görenin, duyanın mutlaka olduğuna inandığımız o odadaki tek desteğimiz, sırtımızı yasladığımız otuz yıllık sandalyeydi.

herkesin yaşadığı gibi herkesin söylediği gibi, herkesin önce söyleyip sonra kendinin de inandığı gibi yalanlar söylemediğimizden oradaydık ve dürüst olmayı kaldıramayacak kadar yalandı hayat.

elleri titremiyor, gözlerini hızlıca kırpmıyordu artık insanlar yalan söylerken ve yüzleri biraz bile kızarmıyordu. sessiz kalıp kendine bile yalan söyleyemeyenler vardı bir tarafta öbür tarafta diğerleri.

kimse fark etmiyordu; ne oturduğumuz sandalye ne de sorgu odası gerçekti, hayat çok "yalan" geldiği için onlar da kendilerini yalana bırakıyorlardı.

yeni doğan bir bebeğin "anne", "baba" diyemeyen halinden, usta bir yalancıya dönüşme süreci olmuştu artık 'insanlık' ve 'medeniyet'.

çok kar yağıyordu temmuzun ortasında lapa lapa ve tişörtle bile bunalıp terleyenler görmedikleri bu kara inanıyorlardı. inanmak istiyordu insan, insanların içinde iyilik olduğuna. ama her inandığı insanı tanıyordu bir yerde ve çoğunun karanlık, kötü bir yanı vardı.

sorgu odasının kapısı açıldı ve vicdanı girdi içeriye herkesin, soracak sorusu yoktu hiç birinin. herkesin yaptığı kendineydi... bir de diğerlerine.

olduğu gibi olsaydı herkes keşke, her ortamda

hem içeride hem dışarıda.