Evrim Teorisi

"ilk insan nasıl biriydi acaba?

ne yerdi ne içerdi. kaygıları, sevinçleri, üzüntüleri var mıydı onun da? hiç ayak serçe parmağını mağarada top oynarken bi yere çarpıp o acıyı hissetmiş miydi acaba?

oğlunu iyi bir anadolu meslek yüksek mağarasına yazdırmak istemiş miydi o da?
veya eve gelirken dinazorun yağsız yerinden iki kilo alamamak içinde kalmış mıydı?

her yerde mızraklar vardı o dönemde ve çocuklar sokağa çıkamaz olmuştu. karısıyla duvara sürekli küfürlü şeyler çizerek çocuğun önünde kavga ediyorlardı; evet belki okuması yoktu çocuğun ama salak da değil di ya!

yazın t-rex'in arkasına eşyaları doldurup deniz kenarı bi yerlere giderler miydi?

kimdi bu ilk insan? hikayenin kalanında ondan "Tenur Sade" olarak bahsedeceğim.

Tenur'un hikayesi millattan önce bilmem kaç binlere dayanıyor.
asyada dünyaya geldiği tahmin ediliyor. ama dünyaya gelmek derken şu anki anlamıyla değil çünkü o ilk.

sade bir çocukluk geçiren Tenur tabi ki anne sütünden de mahrum kalıyor. daha küçük yaşta açlığı, yokluğu tadıyor. sonra yokluğu çok sevince üç öğün yokluğu tadarak büyüyüp genç, yakışıksız, kıllı, maymundan hallice bir delikanlı oluyor.

bir süre göçebe bir hayat sürüyor; sorumluluk yok bağlılık yok, bi oraya bi buraya göçüyor. sonra bir aile kurmak istiyor ama karı yok. o da kendi ailesini kuruyor sonra da aile şirketini.

başlarda dokumacılıkla ilgileniyor ama dönemden dolayı ilgi görmediğinden taşlara yöneliyor.

derken karşısına ikinci insan olduğunu düşündüğü bir kadın çıkıyor. adı Olga. beyaz tenli ooof, akrep burcu ooof.

kısa sürede aşık oluyorlar çünkü Olga'nın diğer seçenekleri boz ayı ve nil timsahı.

hem yuva kurmanın hem de Olga'yı o bataklıktan (mağarasının bölgesi hep bataklık) kurtarmanın mutluluğuyla git gide daha iyi birisi oluyor Tenur.

derken Olga bir gün karşısına geçip "hamileyim" diyemediğinden duvara bir bebek resmi çiziyor, Tenur da altına bir soru işareti çiziyor, sonra Olga karnını gösterince Tenur havalara uçan bir adam resmi çiziyor mağaraya. (M.Ö. 300-500)

çocuklarına isim koymuyorlar.

çocuk büyüyor, babasının ilk insan olmasıyla övünmek istese de böbürlenecek kimseyi bulamıyor etrafında.

çocuğa 5. yaşgününde eski bir kaplumbağa armağan ediyorlar. çocuk kaplumbağaya atladığı gibi mağaradan çıkıyor. geziyor, geziyor, geziyor. ve tam 2 yıl sonra bile o kara haberi alamıyorlar. bi süre sonra da çocuktan vazgeçiyorlar.

aksilikler üst üste gelir ya, eşini de tetanozdan kaybediyor.

ve ilk insan son insan olarak kalıyor dünya üzerinde..."

böyle bi şey mi var ya, olabilir mi yani? aklın kesiyo mu senin? evrim teorisinin saçmalığı şu yazıdan bile anlaşılır. ilk insandan biz 7 milyar mı olduk? öyle bi şey olsa ben kendimden bi gezegen kurarım bir iki ay çalışıp. biraz okuyalım, anlayalım. lütfen.

Ve Perde...

önce kuliste bekleriz dokuz ay, sonra doğarız,
ve perde açılır.
her şey küçüktür başlangıçta; beklentilerimiz, hayallerimiz, ellerimiz...
hepsi büyür zamanla ve hepsi büyürken bir şeyler küçülür içimizde; hissederiz ama yok sayarız.
yok saymayı isteriz daha doğrusu çünkü öyledir işte.

her şey bellidir sahnede,
o belirginliğin içinde yapılan ufak değişikliklere doğaçlama deriz, kendimize sahte bir özgürlük yaratarak.
sus yazıyorsa susarsın sevsen de,
kalbin gel derken git dersin senaryo öyleyse.
içinde bir şeyler biraz daha küçülür.

yüzlerini seçemediğin ve hiç tanımadığın seyircileri vardır hayatının,
acını da mutluluğunu da hemen hemen aynı ifadede seyrederler.
acını görmek için para verirler bazen bilete,
bazen de onları güldürmen için.

ne kadar süreceği de yazan tarafından belirlenmiştir bu oyunun,
zaman geçtikçe her şeyi sığdırma çaban biter, yorulursun.
süre yetmez, süre artar, zaman geçmez.
bir dakika her zaman bir dakika değildir.
bazen bir dakika geçsin diye saatlerce beklersin.
oturarak yorulursun bazen,
bazen hayali bir karakterin peşinde,
olmayan bir hisle saatlerce, günlerce koşarsın; bana mısın demeden.

böyledir işte,
bazen daha başlarken bitsin istersin inanmıyorsan oyuna,
bazen bitmesin istersin sevginden.
bazen de bitse de bitmese de fark etmez dersin derdinden.

sonlara doğru duygu yoğunluğu artar,
dikkat kesilir herkes.
onlar oyunun merakla beklenen sonuna,
sen iki çift göze dalarsın; seyirciler sıradan bir senaryo izlerken sen o gözlerde sindirella'yı, uyuyan prenses'i, pamuk prenses'i yaşarsın.

son sözlerle gözlerini açarsın;

sahneyi bana bıraktılar bütün ışıklar söndükten sonra,
seyirciler beni değil ben onları izledim, ağır ağır boşaltırlarken salonu.
selam verdim yorgun ayaklarıma eğilerek, bedenimi aydınlatan spot ışığın altında; almadılar selamı.
boş salonda biletleri kaldı bazılarının koltuklarında;
kiminin adı ayşe, kimi fatma, kimi funda.
hepsi verdiklerinden fazlasını alıp gittiler salondan,
sahnedeki onlar için fazlası değildi bir oyundan.

Pul

aralığın bilmem kaçına sözleşti kız ile oğlan,
her şeyi konuşmak üzere içlerinde kalan.
oğlan kızı sevdi, kız oğlanı; ama ikisi de kabullenemedi gerçek olanı...

filmlerdeki gibi değil hayat hiç bir zaman. aşıkların kavuşma sahnesinde güçlü bir müzikle kesilmiyor yayın.
tekrar sabah oluyor gerçek hayatta, sonra akşam bekleniyor, uyku, sonra tekrar sabah.
iki cümlelik ilişkiler,
tek kelimelik vedalar.
beyazlatıcı diş macunu kullanıyor gün içinde bi kere bile gülmeyen insanlar.
kalbi tam ortadan kırılmışken; saçlarını salı günü sağa, cuma günü sola yatırıyorlar.
kırgınlıkları birine ve ya birilerine değil sadece kendilerine.
kişi kendi yapan kaderlerine.
her geçen gün daha çok şarap koyuyorlar kadehlerine,
bazen susuz içiyorlar rakıyı;
bazen su yerine tüketiyorlar birayı.

bir aydan bir sürü ay yapıyorlar hepsi birbirinin aynı.
güneş aynı yerden, aynı yere doğuyor,
karınları aynı saatlerde doyuyor,
ve her zaman olduğu gibi; kendi seslerini sadece kendileri duyuyor.

bir kuş konuyor bazen pencerelerinin kenarına,
özgürlüğün fragmanı gibi uçuyor sonra.
onlar yine pencerenin içerisinde kalıyor,
önceden asılı posterlerin bıraktığı lekeleri taşıyan dört duvar,
ne kadar haykırsalar da -henüz uyumamışlarsa- sadece komşular duyar.

haftasonu bir sabah kapı çalıyor,
çoktan bitti sanılsa da bir postacı geliyor,
elinde sararmış bir mektup; "geçmişinizden." diyor.

"...biz geldik toplanıp; ne kadar acıtan inciten şey varsa seni. biz geldik bu sefer barış imzalamaya. barışmazsan bizimle olmayacak bi gelecek ve her gelen tekrar gidecek. üstünü karalama karanlıklarının, sil hepsini beyaza boyarmışçasına ve söyle artık kimse bakmamalı arkasına. şimdi gülüyorsun ya biz aklına geldiğimizde, şimdikilerin üstünden zaman geçtiğinde onlara da güleceksin öyle. bizi zaaf değil güç olarak kullan, yenildim diye vazgeçme; "tekrar dene daha iyi yenil!"
kızma bize, biz kendimiz gelmedik, sen seçtin bizi; biz sadece canını yaktık. sen olmasan başkasına gidecektik.
şimdi iyi dinle; bizden daha çok var gelecekte. uzak dur onlardan ve sen onları bulma, onlar seni bulmadan."

katlandı bir mektup ve yükler havalandı,
hep karanlık kalan noktalar aydınlandı.

kız oğlanı sevdi, oğlan kızı;
ikisi de okudu mektubu ikisi de katladı.
ama ikisi de dikkate almadı.
geçmiş; geçmemiş ve geçmeyecek tüm acılara verilmiş genel addı.

aralığın bilmem kaçı geldi,
buluşmadılar.
o gün de güneş aynı yerden doğdu, aynı yerden battı.

Gar

duygu yüklü trenler kalkar bu gardan; hiç yolcusu bile olmadan.
kara vagonlarına tonlarca yüke bedel hüzün doldurur,
yürekteki yangının dumanı tüter lokomotifinde,
döner tekerleri ağır ağır; geri geri giden bir aşığın adımları gibi.
çoğu zaman paslıdır raylar,
bir yolculuk bazen haftalar sürer bazen aylar,
ama hep aynıdır gidilen yer.
yalnızlık durağına varır tam zamanında,
yoktur karşılayıp valizlerini alacak kimsesi,
tek göz odasına gitmeyi bekler herkes, kendisine ait yükü alarak.
demli bir çay koyar.

cama yağmur damlalarının vurması duygulandırır insanları, neden bilmiyorum. cama mı kızarlar yağmuru kesiyor diye yoksa yağmura mı üzülürler düşüyor diye...

söz verilmiş bir aşkın uzakta kalan sahibi,
sök şimdi tüm çaputları bağladığın dilek ağacından.
akan nehirlere atma bozuk paraları gelsin diye sevdiğin.
bir söz var ortada ve bir aşk arkada.
gözlerinden akan yaşlar karışsın topraklarıma,
su değil sevdaya kuru dallar yeşersin tekrar,
bedeninden esen rüzgar saçlarımı dalgalandırsın,
ve sen durma haykır, avazın çıka çıka, nefesin yettiği kadar bağır.
kötü sözler söylesen de sesin duyulsun kalbimin derin bölmelerinden.

bir bavul al koy sen de kendi yalnızlığını,
ağır gelirse ben taşırım.
ihtiyacın kadar hüzün al, fazlası zaten bende var.
kelimeleri boşver, bakışların yeter.
en güzel kırmızı elbiseni giy gecenin karanlığına inat.
yolda uyurum dersen bende iki omuz var.
burası aynı yer aynı gar;
ama iki kişinin yalnızlığı sığıyorsa tek valize,
o tren farklı kalkar.

Kış Ola Bağlana Yolların

sadakat ve sakatat birbirine benzer feci şekilde;

işkembeden olur kiminin dostluğu ve bi boka benzemez dolayısıyla.

varlığı varlığına armağan olacak insanlar da olabilir dünyanızda ya da hiç biri yoktur aslında. benliğimize döndüğümüzde kaldığımız şeydir gerçeklik.

sigara dumanından göz gözü görmeyen bir odada, kısık ses ve ya sesi komple kapalı ama yine de -inadına- açık duran bir televizyon ve teypde bangır bangır çalan herhangi bir Neşet Ertaş şarkısı gibi mesela...

yalandan yüzünüze gülenlere "ah yalan dünya" da denilebilir ya da yine geçilemez gönül dağından bütün o duman ve buğuda.

geliriz, geriliriz;
büyürüz geriliriz yalan dünyada.

ne çok severiz ne çok seviliriz bilmeden.
sadece bakarız bazen de görmeden.

yazmak okumaya göre daha basittir; çünkü okumak anlamayı, yazmak anlatmayı gerektirir.

anlamaz çoğunuz, çoğumuz. sorsan hepimiz çoğuluz.
anlatmak karşıdaki anlasın diye değildir zaten,
zaten karşıdaki anlasa anlatmaz da insan.
anlatmak insanın kendine yardımıdır, susması vicdanına.

ilkokulda sadece ötekinin futbol topu olduğu için arkadaşını değiştiren bi çocuk vardı ve karakteri en az o top kadar yuvarlaktı.

sonra insanlar büyüdü, topun yerini başka başka şeyler aldı.

bu dünya çıkar dünyasıymış çocuk,
ne yazık kiminin kimyası bozuk.
isimlere kara kalemle atılmış çizik,
artık o kalem kırık.

Ne diyorum

her şeyi yazarak yaşayamam belki biliyorum ama yaşadığım her şeyi yazabilirim. ya da yaşayamadığım.
hayal kurabilirim kimseye sormadan, diyaloğa girmeden.
altmış yaşındaki halimi hayal ederim belki; adını bilmediğim bir sahil kasabasında, yol üstü bir kafem olur; sadece tost, çay ve su olan. çılgınca eğlenmek için otellerine giden ya da tatillerini bitirip dönen gençlerin "şurda çok kafa bir amca var" diyerek durdukları.
ama dolduramam arasını yaşamadan.

çok şey doldurulur hayale ama gerçek boş kaldıktan sonra hayal de durur.

kalan yolun sürekli yarısını giderek bitişe ulaşılmaz adını hatırlamadığım bir felsefeye göre; gerçekte hiç yol gitmeden sona gelirsin bazen.

herkesin güldüğü bir şeyler vardır, hep karamsar olunmaz zaten. olunmamalı da. aslında hiç karamsar olmamalı ama olmadı mı olmuyor.

kulağımda güzel bi şarkı ve elimde bir kalem olsun, her yere gidebilirim herkesle. istediğim süper kahraman olabilirim. solunum yapmayan bir dev, anadol yiyerek beslenen bir inek adam, camında tel olan evlere bile girebilen bir sivrisinek. sınır yok ki.

gerçekte de yok ki sınır. engeller var insanların kendi koyduğu bir de kurallar.
ne insanlar mutlu kurallardan ne de kurallar insanlardan.

bir dönem her evde boy boy dizilen ama hiç bakılmayan ansiklopediler gibi tabular, yıkılması imkansız ego ürünü bahaneler.

dizginlerimiz var dişlerimize geçirilmiş, kontrol bizde sanıp devam ediyoruz nereye çekilsek oraya koşmaya.

Herkes Kendi Yalnızlığında Kavrulur

herkes sevebilir herkesi.
kimisi susarak, kimisi konuşarak, kimisiyse kaçarak.
trabzanlarına tutunmadan çıkar kimisi merdivenleri.
soğuklarda ya cebine sokar insanlar ellerini,
ya da kendininkiler gibi üşüyen başka elleri tutar.
kar yağar. bazen yağmur.
insanlar gider,
insanlar gelir.
bir söz yazmak istersin bazen,
bin engel konulur önüne.
uykusuzluktan kapanmak üzere olan gözleri bile fal taşı gibi açar insanın yaşayacağı bir olay, soğuk bir duş etkisi yaparcasına,
ve koşmaya başlar bakmadan arkasına;
önceki tüm düşüşleri unutturacak kadar.
düşer,
kalkar,
sonra tekrar düşer.
izler; ne kadar silinse de hep tazeler.
zaman her şeyin ilacıdır kendisi dışında,
ve geriye dönüş yoktur zamanda.
düşününce ileriye de gidemezsin aslında,
sadece yaşarsın ne yazıldıysa o anda.
mutluyken mutsuzluğu, tokken açlığı,
gülerken göz yaşını paylaşırsın,
bir bakarsın; bin söze bedel olur;
o bir susar, sonbahar olur.
yapraklar dökülür ellerine,
hepsini toplamak istersin ezilmesin diye,
bazı dallar kırılır, sevmezsin işte rüzgarı.
dört nala giden bir atın yelesi gibi savrulur yalnızlığın.
bir buğu oturur tüm düşüncelerine;
büyülü bir gecenin ortasında, soğuk bir şehirde, yağmur damlalarının vurduğu cama benzersin.
yağmur diner, buğu gider ve gökkuşağı gelir;
gece diye görmezsin.
her şey görülmez ama işte,
her şey söylenmez de.
bazen çok susmak az konuşmaktan iyidir; diyeceğin iki kelimeyse bile.