Yazıyor, Yazıyor...

ilk blogumu bundan on yıl önce açmıştım. sadece şiir yazardım o zamanlar; tabi alt alta getirdiğim satırlara şiir denirse.

yüze yakın şiirim vardı blogumda ve bir ergen cinnetinde hepsini silerek kapattım o sitemi. belki kötü bir şeydi bu belki de ilerde alehime kullanılacak kadar rezil şeyler yazdığım için güzeldi. bunu da umursamadım.

beni tanıyanların ya da yüzeysel olarak tanıdığını sananların yazmama, çizmeme ilk tepkileri şaşkınlık oldu ve oluyor. insanın içsel bir şeyleri olunca dışardan bunu görememek ve algılayamamak da doğal oluyor haliyle.

"neden?" ve "nasıl başladın?" en çok sorulan iki soru sanırım yazmamla ilgili.

insan yazmaya, ya hayalgücünden güç alıp başlar ya da bi acıdan. bendeki hangisiydi hatırlamıyorum.

sadece artık şunu biliyorum, yatmadan önce almam gereken ilacım gibi yazmak. biri için değil, anlatmak için de değil; bazen zehrimi akıtmak bazen sessiz bir çığlık atmak için.

güzel, iyimser şeyler yazmadığım söyleniyor bana sık sık. ama güzel şeyler yazılmaz ki, yaşanır... gül satırlarla anlatılmaz mesela, ya da annesinin elinden parka koşan bir çocuğun mutluluğu, kendine yaklaşan simit dolu vapuru gören bir martı, top çarpınca kırılmayan pencere, sabah otobüsündeki boş koltuk...

stabil yaşadığımız hayatlarımıza inat ordan oraya atlamayı seviyorum yazarken. kelimeleri eğip bükmeyi.

birine az bile olsa bir mutluluk ya da güzellik kattığını öğrenirsem yazdığım bir şeyin, havalara uçuyorum. ünlü olayım, popüler olayım diye değil sadece paylaşmak için. burada yazılan bin acı varsa bir mutluluk gibi hepsi paylaşılabilir; tekrar yaşayarak değil üstelik, herkesin yaşayabileceğini göstererek sadece.

belki azalır bu arzum belki de artar ama beni mutlu ediyor yazmak; yazdıklarım karamsar olsa bile. ve sanırım anlatamadığım nokta da bu oluyor insanlara. mantıklarına sığmıyor böyle bir şey olması ama yazmak mantık işi değil ki zaten her zaman. hatta çoğunlukla gerçekleştirilemeyen hayallerin yansıması. ve benim yazdıklarım da yaşadığım ya da yaşayabileceğim acılara bir tiyatro sahnesi oluyor sık sık; acı çektiğimden ve dert ettiğimden değil, sadece öyle istediğimden.

şimdi yazıyorum ve yaşıyorum yazdığımı gördükçe,
yaşadığımı hissediyorum bir şiirin dizelerinde;
sade, siyah bir mürekkep kalemimde;
kelimelerime çok geliyor miktarı,
ve dokunduğu yere dağılıyor akabinde.


....


lisede felsefe dersinde bir şeyler karalarken beni yakalayan hocam: "ne yazıyorsun?" demişti; "şiir yazıyorum" dediğimdeyse:"bu yaşta şiir yazan adam ya hiç aşık olmamıştır, ya da yazmayı bilmiyordur." dedi. felsefeci olmasına verdim dediklerini ve umursamadan devam ettim yazmaya.

Pazar

pazar günlerini, özellikle günün bu saatlerini ayrı bi severim. yaşadığımı hissettiren bi karartı oturur göğsüme her hafta bu saatlerde. (23:15)

çocukluğumdan gelen bir alışkanlık mıdır yoksa ülkemin kamu düzeninden mi kaynaklıdır bilmiyorum ama ertesi gün okul ya da iş var diye göğsümde kendimi bildim bileli aynı baskıyı hissediyorum.

çocukluğumda her şey daha kolaydı. üzülmek de onu unutmak da. günün bu saatleri çoktan uyumuş olurdum ilkokul yıllarımda. ya bizimkiler izlerdim banyodan çıkınca ya da parliament pazar gecesi sinemasını. mevsime özgü bir şeyler olurdu önümdeki tabakta hep; portakal, kestane, karpuz, vişne suyu vs.

geçmişte hangi gün ne yaptığımı hatırlayamam tabi ki ama dönüp baktığımda en net hatırladığım günler hep pazar günleri çünkü onlar hayatımızın en çok rutin olan günleri aslında. çalıştığımız ya da okula gittiğimiz ve haftaiçi boyunca aynı şeyi yapıyoruz sandığımız günlerden bile rutin pazarlarımız. özellikle çalışıyorsak mutlaka kendimize zaman ayırma adına bir şeyler koyuyoruz pazar günlerine;

-her pazar sabah koşusu,
-her pazar deniz kenarında kahvaltı,
-her pazar bir romantik komedi,
-vs.
-vs.
ve saire!

hep rutinden şikayet eden biz en boş anımızı bile bir rutine bağlıyoruz. çünkü biz böyleyiz ve bu kötü bir şey değil. dert de, gülümseme de, ölüm de, yaşam da rutin zaten. biz sadece adını rutin koymuyoruz o özgürlüğün bize verildiği pazar günlerinde. haftanın kalan beş ve ya altı günü ölüp bi pazar günü diriliyoruz kendimizce. aslında ölüyüz ve ya diriyiz her gün aynı derece.

pazar günleri hala zihnimde o şofben (ya da şohben, her ne boksa) yanıyor ve ben banyoya giriyorum. tırnaklarımı kesiyorum ertesi gün okul olduğu için. bizimkiler başlıyor, dunkofla birlikte çarpım tablosunu tekrar ediyorum.

annemin "kalk yat hadi!" serzenişleri arasında "the mask"in sonuna kadar uyumadan oturmaya çalışıyorum.

ama daha çocuğum ve daha çocuğuz. gücümüz yetmeden bu pazar da bitiyor.
haftaya farklı bir pazarda aynı rutini yaşamak için uyuyoruz.

iyi geceler.

Film Özet ve Eleştrileri - Yüzüklerin Efendisi

Sizler için bugün de dünya klasiklerinden Yüzüklerin Efendisi üçlemesini değerlendireceğim.

Her kim ki bu üçlemeyi henüz izlemediyse sakın ola kendini kötü ve şanssız hissetmesin. İzlediğim üçlemeler içerisinde hikayesi en kopuk olan, sonunun ne olduğu en belirsiz film sanırım buydu.

Öncelikle filmdeki karakterlerin kısa bir analizini yapmak isterim. Filmde iki tane beyaz uzun sakallı yaşlı insan var. Biri ilk fimde gri giyerken, sonraki filmlerde diğerine özenip beyaz giymeye başlıyor. Tabi işin perde arkasında diğerine özenmesiyle birlikte siyasi bir baskı da söz konusu. "Nereden  çıkartıyorsun?" dediğinizi duyar gibiyim; hemen anlatayım.

Serinin ikinci filmi 2002 yılında gösterime girerken hükümet de değişmişti hatırlarsanız ve bununla aynı anda Gandalf denen ve "dini bütün", "yobaz" bir adam imajı veren karakterin adının başına "Ak" sıfatı gelmişti. İşte burada serinin tadı kaçtı.

Azınlıkları simgeleyen Hobbit'lerin ana gelir kaynağı yüzükçülüktü. Frodo Tayeffour Hobit ırkının önde gelen isimlerinden birisi olarak filmde karşımıza çıkıyordu. Atların yarısına gelen boyları, Gandalf'ı öz dedeleri gibi sevmeleriyle özellikle Türk halkının gönlünü çalmayı başardılar.

Arada bir görünen, Matrix'ten tanıdığımız ajan simit ve Arwen rolünde Deniz Akkaya'nın filmle ne alakaları olduğunu ise 4. kez izlememe rağmen çözemedim.

Karakterlerden sonra konuya girecek olursak; özel efektleri ve birbirinden ilginç, fantastik hikayelerden fırlayan karakterleriyle film sizi doğrudan içine çekiyor. Mordor denen yerdeki her yeri gören göz adeta içkiyi yasaklayan, interneti kesen, ahlak zabıtası kesilen bir şuursuz gibi sürekli yüzüğü arıyor. Yüzüğü ararken de ilk başlardan Tayfullah Gülen liderliğindeki yüzük tayfları cemaatini kullansa da sonralarda bu cemaat de kontrolden çıkıyor.

Bir de film boyu yer yer karşımıza çıkan Bağdat Caddesi tikisi kılıklı Gollum var. "Kıymetlimiss", "ayh ne güsel çantaa<3", "starbuckssstayıss" tarzında konuşmalar ve gelgit kişiliğiyle beni en çok geren de bu kılıksızdı.

Konu Hobitlerin yüzüğü yok etme çabası olsa da Saruhanlı Sauron bunu engellemek için Mordor'un gücü adına alla ne verdiyse ork mork saldırıyor. Çok büyük savaşlar oluyor. Hatta bir savaşta 5. gecenin sabahında, sabah ezanından hemen sonra şafakta Ak Gandalf beliriyor ve o savaşı kazanan iyiler oluyor.

Son filmde ise "Kralın Dönüşü" olarak söyleneni açıkçası anlamadım. Kral kimdi orası çok muallakta kalan bir konu çünkü. Aragon var, o silik bi tip ama krallık bence Gandalf'ın hakkıydı.

Kral taht derdindeyken, anasından babasından uzak kalan Frodo da Gollum'la "en sevdiğim yüssüük" nidaları arasında kavga dövüş yanardağa gidiyorlar. Kavga gürültü derken yüzük Gollum'la lavların arasına uçuyor ve yok olan yüzükle de kötülük gücünü kaybediyor.

Evet. Bir çok noktaya değindik. En başta da dediğim gibi hikaye kurgusu zayıf, sadece efektlerle bir şeyler kotarılmaya çalışılmış. Benim puanım 4,5/10.

Eğer 12 saat boş vaktiniz varsa ve kuyumcuysanız kaçırmamanız gereken bir film.

Hepinize şimdiden iyi seyirler.

Tanıştırayım; Ben.

Eskiden ben de sevmezdim bir Müslüm şarkısını ya da fondan zamansız duyulan Ferdi'nin sesini.

Sonra zamanla konuşmaya bile hali kalmayan bedenime tercüman olmaya başladı o şarkılar ve sözleri. O kadar derin değildi dertlerim, o kadar uzak da değildi sevdiklerim ama; sonuçta benim de bir derdim vardı. İsmini bilmediğim çözemediğim derdim sonra duruldu. Gerilim filmlerindeki kötü adamın bir anda ölmesi gibiydi; oradaydı hala can sıkıyordu ama hareket etmiyordu, sağa sola çarpmıyordu ruhumun koridorlarında ilerleyip.

Bi yerde -tam olarak hatırlamıyorum zamanını- insanları çok eleştirmeye başladığımı fark ettim. Kendim hep doğru yapar gibi değil ama. Kendi yaptığım yanlışları da görerek, acısını çekerek ama herkesin yanlışına saçmalığına da daha çok takılarak.

Sonra içimde cansız yatan sıkıntım o takılmalarımı da kendi yanına aldı. Ne olsa boşverir oldum. Hani "dünya yıkılsa umurumda değil"cilere benzedim.

"Eksik bir şey mi var?" şarkısı çok benzer geldi bulunduğum duruma. Hatta Ali Atay'ın şarkıyı söyleme ağırlığı ve sakinliği bile bire bir örtüşüyordu metabolizmamla. https://www.youtube.com/watch?v=2vWSYBg_imc

'öyle bi şey ki bu kolay anlatamam,
atsan atılmaz, satsan satamam.'

Öyle bir şey işte bu. Şarkıda dediği, milyonların yaşadığı gibi.

Ben deli değilim, siz çok akıllısınız

Ve eksik bir şey var. Bana, sana, ona, size. Bir şeyler hep eksik. Ya hep daha fazlasını istediğimizden ya da doğru şeyi istemediğimizden ama neye ulaşsak neye tutunsak eksik diyoruz. Bütün eksikliklerimiz aslında sahip olana kadar tamamlayıcı olarak gördüklerimiz.

Demli bir çay, bir de içiyorsan sigara kadar basit aslında huzur.

Neyse, çaya çorbaya girmeden söyleyeyim; insan nereyi severse orada iyi oluyor. Hangi özelliğini severse orası bahar bahçe. Ben de içimdeki tanımsız hissi sevdim galiba. Sevilmeyi unutmuş, yosun tutmuş, karanlık, huysuz, söylenip duran o belirsiz hissi sevdim. Sevgiyi hiç görmediğinden korktu galiba o da sevgiden. Kaçtı benim bulamayacağım bir yere ama yine benim içimde.

Ben de her gidene olduğu gibi davranmaya karar verdim ona; bal gibi de oradayken görmezden geldim. Ne o arar beni, ne de ben onu ararım artık.

Bunları yazan bile odur belki ya da göz bebeklerimin arkasında; kendi marifeti olan bütün anıların arasına gizlenmiş izliyordur.

Bir ben var benden içeri diyor ya; öyle değil işte işin aslı. Onlarca ben var ama birlik; hepsi bir olunca oluyor...

İnsanoğlu

yürümeye; tekerin, yazının ve ateşin icadından önce başladık,

tüm maddiyatı bıraktık; mutluluk ve hayal kırıklığı adına ne varsa sadece onları yanımıza alıp yola çıktık.
yürüdük,
yürüdük,
yürüdük.
hava karardı sonra, aydınlanmaya ihtiyaç duyduk.
bu yüzden suya yazı yazmaya başladık; adımız hayalperest oldu.
su ateşe döndü sonra; aydınlandık ve dumanlar yükselmeye başladı. önce ateş bulundu; sonra dumanından suya yazdıklarımız okundu.
yola devam ettik.
gördüğümüz her ateşe su atmak yerine her suyu ateş eyledik.
daha çok yazdık.
dumandan göz gözü görmeyecek kadar çok!
ne zaman ki her yer duman oldu, o zaman maddiyat durdu.
insanlar sesi tekrar duydu; sevdiklerini kaybetmemek için ellerini tuttu ve onlara sarılarak uyudu.
ne su bitti bu masalda ne de ateş.
yürüdükçe yazdık, yazdıkça yaktık ve yandıkça tüttük isli kelimelerimizin bir araya getirdiği yalnızlıklarımızda.

birilerimiz su olduk,
birilerimiz yol,
ve hepimiz yolcu;
sadece kimimiz yoldan gittik, kimimiz ırmaktan aktık.
yürüdükçe ve aktıkça da çoğaldık.

rüzgardan yorganlar serdik üstümüze,
ateş böceklerinden gece lambaları yaptık.

yürümeye; tekerin, yazının ve ateşin icadından önce başladık,
bu masalda hepimiz insandık,
ve her şeyden önce düşünmeye inandık.