Online Mert - 1

Duyduğu ses, cep telefonunun alarmı mı yoksa tanıdık birisinin sesi mi emin olamayacak kadar ağır bir uykudaydı; yüz üstü yattığı yerden elini komodinine uzatarak cep telefonuna ulaşmaya çalıştı. Kapatma tuşuna dört beş kere basmasına rağmen ses kesilmeyince kapalı gözlerle yastıktan başını kaldırdı; "Meert! Mert! Kime diyorum! Duymuyor musun?". Üst üste gelen bu kadar çok soru cümlesi sadece annesine ait olabilirdi ve ses giderek yaklaşıyordu. Ters dönerek sırt üstü yatmaya başladığı sırada odasının kapısı açıldı;

- Oğlum sana inanamıyorum! Hani babana ve bana söz vermiştin? Bugün babana yardımcı olacaktın?

Evet, söz vermişti. Altı - yedi aylık bir rehabilitasyon süreci ve sayısız psikolog görüşmesinden sonra ilk kez kendisini bir şeyler yapmaya hazır hissedince, babasının uzun süredir istediği şekilde, birlikte bir iş kurmaya hazır olduğunu söylemiş ve bu süreçte de ona yardım edeceğine söz vermişti. Sadece, teknolojinin geldiği noktayı da düşününce, babasının bir internet kafe açmak isteyeceğini hayal edememişti. Dört yıl önce emekli olduğundan beri babasının tek isteği "aslan oğlu" Mert ile birlikte çalışacakları bir iş kurmaktı; yıllar süren araştırmalar, fizibilite çalışmaları, dükkan incelemeleri sonucunda da evin iki alt sokağında bir internet kafe açmaya karar kılmıştı. Bu kararı almasında, yaklaşık dört ay önce açtığı Facebook hesabının da etkisi büyüktü...

Mert, bu internet kafe fikri ile birlikte, çıkmaya çalıştığı depresyona biraz daha gömülmüştü.

- Anne söz verdim ama ben babamın internet kafe açacağını nereden bilebilirdim? Sene 2017; insanlar bir gözlük takarak sanal gerçeklikte istediklerini yapıyorlar, internet saatlerine kadar girdi; kim gider internet kafeye Allah aşkına!

- Öyle deme oğlum. Babanın arkadaşları, İhsan amcanlar filan hepsi çok heyecanlı, müdavimi oluruz diyorlar kafe açılınca. 

- Anne ne müdavimi olacaklar; onlar göz göze gelip, karşılıklı oturmayınca, birlikte okeye dönmeyince rahat edemezler orada. Sınırsız çay ile saatlerce okey oynayan adamlar internet kafede kulaklıkları takıp kendi bölmelerine çekilemezler, anlıyor musun? Çekilemezler!

- Sesini yükseltme bana! Elbette sektörü senin kadar iyi bilmiyorum ama ben babanı da onun azmini de biliyorum, bu işi başaracaktır; seninle ya da sensiz!

- Şu an bir FBI filminin içinde miyiz anne? Yoksa aldığım ilaçlardan dolayı sen rüyamda mı bu şekilde konuşuyorsun?

- Densiz! Ben kahvaltı hazırlıyorum. Sen de kalk, yarım saat içerisinde evden çıkıp babanın yanına gitmiş olacaksın.

Her anne gibi onun dediği de oldu. İstemeye istemeye yatağından kalktı, iki gün sonra dişlerini fırçaladı, kahvaltısını edip evden çıktı. Babası dükkanı tutalı bir hafta olmuştu ve ufaktan hazırlıklara devam ediyordu. Mert ise ilk kez gidip kafeyi görecekti. Evden çıktığında kafeyi unutup sokağı, yıkılan ve yerine yenisi yapılan binaları, taşınan komşuları, mahalleyi terk eden kedileri, Kayserili bakkalı düşündü. Son yarım yılda toplam beş kere evden ya çıkmıştı ya çıkmamıştı. Beş dakika içerisinde internet kafenin önüne geldi; gelmesi ile birlikte içerisinde büyük bir çığlık atma isteği baş gösterdi, eli ayağı titredi. Kilitlenmiş şekilde kafenin tabelasına bakıyordu. 

"Yakışıklım İnternet Kafe"

Şok içerisinde tabelaya biraz daha yaklaştığında vücudundaki kan biraz daha çekildi; 'Yakışıklım' kelimesinin hemen altında minik harflerle bir de 'Mert' yazıyordu.

Babası onun geldiğini görünce ustaların yanından ayrılıp koşarak Mert'in yanına geldi, sarıldı;

- Hoş geldin aslan oğlum! Seni dışarıda görmek ne güzel! Nasılsın?

- İyiy...İyiyim...Sanırım.

- Nasıl? Daha tam bitmedi ama beğendin mi? İki gün içerisinde inşaat bitecek, üç gün sonra masalar, beş gün sonra da bilgisayarlar gelecek aslanım.

- Müşteriler peki baba? Onlar ne zaman gelecek? İnternet kafeyi 1995 yılına ışınlamayı başardığımızda mı?

- Eşşoleşek! Evden çıkmadın, yatağından yorganından ayrılmadın, aylarca bana yardım et dedim, senin için, seninle bir şeyler yapmak istedim; tek kelime etmedin. Şimdi de sadece kötülemeye mi geldin? Niye böyle yapıyorsun oğlum? Annen de ben de üzülüyoruz, en çok da senin üzülmene üzülüyoruz. Unut artık...

- Baba tamam. Lütfen devam etme. Haklısın, özür dilerim. Sanırım halen insan içine çıkmaya hazır değilim. Senden rica etsem, bana bir miktar para verip beni dayımın yanına Marmaris'e gönderir misin? Oraya gidince bir iş bulurum, sezon da açıldı. Yazı orada geçirip kendimi toplar dönerim. Dönünce de hem üniversiteye hazırlanırım hem de birlikte kafeyi işletiriz, ne dersin?

"Üniversiteye hazırlanırım." bu cümle babasının gözlerinin içini güldürmüştü. İlkokul ikinci sınıfta emlakçı olmak istediğini söylediğinden beri Mert'in üniversiteye gideceğine hiç bir zaman inanmamıştı çünkü babası. 

- Tamam yavrum, tamam oğlum. Sen nasıl iyi olacaksan öyle yapalım. Bir şartım var ama.

- Nedir?

- Orada en az iki günde bir mesaj atacak ya da arayacaksın, nasıl olduğunu bileceğiz, annen de ben de merakta kalmayacağız.

- Anlaştık.

Mert eve döndü. Yedi aydır atması gereken adımın bu tarz bir şey olduğunu düşünmenin verdiği rahatlık ve huzur ile yanına alacaklarını ve Marmaris'te ne yapabileceğini düşünmeye başlamıştı bile...

Annesini ikna etmesi kolay olmasa da babasının yardımıyla onu da başardı. Dayısına haber verip onun da onayını aldı. Bu kararı aldıktan yedi, bilgisayarlar internet kafeye geldikten iki gün sonra annesi ve babası onu Marmaris otobüsüne bindirip yolcu ettiler. Otobüs muhtemelen Marmaris ve diğer bütün Dünya ilçelerinden daha nemliydi, her geçtikleri şehirde biraz daha eridiğini hissediyordu. Muavinden altıncı sefer su istediğinde ufak bir münakaşa da yaşadılar çünkü muavin de yerinden kalkıp en arkada oturan Mert'e her su getirdiğinde yaklaşık dört yüz kalorilik terliyordu. 

Uzun bir yolculuk, bolca su, biraz uyku sonunda Marmaris'e vardılar. Otogarda dayısını göremeyince onu aradı. "Ben bir arkadaşlayım, anlarsın ya. Sen eve geç yeğenim zaten dış kapıya ufak bir omuz at açılıyor, ben yarın sabah gelirim, sen bu gece yat uyu." dedi dayısı. Mert de aynen öyle yaptı, omuz atıp eve girdi. Eşyalarını bıraktıktan sonra bir şeyler atıştırmak için dolaba baktı ama evde yenilebilecek hiçbir şey yoktu. Telefonundan biraz Marmaris'teki iş ilanlarını inceledi, sonra hem biraz hava almak hem de bir şeyler yeyip sonrasında iş aramak için dışarı çıktı.

On sekiz yaşını bitireli bir kaç ay oluyordu ama sokaklarda yürürken geçen on sekiz yıllık hayatını yaşayan başka birisiymiş gibi hissetti, artık kendi bedeninde attığı adımlar ile başka bir insanın yolunda yürüyordu sanki. Ne istediğini, ne istemediğini, neyi özlediğini, neyin onu mutlu edeceğini bilemiyordu; en kötüsü de buydu. Bilemediği için ne uğruna savaşması gerektiğine de karar veremiyordu. Yürüdü, yürüdü sonra biraz daha yürüdü. Deniz kokusu, turistler, kediler, arnavut kaldırımlar ve nem eşliğinde sadece yürüdü. İlkokuldan arkadaşları geldi aklına, ilk arabalarını düşündü, üç yaşındayken annesinin düşük yaptığını hatırladı, depremi ilk kez yaşadığı zaman ki korku gözünün önüne geldi, sonra deniz kenarında bir banka oturup ağlamaya başladı; yedi ay sonra ilk kez ağlayabilmişti; çünkü ilk kez, ağladığı için onlarca soru sorulmayacak bir yer bulmuştu kendisine. Farklı dillerde konuşan turistler onu gösterip bir şeyler konuşarak önünden geçiyorlardı, hiçbiri onun umurunda değildi; aylarca biriken bir zehri kusar gibi ağlıyordu. 

"Birader! Biradeeer!" diye bir ses duyup arkasını döndü. Bir taksici, hemen kaldırımın yanında durmuş kendisine sesleniyordu. Kafasını tekrar önüne çevirip hızlı bir hamleyle gözlerini sildi, sonra tekrar arkasına döndü; "Buyur hacı?" dedi. "Elli lira bozuğun var mı?" diye sordu taksici, "Tüm yirmi liram bile yok lan, ne elli lira bozuğu..." dedi. Psikolojik durumu, deniz havası ve henüz ağlamasının etkisiyle ne dediğini bilmez halde böyle bir tepki vermişti; "Beni getirtme oraya!" diye yanıtladı taksici, kafasını şoför koltuğunun yanındaki cama iyice yaklaştırarak. "Buraya gelmeye zahmet etme bilaader, burası kısa mesafe, sana yaramaz!" diye devam etti Mert. Taksici dörtlüleri yakıp arabadan indiğinde Mert kaçması gerektiğini anladı ve koşmaya başladı, taksici sadece birkaç küfür etti arkasından, koşmadı bile ama Mert durmadı. Kendinden geçmek istercesine, yorgun düşene kadar koştu sonra da sahil yolundaki çimenlerin üzerine bayıldı. 

Yüzüne çarpan soğuk suyun etkisiyle gözlerini açtığında başında iki kız bekliyordu. "İyi misin?" dedi elinde su şişesi olan kız. Cevap veremedi Mert. "Duyuyor musun beni? Türksün de mi?" dedi. "Evet...Evet iyiyim ve Ankaralıyım." dedi. Kız güldü, o ise bunda gülünecek ne vardı anlayamadı. 

- Birinden mi kaçıyordun? Tam arabaya binerken gördük seni, sonra da buraya bayıldın.

- Kaçıyordum ama birinden değil aslında. Hazırsanız çok klişe bir cevap vereceğim.

- Peki?

- Geçmişimden kaçıyordum. 

- O derece diyorsun. İstersen gel biz arabayla bırakalım seni, daha hızlı kaçarsın o şekilde.

- Cidden mi? Gideceğim yeri bilmiyorum yalnız. Daha doğrusu nereye gitmem gerektiğini...

- Ne yapmak için dışarıdasın?

- Yemek yemek ve iş bulmak.

- O zaman babamın oteline gidip orada birlikte yemek yiyoruz ve otelde uygun bir iş olup olmadığını soruyoruz. Ne dersin?

- Allah derim, ne diyeyim.

Biraz önce ağladığının kızlar tarafından anlaşılıp anlaşılmadığını merak ederek arabaya bindi. Yol boyunca hayatını düşündü, tekrar savaşacak bir sebep bulmaya çalıştı, bulamadı. O sırada, sadece yaşamaya karar verdi. Birçok insanın yaptığı gibi; sorgulamadan, düşünmeden ve anlamlandırmadan yaşamaya ama bunu uygulayamayacağını kendisi de çok iyi biliyordu. 

Marmaris'in en güzel ve büyük otellerinden birisine gittiler. 

Sürekli mekanı, denizi, havuzları, insanları inceliyordu. "Rahat ol." dedi yüzüne su çarpan kız. O sırada tanışmaları gerektiğini fark ettiler. Mert, Melisa ve Rana ile tanıştı. Yemekte Melisa'nın babası da onlara eşlik etti. Melisa, yalnız kaldıkları bir anda, Mert'in yaz boyunca çalışabileceği bir iş aradığını babasına çıtlattı. Babası da kızının arkadaşına yardımcı olabilmek için hemen bir kaç alternatif sundu. Melisa, Mert adına bu alternatiflerden en rahat edeceğini düşündüğünü seçti ve babasından, yemek sırasında masada iş teklifinde bulunmasını rica etti. Bütün plan kusursuzca işliyordu. 

Yemekler yenildi, tatlılar söylendi. "Sanırım iş arıyormuşsun Mert, seni sevdim. Çok düzgün bir çocuğa benziyorsun. Burada sana bir iş teklif etsem, çalışmak ister misin?" diyerek lafa girdi Melisa'nın babası Tufan. "İsterim tabi." dedi Mert de. "O zaman otelin eğlence katındaki internet kafe odasından Cumartesi'den itibaren sorumlu sensin evlat!" dedi Tufan. "İnter..İntern...İnter mi net? Kafe diyorsunuz. İnternet'e bağlanılan kafe."

- Ne oldu Mert? Beğenmedin mi? 

- Yok estağfurullah. Sadece otelde internet kafe olmasına şaşırdım biraz. Her şey var demek ki. Beş yıldız olunca tabi.

- Haa. Evet tabi. Her ihtiyaca uygun hizmet var, olmak da zorunda zaten Mert'cim.

"Ulan ben internet kafede, hem de aile şirketimiz olan bir internet kafede çalışmamak için anamın babamın yanından beş parasız ayrılıp Marmaris'lere geldim!" diyemedi o an. 

- O zaman Cumartesi'den itibaren otelin internet hizmetleri benden sorulur Tufan Amca. 

dedi.

Masadaki herkes Mert'i sevmişti. Tatlı ile birlikte çaylar içildi. Sonrasında Mert müsaade isteyerek, omuz atarak eve girmek üzere otelden ayrıldı. 

Konuşmak İçin Çok Yorgunum

Düşkünlüğümüz, içkiye mi yoksa hiçliğe mi bilmediğimiz akşamlardan birisiydi. "Tam sarhoş olmalık bir gün!" demiştim sofraya oturduğumuzda; "Takılma artık." demiştin sen de, sarhoşluğu isteme nedenimi bildiğinden.

Bir iki küfrettim, o küçük çocuk, büyük meze tepsisini iki eliyle kucaklayıp masamıza gelene kadar. Normalde olsa kızardın bana küfrettim diye ama biliyordun işte içimi, ses etmedin o gün. Ne kadar kızarsan kız, içtiğinde benden çok küfrettiğin gecelerimiz de olmuştur...

Haydari, köpoğlu, levrek, illa ki beyaz peynir.

Ben sigaramı yakarken sen mezeleri sayıp göndermiştin çocuğu, iki dakika sonra da sıcak ekmekler gelmişti.

Şimdi, gözlerine bakarak böldüğüm o sıcak ekmek dilimini düşünüyorum da, gözlerinden mi, havadan mı yoksa nemden mi bilmiyorum; hiç bir sıcaklık beni böyle güzel yakmamıştı. Akabinde denize doğru çevirdin kafanı, rüzgar boynundan girip dalgalandırdı küt esmer saçlarını; "Ne güzel uyunur, kıvrılıp o güzel boynun kuytusuna..." diye düşündüm. Anason; gereğinden uzun süren acıları, vakti gelmemiş mutluluklar gibi gösteriyor insana...
Sonra sustuk bir süre, sadece yedik içtik. Sonra biraz daha içtik. İçtikçe açılan bütün insanlara inat içimize kapandık, kapıları içerden kilitleyerek. Herkes tahta masalarda bir arada olmanın sıcaklığını yaşarken, biz mekanda yer olmadığı için aynı masaya oturmak zorunda kalan iki insan gibi yudumladık rakı ve şalgamı.

Gitmek istediğini ilk orada anladım, ben gülerken gözlerini kaçırdığında; kimse istemez biraz sonra sileceği bir gülüşü görmeyi zira. O zaman tekrar ettim otururken söylediklerimi "Tam sarhoş olmalık bir gün!" kelimeler ağzımda daha bir yuvarlanarak. "Takılma artık." demedin bu sefer, hatta bakmadın bile. Ayağımı bastığım yerden, göğün son katmanına kadar bağırarak yükselmek istedim; uykusuzluğum, yorgunluğum, insanlar, hayatlar, adaletsizlik, öğrenim kredisi, pokemonu yayından kaldırtan çocuk, meybuzun artık satılmaması, biraz daha adaletsizlik, cehalet, alkole sürekli zam gelmesi, sen, ben, yalnızlığımız ve sarhoşken aklıma gelmeyen daha bir sürü şey için bağırmak istedim ama ağzımı açamadığımı fark ettim senin denize dalan bakışların eşliğinde saçların rüzgarla savrulmaya devam ederken; sonra bir damla yaş süzüldü sağ gözümden... Daha da bir kenetlendi dudaklarım sonrasında, her açmaya çalıştığımda yeni bir damla takip etti ilkini. Diğer masalardan insanlar, garsonlar, tabağımızdaki kalamar ve hatta Türki Cumhuriyetler fark etti ama sen göremedin sessiz sessiz akan gözyaşlarımı, benim seninkileri göremediğim gibi.

Bardağının dibinde kalan ve rakıdan çok eriyen buzdan oluşan sıvıyı kafana dikip kalktın masadan. Ne bir neden, ne bir veda... Hiçbir şey demedin.

Dımdızlak kaldım, o Dünya'dan daha kaypak olan kıçıkırık tahta sandalyenin üzerinde.

Ne fonda bir yerlerden Neşet Ertaş şarkıları yükseliyordu ne de beni teselli etmek için nur yüzlü bir insan yanıma oturdu. O zaman anladım filmlerdeki gibi olmayacağını hiçbir şeyin. Tek başıma, denize baka baka, ağlaya ağlaya içtim rakımı ve sigaramı. Cesaretimi toplayıp da kafamı denizden insanlara doğru her çevirdiğimde biraz daha boşalıyordu masalar. Altıncı kez kafamı çevirdiğimde sadece ben, garsonlar ve kediler kalmıştık mekanda. Süreyi dakika olarak bilmiyorum ama altı kadeh boyunca hem ağladım hem gidemedim adetlerimizin aksine.

Gözlerimdeki yaş stoğu bitmiş olacak ki bir ara kuru gözlerle rakı bardağına odaklandığımı fark ettim. Düşünmeden, sorgulamadan ve yaşadığımı hissetmeden.

Sağ tarafımda, yerden gelen bir ses bozdu bardak ile aramdaki bakışmayı. Bir kedi yavrusu gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Masaya bakıp ona layık bir şeyler aradım, tabağımda kalan iki kalamarın ikisini de önüne attım. Bir iki kokladıktan sonra ikisini de yemeden kafasını çevirip gitti. Bir gecede iki kez terk edilmenin haklı gururu ile bardağımdaki son yudumu kafaya diktim.

O gün tam sarhoş olmalık bir gündü ve sen beni en ayık halimle terk ettin.

Altın Günü

“Sana biraz daha dolma vereyim mi evladım?” dedi Fitnat Teyze. Bu soruyu bana ilk sorduğunda sanıyorum dokuz yaşındaydım. O zamanlar, özellikle yaz tatillerinde, annem nereye gitse beni de sürüklerdi peşinden; bense en çok altın günlerini severdim. Sınırsız ilgi, sayamayacağım kadar çok zeytinyağlı, kurabiye, börek, çörek... Benden yaşça ve ebatça çok büyük kadınların, aslında ne kadar da bana benzediklerini izleyerek yerdim tabağımdakilerden. Sırayla, hepsinin toplanıp da o günkü ev sahibine götürdüğü parlak sarı metale bir anlam veremezdim başlarda. Babamın kahvehanede içtiği çaylar karşılığında verdiği plastik markalara benzetirdim hatta o yaşlarda altını. Gözümde tek farkı, çayın yanında zeytinyağlılara da ulaşım sağlamasıydı...

Eski asfaltın üstünü yalandan kaplayan çakıl taşlarını saça savura ve tozu dumana kata kata koşturduğumuz sokak oyunlarının ziyafe molası, koşarken kıçımıza vurduğumuz ayaklarımızın da dinlenme noktasıydı ansızın götürüldüğümüz altın günleri. İlkokul arkadaşım Fatma'nın anı defterine, beşinci sınıfı bitirdiğimiz sene: "Annenin patatesli peynirli karışık böreği çok güzel, taşındığınız için o böreği çok özleyeceğim. Ellerinden öpüyorum." yazdım diye kız iki saat ağlamıştı; üzülmedim, annesi o güzel börek açan elleriyle sakinleştirmiştir onu eve gittiğinde...

"Ver ver, dolma harika olmuş Fitnat Teyzem!" dedim. Benim ne kadar büyüdüğümden bahsettik biraz, sonra onlar sohbete dalınca ben de o eve ve evdeki anılara daldım.

Şu an tam karşımda duran, üzeri dantelle örtülmüş, tüplü Schaub Lorenz televizyonun bu eve girdiği haftayı hatırlıyorum mesela; Fitnat Teyze’nin rahmetli kocası Necip Amca zar zor kucaklayarak getirmişti; Dünya'nın derdini yüklediği omuzlarına bir de eşek ölüsü ağırlığında bu televizyonu yükleyip gelmişti eve. Televizyonu elektronikçinin kamyonetinden kucaklayıp indirirken biz sokakta top oynuyorduk. “Vurmayın lan ben geçene kadar topa. Televizyonun bir yerine gelirse babanızın maaşı yetmez!” diye bağırmıştı bize. Hepimiz gülmüştük, babası iki sene önce vefat eden Yiğit dışında.

Televizyonun geldiği hafta, peşpeşe dört gün boyunca Fitnat Teyzelere gitmiştik annemle. Kadınlar televizyon izlerken rahmetli kocası biz çocuklarla oyun oynardı. Manavdı Necip Amca ve misafir geleceği akşamlarda, çocuklar için en kırmızı, en çıtır elmaları doldurur poşete eve getirirdi. Çok naif, Dünya iyisi bir insandı. Kızdığını bir kere görmüştüm. Bir akşam, Yiğit'e verdiği elmadan kurt çıkınca bizi elektronikçinin kamyonetine doluşturup hale götürmüştü. Önde Necip Amca, arkasında beş çocuk, halde o kurtlu elmayı satan adamın dükkanını aradık; birkaç dakika sonra da bulduk. Dükkana girere girmez Necip Amca elindeki elmayı yere fırlatıp; "Bu ne Rıdvan? Utanmıyor musun? Senin yüzünden el kadar bebeye kurt yedirecektim az kalsın!" dedi. Rıdvan şaşırmıştı. Karşısındaki bir manav ve beş adet bitirimin neler yapabileceğini kestiremediğinden ya da ona o an çok sempatik göründüğümüzden; "Tamam Necip sakin ol. Ben size karışık meyve vereyim, gençlerden de böylece özür dileyeyim." dedi. Dediğini de yaptı; daha önce hiç yemediğimiz meyveler verdi, o gece uzun uzun oturup televizyon izledik.

Dokuz yaşımdaki halini hatırladığım televizyon karşımdaki vitrin gözünde öylece duruyordu. Üzerindeki dantel kefeni gibiydi. Bir daha açılmayacaktı belki ama o cam ekranında izlenenler, televizyonla birebir yaşanan anılar gibi gömülmüştü o vitrin gözüne. Benim içinse taze elmalarıyla Necip Amca’ydı o kutu.

Bu sefer böreklerinden uzatıp "Al hadi böreğin de bitmiş." dedi. “Bir tane daha alayım Fitnat Teyze.” diyerek gülümsedim. Geri çevrilince, yemeklerinin tadı beğenilmedi sanıp üzülüyordu çünkü. O üzülmesin diye dolmaya, kısıra abanıp kilo alınca kocasıyla arası açılan gün üyeleri bile vardı.
Dokuz yaşındaki gibi değildi tabi ki yirmi dört yaşında altın gününe gitmek. Kadınlar, orta hakemle haberleşen yan hakem gibi; dudakları okunmasın diye ağızlarını kapatarak konuşuyorlardı. Hepsi arada bir “Acaba ne zaman evlenir bu çocuk?” bakışlarıyla beni süzüyordu. Evlenip onların gün kadrosuna taze bir gelin katmamı bekliyordu hepsi, kısır dolgulu dişleri ve limon dilimli çaylarıyla.
Müjgan Abla beni süzmesini tamamlayınca: “Ee Tufan, artık üniversiteyi de bitirdin. Ne zaman açarsın şöyle güzel bir galeri?” dedi. Otomotiv Mühendisliği Bölümü’nü kazandığımdan beri Müjgan Abla benim galeri açmak için üniversiteye gittiğimi sanıyordu. Herkese bir şekilde anlatmıştım ama Müjgan mesleğimi anlamamakta inat ediyordu. Kahvehanedeki Sunay Abi: “Sen şimdi okul bittiğinde galerici mi olacaksın?” dediğinde “Abi Uçak Mühendisleri okulu bitirince uçak mı satıyor?” diye sorarak onu bertaraf edebilmiştim ama yok Müjgan vazgeçmiyordu. Ben de uzatmak istemedim bu sefer: “Kısmet Müjgan abla. Yer bakıyoruz işte galeri için.” dedim; o da bana, sahil kenarında bir yer açmam için nasihatte bulundu.

Fitnat Teyze ekstradan bir dolma daha getirdi o sırada, yanına da dayanamayıp az daha kısır koymuştu.

Ben dolmamın kapalı kısmından büyük bir ısırık alırken Necibe Teyze’nin göz ucuyla beni süzdüğünü fark ettim. “Uğursuz, nursuz!” dedi, kendi kendine söyleniyor havası verecek kadar kısık ama herkes duyacak kadar boğuk bir sesle. “Efendim teyzecim?” dedim ama öyle trafikte korna çalan şoföre diklenir gibi değil, kibarca. “Sen bizim alt komşunun kızıyla mı konuşuyorsun Tufan?” dedi. ‘Konuşuyor’dum. Daha doğrusu kısa süre öncesine kadar konuşuyorduk.

Sude; Necibe Teyzelerin alt komşusunun kızıydı. Adı geçince, siyah çoraplı ayak parmaklarımı kasıp, parmak üstlerini halıya bastıracak kadar heyecanlandıran kız. Ben kısırsam, yani çocuk sahibi olamama anlamında değil bulgurdan yapılan kısırsam, o kesinlikle nar ekşimdi. Beni sadelikten kurtaran, hareketlendiren, tatlı ekşi ne kadar lezzet varsa hayatıma katan. Ben kömürsem, o kardan adamdı ve kömür karam onun gözlerinde anlam kazanıyordu. Sonra bir gün yağmur yağdı, o yağmura katılıp erimeyi, gitmeyi tercih etti; ben kömür gibi kaldım, bu sefer içim dışımdan kara.
Aslında onu çok güneşli bir günde görüp aşık olmuştum ama hikayemizi daha anlaşılır kılabilmek için herkese, onu gördüğüm sırada sağanak yağmur olduğunu ve ikimizin de sırılsıklam olduğunu söylüyordum. Islanıp alnından aşağı süzülen esmer saçları daha anlaşılır kılıyordu hissettiklerimi. Güneşli bir Haziran sabahındansa,  yağmurlu bir Eylül akşamına daha çok yakıştırıyor insanlar çünkü gerçek olmayan aşkları. Ben de insanlar yakıştırmaz beni diye konuşamadım Sude'yle. Daha doğrusu konuştum da; hiç bir cümlemde, içimde ona hususi olan uygarlıktan bahsetmedim. Belki de sırf bu yüzden ilkel kaldı bi yanım... Aklımdan, bir altın günü içi gereğinden fazla derin olan bu hisler geçtikten sonra kısırımdaki taze soğan parçalarını saymaya başladım. “Yok konuşmuyoruz Necibe Teyze. Eskiden arkadaştık sadece.” dedim. Yaşlı naifliği vardır bilirsiniz ama kesinlikle saflık değil, naiflik. Tam naiflik de denemez aslında; naiflik içine kamufle olmuş kurnazlık diyebilirim. Bütün yaşanmışlıklarıyla, gerçeği daha yalanın gelişinden anlarlar hani. Necibe Teyze de anladı: “Aman oğlum, başka arkadaşın olur. O kızın çok eski arkadaşı var zaten boşver.” dedi. Ben de boşvermiştim zaten, umursamaktan arda kalan zamanlarda.

Dolmam bitince bir an Fitnat Teyze’yle göz göze geldik. O ağzını açmadan: “Ellerine sağlık. Ben lavaboya bırakayım tabağımı.” diye kalktım yerimden. “Bana da çay getir. Al bardağımı, bana da çay getir!” dedi arkamdan kabilenin en yaşlı üyesi Kamuran Hanım Teyze. Emir verme alışkanlığı eşinden geliyordu. Emekli Albay’dı ne de olsa enişte. Elinden boş bardağı alırken: “Seninki napıyo kız?” dedim, duydu ama duyduğuna inanamadığından “Ne diyorsun oğlum?” dedi. “Albayım diyorum, ne yapıyor?” dedim. “İyi.” dedi uzatmak istemeyerek. İyiyse iyiydi oradakiler için sevdikleri, detaya gerek yoktu.

Kamuran’ın çayını getirince bu sefer gidip Müjgan’ın yanına oturdum. İçlerinde en genci o olduğu için yanına gittiğimde bir tedirgin oldu. Irzına geçmeye yeltenmişim gibi güllü basmalı eteğini düzeltip bacaklarını topladı. Sol elimi “L” sağ elimi de ters “L” gibi tutarak havada yavaşça birbirlerinden uzaklaştırdım “Müjgan Galeri” dedim, “Adını vereyim mi kız dükkana?”. “Git be manyak.” dedi hoşuna giderek, gülüştü diğerleri de. Bir çeyrek altın, bir gün tabağı aylık mutluluklarıydı. Ve hepsini büyük ihtimalle son kez görüyordum.

Bundan önceki son altın gününde annemle Ayşe tartışınca annem gelmeme kararı almıştı bu güne. Sonraki hafta başka şehre taşınacağımız için de benim gönlüm razı olmamıştı çocukluğum, ergenliğim, gençliğimin parçası olan bu insanlara vedasız gitmek. Altınımı alıp ben gelmiştim bu sefer yanlarına. Albay, ben liseye giderken: “Sevdiklerin askerlerin, tanıdıkların onbaşılar gibidir Tufan. Tanıdıkların olmadan sevdiklerinle arandaki düzeni, dengeyi kuramazsın. Onları ihmal etme.” demişti bir gün. Buradaki insanlar da benim tanıdıklarımdı. Son içtima için dizilmişti hepsi koltuklarına.

“Bana müsade güzeller.” dedim ellerimi dizlerime bastırarak doğrulurken. Yol için hazırlık yapmam gerekiyordu. “Bakmayın, annem de çok üzülüyor sizden ayrıldığı için. Geçen hafta ki kavgayı da bahane etti işte sırf veda etmeyim diye, gelmedi. Kızmayın ona. Hepinizi çok özleyecek emin olun.” dedim. Cebimdeki çeyrek altını masadaki kasenin içerisine, diğer altınların yanına bıraktım. Önce ev sahibi Fitnat Teyze’yi, sonra Kamuran Sultan’ı, Ayşe’yi, Necibe Teyze’yi, Müjgan Oto Kiralama Ltd. Şti.’yi öptüm, sarıldım.

Hepsi beni uğurlamak için kalktı. Kapıya doğru yürürken, açık olan mutfak kapısından masadaki meyvelere takıldı gözüm. Onların önünde hızlı adımlarla mutfağa gidip kıpkırmızı bi elma aldım. Kazağıma sürerek iyice parlattıktan sonra: “Necip Amcamın elmaları gibi.” diyip bir ısırık aldım. Buruk bir tebessüm oturdu hepsinin dudağına.

Ayakkabılarımı kapının önüne atıp giyindim. Son bir baktım hepsinin hayat dolu gözlerinin içine: “Hakkınızı helal edin.” dedim. Sağ olsunlar, hepsi de helal etti; ben de onlara el sallayarak çocukluğuma veda ettim.

Terapi

"Dişlerini fırçaladın mı?"
"Oğlum kime diyorum fırçaladın mı dişlerini?"

Diye iki kere tekrarladı sorusunu Aylin. Cenk'ten cevap gelmiyordu. Yorganını bacaklarının arasına kıstırmış ve sırtı dönük şekilde yatıyordu. Aslında sorulan sorulara cevap vermemesi o sabaha özgü bir şey değildi; yaklaşık iki aydır doğru düzgün konuşmuyor, yatağından çıkmıyordu Cenk.
Aylin, Cenk'in üzerinden yorganı seri şekilde çekerek ayak uçlarına kadar indirdi: "Kalk hadi oğlum, kalk yavrum. Doktora gitcez bak, gecikmeyelim randevuya." dedi.

İki aylık sessizliğinin çözümü olarak Aylin onu psikoloğa götürmeye karar vermişti.

Geçen sene anne ve babasının ayrılması onu etkileyen ilk olay olmuştu; yaklaşık iki buçuk ay kadar önce de aşkına hiç bir zaman karşılık alamayacağını öğrenmişti. Hayat için hafif görünen sebepler olsa da Cenk gibi, hayatında çok ciddi sorunlar yaşamamış birisi için onu sessizliğe iten, oldukça yıkıcı olaylardı.

"Hadi annem!" dedi Aylin bir kere daha. Cenk doğruldu, tişörtünü çekerek açılan belini örttü ve yastığını dikleştirerek yatağına oturdu: "Kola var mı evde anne?" dedi. İki aydır kendisine

"Günaydın." bile demeyen, depresyondaki oğlunun kapitalizme karşı koyamayışının şaşkınlığını kısmen sindirince: "Var ama şimdi olmaz Cenk, daha kahvaltı bile etmedik." dedi Aylin; "Hem çay ne güne duruyor eşek sıpası!" diye ekledi gülerek.

- Hep çaydan oldu bunlar anne. Çay yüzünden sevmedi beni. Niye sevsin ki? Uyumadan bir bardak su içerim, sabah uyanır çay içerim, öğlen az mercimek içerim, akşam varsa -çok şükür- yine çay içerim. Kız ne yapsın benimle? Disco'ya, Club'a gidip çay mı içsin? O vodka şişeleri için getirilen buzlu altlıklara demliği, semaveri koyup mu getirsinler anne? Kız istemez tabi... Çaydan oldu hep.
- Neden öyle diyosun oğlum? Seven çay içmediğinden, sevmeyen de çay içtiğinden mi? Seni Dünya'da en çok ben seviyorum, hiç sorun ettim mi çay içmeni?
- Sen etmezsin, anasın sen. Sabahları kibrit kutusu büyüklüğünde keçi boku yesem yine laf etmez, sineye çekersin sen. Hatta tabağımda kalırsa: "Oğlum! Keçi boklarını bitirmedin, ağlarlar arkandan!" bile dersin, çünkü anasın.
- Deli deli konuşma.
- Anne, iki aydır konuşmuyorum diye psikoloğa götürüyosun; şimdi konuşunca da deli deli konuşma diyosun. Gerçi o da doktora gitmek için geçerli bi sebep.
- Sen konuş, iyi ol da. Nasıl konuşursan konuş. İstersen biraz o uğursuz dayına söv? Rahatlarsın. Yada amcanın seni kumar masasında bırakıp borcunu kitlediği güne dönelim de şöyle güzel bi saydır ona? Ama konuş oğlum, ben üzülüyorum.
- Tamam anne. Doktora da gidiyoruz işte, üzülme sen. Konuşurum ben. Bi ömür aşk acısı çekecek değilim ya; ama şu çay konusunda bir şeyler yapmam lazım, onu düşüncem.
- Tamam bu sabah da iç sonra düşünelim Cenk. Kalk hadi dişlerini fırçala kahvaltı etmeyeceksen bile. Geç kalıyoruz.

Yatağından kalktıktan on dakika sonra evden çıkmaya hazırdı. Depresyonda olduğu iki aylık süre içerisinde üniversitedeki bütün finalleri kaçırmıştı. Zaten başarılı bir öğrenci değildi ama en azından bir kaç dersin vizesi iyi olduğu için, finallere girseydi, onları geçebilecek durumdaydı.

Haziran ayının bunaltıcı sıcaklığı arabaya binince ikisinin de derisine nüfuz etti: "Sıçıyım!" dedi kemerin ısınan demiri koluna değince. Aylin duymadı.

Evlerinden deniz kenarına inen yol ve devamında başını hiç kaldırmadı, yol kenarındaki ağaçların kucağına düşen gölgelerini izleyerek yolculuğu tamamladı. "Benim gelmemi istemediğine emin misin?" dedi Aylin. O da annesinin arabadan inmesine bile izin vermeden yolladı. Psikoloğun tabelasına bakıp içeri girdi.

Muayenehaneye girdiğinde onu sekreter karşıladı: "Cenk Bey değil mi? Hoş geldiniz." diyerek onu beklemesi için koltuğa alıp doktora haber vermeye gitti. Geri dönüp Cenk'i içeri alması ise otuz saniye sürdü.

Cenk derin bir nefes alıp içeri girdi.

"Cenk, hoş geldin." dedi, babacan ve tok bir ses tonuyla Psikolog Osman Güngör. "Hoş bulduk." dedi ve koltuğa otururken kısık bir sesle "İnşallah!" diye de ekledi Cenk. Oturduktan sonra biraz Osman'ı biraz da odayı inceledi. Alaycı bir şekilde tebessüm etti. "Ne oldu genç adam? Sen de sanırım bizim mesleğe saygı göstermeyenlerdensin?" dedi Osman.

- Benim saygısızlığım kendime. Size ve bu güzel odaya değil.
- Neden saygısızsın peki kendine karşı?
- Ooo ilk fırsatta terapiye girerim diyorsunuz. Ben bu yaşıma kadar en çok "morali bozuk" bir adam oldum. İşin psikologluk olacağını hiç düşünmezdim. Ondan sanırım kendimle aram biraz soğuk bu dönem.
- Peki sen psikologluk eden ne?
- Şöyle; ben hayatın bütün klişelerinden mustarip olan bir adamım; ev, okul, ilişki aklınıza neresi gelirse. Burada olma nedenim ise özellikle tek bir klişe; "Ben seni arkadaş olarak görmüştüm.".
- Demek gönül işi burada olma nedenin?
- Aslında öyle de denilebilir Osman Bey. Bu arada size Osman Amca diyebilir miyim?
- De bakalım.
- Yaşayın. Şimdi o bana "Seni arkadaş olarak görüyorum." deyince benim aklıma babamın dediği bi laf geldi; "Biz annenle birbirimizi sevdiğimizden değil, iyi anlaştığımızdan evlendik. İyi iki arkadaştık." demişti.
- Sen de o zaman bu kızla evlenmeyi mi düşünüyorsun?
- Onu buna ikna edemem sanırım.
- Seni ona aşık eden ne peki Cenk? Belki de hislerin bu kadar üzerinde duracak ve canını sıkacak şeyler değildir?
- Sizin diplomanız gerçek değil mi?
- Gerçek gerçek, için rahat olsun.
- Beni ona aşık eden olduğu kişi olması. Ettiği bir küfrü de seviyorum, ağlamasını da, canının sıkılmasını da, beni sevmeyişini ve bu konuda kararlı oluşunu da. İyi olan yanları herkes sever; ben başkalarının kötü diyeceği şeyleri de sevdim. İki sene söylemedim kimseye hislerimi. Dört beş ay önce rakı masasında ağzımdan kaçırdım en yakın arkadaşıma. Sonra da gaza gelip kıza açıldım iki buçuk ay önce. Gerisi karanlık.

Geçtiğimiz sene Nisan ayında iki hafta raporluydu. O yokken sürekli yağmur, rüzgar, kıyametti havalar. Onun geldiği gün güneş açtı, sonra da bozmadı tekrar hava. Ben; "Baharı getirdin." dedim, "Ben ne zaman gelsem bahar gelir." dedi o da. Sonra gelmedi işte. Bi birbirinden uzak olup yanyana hissedenler var bir de yanyana olup uzak hissedenler. İkimiz de birer seçeneğe uyuyoruz onunla.
Şimdi mesela kapıya tekme atıp girse içeri: "Gel buraya şapşal! Ben de seni seviyorum ama söyleyemedim! Dermanın Osman'da değil bende!" dese, elimden tutup götürse beni. Bunu yapmasa bile kısa mesajla bari söylese sevdiğini; uzun uzun sevsin de ben mesajın kısasına razıyım.

- Anlıyorum. Az önce dediklerim için özür dilerim, sen baya aşıksın.
- Tabi Osman Amca manyak mısın ya? İki aydır tek kelime konuşmuyorum diyorum. İki ayın üzerine bu kadar konuşunca da ağzım kurudu.
- Su vereyim mi? Ya da başka bir şey içer misin?
- Valla sen de içersen karşılıklı bi Türk Kahvesi içelim?
- Sevdim seni valla Cenk. Tamam söyleyim, orta söylüyorum?
- Uyar Osman Amca.

Sanki oraya kahve içmek için gitmiş gibi sustu Cenk. Sekreter kahveleri getirip verene kadar tek kelime etmedi, koltuğun dikiş yerleriyle oynadı.

Kahveler gelip sekreter odadan çıkınca Cenk kahvesini alıp bacak bacak üstüne attı;

- Osman Amca'cım gelelim sebebi ziyaretime.
- Nasıl?
- 'Ziyaret sebebime geleyim.' diyorum eski Türkçe'de.
- İyi olmak, iyileşmek, derdini anlatmak dışında mı?
- Şimdi özünde o tabi ki sebep ama nasıl olacak? Annem bana, psikolog bakıyorum senin için dediğinde aklıma direk sen geldin. Gideyim dedim. Hem derdimi anlatırım hem de bi acı kahve içerim.
- Oğlum ne diyorsun sen?
- Ben senin kızını seviyom Osman Amca. İstemeye geldim. Allah'ım emri Peygamber'in kavli ile Melis'i senden kendime istiyorum.
- Cenk saçmalama. Senin deminden beri anlattığın kız benim kızım Melis mi?
- Evet. Dedim ki madem beni arkadaş olarak görüyor ve benim ailemin temeli de bir arkadaşlığa dayanıyor, her ne kadar şu an boşanmış olsalar da, biz de evlenelim; hem benim hem Melis'in istediği olsun. Terapinin bitmesine on dakika kaldı, eğer cevabını on dakika içerisinde verirsen çok sevinirim.
- Cenk senin çözümün sanırım sadece bu terapiyle olmayacak evladım. Anneni arıyorum hemen.
- O mu istesin? Aile büyüğü olarak daha doğru olur ama bu sefer de babamı da çağırmak gerekecek diye ben burayı panayıra çevirmeyeyim dedim.
- Yok yok. İstemeyi unut. Seni gelip alması için arayacağım. Sonra ikimiz de bugünü unutacağız tamam mı?
- Ama beni bi sevdin de mi? Yani "Böyle damadım olsa!" diye geçirdin içinden.
- Cenk yapma çocuğum.

dedi Osman, Cenk de yapmadı. Daha doğrusu o ana kadar yaptıkları yüzünden orada olmayı hakettiğine ikna oldu, kendisini deli gibi hissetti. İki aydır süren sessizliğine geri döndü. Aklına gelen dahiyane bir fikirmişçesine bunu da denedikten sonra tekrar çaresizliğine sığındı. Aylin geldi. Doktor olan biteni ona anlattı, Aylin de doktordan çok özür diledi, sonra da Cenk'le arabaya bindiler.

Marşa basmadan önce oğlunu izledi; "Ah be oğlum, ah be çocuğum!" dedi Aylin. Tam önüne dönüp arabayı çalıştıracakken Cenk elini tutup başı önde ona doğru döndü: "Eve gidince çay da demler miyiz anne?" dedi.

Yol boyu, kucağına düşen yaprak gölgelerini izleyerek eve döndü.

21. Yüzyılın Son Pişti Turnuvası

Geleneksel pişti turnuvasına bir saat kala uyuyor numarası yaptığım yatağımdan kalktım, babamın uyuduğuna emin olmak için odasının kapısını aralayıp biraz ses çıkardım; tepki vermedi.

Annem bizi terk ettiğinden beri babam da hayatı boş vermişti. Aslında sürpriz bir terk ediş değildi annemin ki bana sorarsanız. Benim gibi bir evlat ve babam gibi bir kocaya çok bile dayanmıştı. Ben sırf ileride babam gibi olurum korkusuyla aşık olduğum üç kıza da açılmadım; üçüne de aynı anda aşık olmam ise yine babamın oğlu olmamdan kaynaklanıyordu...

Babamın uyuduğundan emin olunca spor ayakkabılarımı elime alıp evin kapısını yavaşça araladım, ayakkabıları paspasın üzerine bırakıp kapıyı çektim. İki sokak aşağıdaki Muhsin Bey Kıraathanesi'e gidiyordum. Her ayın son pazar günü, aşağı mahalle ile bizim mahallenin gençleri toplanıp pişti oynuyorduk. İddiamız ise basitti; kaybeden mahalleliler bir sonraki turnuvaya kadar, bir ay boyunca, diğer mahallede geceleri nöbet tutuyor, güvenliği sağlıyordu. İki sene önce artan hırsızlıklara karşı mahallelerin gençleri olarak böyle bir çözüm bulmuştuk. Pişti sayesinde de hırsızlık hemen hemen bitmişti. İki yıldır sadece Hacı Şefik'in evine, üç kere hırsız girmişti ki bütün mahalleli o hırsızın, Şefik'in oğlu olacak şerefsiz olduğunu adı gibi biliyordu.

Ağır ve sessiz adımlarla apartmandan çıktıktan yirmi dakika sonra kıraathaneye vardım, ben gittiğimde hemen herkes gelmişti. Toplam on sekiz kişiydik, bizim mahalleden on, aşağı mahalleden sekiz kişi vardı ama bizim mahallede oturan Küçük Yusuf'un apartmanının arka cephesi aşağı mahallenin sokaklarından birisine baktığı için onu da aşağı mahalleye vererek eşitliği sağlamıştık. Pişti turnuvasının dördüncü ya da beşinci ayında Küçük Yusuf bir kimlik bunalımı yaşayarak bu duruma içerlemiş ve turnuvadan ayrılmak istemişti, onu vazgeçirmek de bana düşmüştü.

"Nerdesin be Fatih!" dedi, beni kıraathanenin merdivenlerinde gören Ferit. "Geldik be oğlum! Çatlamadınız ya." dedim ben de. Ben gidene kadar, sigara dumanı mekandaki hakimiyetini çoktan sağlamıştı, Muhsin Bey'in bembeyaz boyadığı duvarlar pişti turnuvası sayesinde taksilerden bile sarı bir hal almıştı. Sadece turnuva süresince kıraathanede sigara içmeye müsade vardı.

Bizim mahalleden Ferit ve ben, aşağı mahalleden Tolga ve Aslan ile aynı masada oynayacaktık. Her mahalleden ikişer kişiyle üç masa oluşturup açıkta kalan iki kişiyi de dönüşümlü olarak farklı masalarda oyuna alıyorduk. Turnuvayı gece yaptığımız için uykusu, çişi gelen, mola vermek, hava almak isteyen birileri oldukça yerine boşta bekleyenlerden birisi giriyordu. Düzenimizi çok güzel kurmuştuk, sadece federasyonumuz ve sendikamız eksikti.

Rıdvan Abi'yi saymazsak yaş ortalaması yirmi iki yirmi üç olan bir ekiptik. Rıdvan ise elli üç yaşındaydı; aslında elli altı yaşındaydı ama Rizeli olduğu için son dört senedir yaşını soranlara elli üç diyordu. Yine köşedeki masada, çay ocağına en yakın sandalyeye kurulup sigarasını yakmış ve turnuvanın başlamasını bekliyordu. Kendisi, bu buluşmalarımızın elli üç senelik hayatındaki en büyük sosyal aktivitesi olduğunu söylemişti; sevinsek mi üzülsek mi bilemedik.

Benim gelmemle mevcut tamamlanınca Rıdvan ayağa kalktı: "Herkes hazır mı?" dedi. Yarı uykulu, yarı coşkulu bir uğultuyla: "Hazı... Hazırız... Hazığ... Hağ... Hazır" sesleri yükseldi.

"O zaman dağıtılsın kağıtlar!" diyerek turnuvayı başlattı.

Bizim masada Tolga kartları dağıtmaya başladı, önüme attığı ilk kart kupa dörttü. Kupa dördü görünce iki gün önce alışveriş merkezindeki ayakkabı geldi aklıma; kirli beyaz bir ayakkabıydı yanında da bir kupa as deseni vardı; "Bunu alıp pişti turnuvalarında kıraathanenin girişine mi assam?" diye düşünmüştüm. Alışveriş merkezinin metro girişinde iki x-ray cihazı var; birinde hep sıra oluyor; çantası ve çantası olan sevgilisi olan erkekler o sırada bekliyor, yalnız ve çantasız erkekler ise sıra beklemeden boş olan x-ray cihazından direk giriş yapıyor AVM'ye. Bence orası, Dünya üzerinde yalnız bir erkek olmanın işe yaradığı tek yer. "Alsana oğlum kartlarını!" dedi Aslan, ben bu düşüncelere dalmışken. "Kes lan, eline bak sen!" dedim ben de. Kupa dört, sinek vale, sinek iki ve maça beş vardı elimde. Vale ve sinek iki sağolsun elimde üç puan vardı bile, oyuna iyi bir başlangıç yapabilirdim. Yerdeki üç kapalı kağıdın üzerinde ise açık olan maça papaz bana bakıyordu. Bir rivayete göre maça papazı Büyük İskender'miş. Koca kral,  benim önümde kapalı olan üç kağıdın üzerine boylu boyunca uzanmış sıfatına atacağım kağıdı bekliyordu; üstelik sol alt kısmı da geçtiğimiz turnuvada masaya dökülen çay yüzünden sapsarıydı, pis herif! Kupa dördü atarak cumartesi pişti gecesinin fitilini ateşlemiş oldum. Atılan ilk kağıtlar sonunda yerde biriken kağıtları kimse alamamıştı, sıra yine bana geldiğinde vale ile hepsini alıp almama arasında bir ikileme düştüm. Arka masada oturan, bizim mahalleden Rıza ile gözgöze geldik, at valeyi der gibi bakıyordu bana, ben de attım. Sırıta sırıta yerde birikenleri önüme doğru çekerken alttaki üç kağıdı gizemli bir şekilde ve kimseye göstermeden hafifçe masadan kaldırarak kontrol ettim; iki vale ve sinek as vardı. Bu da demek oluyordu ki Tolga desteyi tam bir sığır gibi karıştırmıştı.

İlk eli Ferit ve ben, bizim mahalle adına kazandık. Üçe ulaşan o masanın galibi oluyordu ve üç masadan iki masayı alan mahalle de o ayın kazananı olarak kıraathaneden ayrılıyordu. Bizim masada ilk el bitince sohbete daldık. Özellikle Rıdvan abinin oynadığı masada sık sık duraklamalar yaşanıyor: "Lan bu karo mu kalp mi baksana bi Birol.", "Sen az önce sinek üç atmadın mı abim? Nasıl yine atıyon?", "Nasıl pişti lan öyle pişti mi olur! Ben onu atmayacaktım ki!" gibi cümleler duyuluyordu. Biz çaylarımızı yudumlarken sol tarafımızda kalan masadan, ne olduğunu tam anlayamadığımız bir ses duyuldu. Ya bir ıstaka ya da birinin kafası kırılmıştı. Kafayı panikle çevirip baktığımda çocuk gibi ağlayan Birol'u ve ıstakasını sağ eli ile olabildiğince havada tutan Rıdvan'ı gördüm. "Niye çalıyon oğlum? Sen neden taş çalıyon kaynanası geberesice? Vurayım mı lan bitane daha vurayım mı?" diye bağırıyordu Rıdvan; o bağırdıkça Birol biraz daha yüksek sesle zırlıyordu. "Abi vur ama babama deme n'olur! Bi daha beni yollamaz söylersen turnuvaya." dedi Birol. O ezik haline rağmen bir an özendim ona; herif babasına söyleyip onun rızasıyla geliyormuş kıraathaneye. Benimki o an uyanıp evde beni bulamasa sabahına evlatlıktan ret davası için evrak toplamaya başlardı. Rıdvan abi çaresizce bana baktı: "Yau şunu alın bu masadan kıracam yoksa ağzını!" dedi, sonra Birol'a dönüp: "Siktir gitsene ya, istemiyorum seni." dedi.

Birol ne yapacağını şaşırmış şekilde masadan kalktı. Yerine Yusuf oturdu. Birol, kıraathanenin önündeki mermer merdivenlere oturup sigara içmeye başladı; adeta piştiye küsmüştü. Dünya üzerinde piştiye küsen ilk insan kendisi olabilirdi.

Rıdvan ise Yusuf ile harika bir uyum yakalamış, gül gibi oynuyordu. Bizim masada ikinci ele başladı. İlk el kadar güzel kağıtlar gelmese de Ferit ile yine önde götürüyorduk. On, on beş dakika kadar oyuna devam ettikten sonra kıraathaneye koşarak Birol girdi; "Koşun beyler, koşun! Müzeyyen Teyze'nin evine hırsız girmiş!" dedi. Bu ne kadar da boktan bir ironiydi! Bütün gece nöbetçileri olarak oraya toplanmışken mahallelerimizin yaşlıları savunmasız kalmıştı! Yaşlı dediğime ve Birol'un "Teyze" dediğine bakmayın; Müzeyyen, bizim mahallenin en güzel kadınlarındandı. Yaşını başını almış olsa da şarap gibi kadındı. Gerçi ben hiç şarap içmemiştim, daha çok bira ve arada sırada da rakı içerdim ama "bira gibi kadın" demek ağızda hoş durmuyordu. Bütün herkes elindeki kağıtları masaya fırlatıp Birol'un peşine takılarak Müzeyyen'in evine doğru koşmaya başladı; koşarken de her kafadan farklı bir fikir çıkıyordu, Aslan: "Polise haber verelim!" dedi, kimse sallamadı, Ferit:"Herkes bir sokağa ayrılsın, bir şey gören olursa bağırsın oraya toplanalım." dedi, bu herkese mantıklı gelse de kimsenin yüreği tek başına bir sokağa bakmaya yetmedi. Tufan ise: "Ben eve gidip silahımı alayım, karşılaşırsak o namussuzları kevgire çeviririm." dedi, bu sefer herkes durup beş dakika kadar Tufan'ı sakinleştirdi ve eve gidip silahını almamaya ikna etti.

Müzeyyen'in evine vardığımızda ne evde ne de apartmanda bir hareket vardı. Binada sadece Emekli Albay'ın ışıkları yanıyordu. Apartmana girip on yedi adam ağır ağır merdivenleri çıktık. On yedi kişiydik çünkü eve doğru koşarken Birol gözden kaybolmuştu. Müzeyyen'in kapısı aralıktı. Rıdvan eliyle hepimizi durdurup kapıya doğru tek başına yaklaştı: "Müzeyyen, Müzeyyeeen, orada mısın?" dedi. Yarım saat önce Birol'un geçmişi ve geleceğini yakın akrabaları ile harmanlayan adam gitmiş yerine bir centilmen gelmişti. "Korkmayın, ben Rıdvan Bey. Şimdi içeri giriyorum yavaşça." dedi, bu lafın üzerine merdivenlere dizilmiş haldeki on altı adamdan kikirdemeler duyuldu. Kafasını kapıdan uzatıp kimsenin olmadığına emin olunca Rıdvan abi bize doğru eğilerek: "Gülmeyin dalağınızı sikerim!" diye fısıldadı; dalaklara fısıldayan adam.

Sonra yavaşça kapıyı araladı, önce o peşinden de biz girdik eve. Ev mis gibi kokuyordu, şarap mı bilmiyorum ama çok güzel bir kokuydu. Evde kimse yok gibi duruyordu. Ağır adımlarla evin geniş salonuna ilerleyip oraya doluştuk. "Işığa basın lan." dedi Rıdvan. Ferit'in ışığı açmasıyla bizi karşı duvarda yere düşmüş olan plazma televizyon ve duvara kırmızı sprey boyayla yazılmış "BİROL" yazısı karşıladı. "Lan bizim hırsız Birol iti miymiş?" dedi Rıdvan, gereğinden az şaşırarak. On altı adamın hepsi birbirinden farklı küfürler etti Birol'a. İki yıllık ulvi pişti turnuvamızın vardığı noktada, koca iki mahalleyi gerizekalı Birol'dan korumaya çalışmamız herkeste biraz hayalkırıklığı yaratmıştı. "Eee, şimdi biz bu buji beyinli yüzünden mi geceleri uykusuz kaldık, sokak sokak nöbet tuttuk? Geçen sene Tolga bunun yüzünden mi gece nöbetinde üşüttü sonra da zatürreye çevirdi? Rıdvan Abi bunun yüzünden mi elli üçüncü yaş gününü iki senedir gece nöbetinde kutluyor? Peki ya eli kaybedince masaya yumruk atıp da elini kıran Tufan'ın yamuk kaynayan kemiğinin hesabını kim verecek beyler!" diye, gittikçe artan ses tonuyla bir konuşma yaptım. "Bunu bulup ağzını burnunu kırmayalım mı!" diyerek de son noktayı koydum.

Herkes dediklerimi onaylamış ve ihraç fazlası Birol'a temiz bir sopa atmaya hazır hale gelmişti. "Haklısın Fatih!", "Haklısın aslanım!", "Evet Fatih Abi, bulalım şu iti." şeklindeki destek cümleleri eşliğinde apartmandan çıkınca; "Saat geç oldu, peder uyanmadan ben eve gideyim, siz bulup halledersiniz Birol'u, bana da mesaj atın merakta bırakmayın." diyerek yarattığım şok etkisiyle koşarak eve doğru yol aldım.

Eve nasıl koştuysam, ciğerlerim sanki iki kalçama yerleşmiş gibi hissediyordum. Yavaşça binaya girdim, merdivenleri çıktım. Evin kapısını açmak için anahtarı ittim ki kapının arkasında bir anahtar daha vardı! Bunun olması için babamın uyanmış olması gerekiyordu. Ben bunun paniğini yaşarken yavaşça kapı açıldı. Kafam önde, yiyeceğim ilk tokatı ve sonrasındaki ateşli dayağı bekliyordum ki kafamı eğdiğim yerdeki ayakların bir çift kadın ayağı olduğunu fark ettim. Kafamı kaldırdıkça karşımdakinin bir kadın olduğuna emin oldum, Müzeyyen'di bu! Babam Müzeyyen'i eve atmıştı! Kadının en zor en buhranlı gecelerinden birinde ona arkadaş olmuştu! Kadının yeni soyulduğu yetmez gibi babam da üzerine kalbini çalmıştı. "Sen napıyosun burada ya Müzeyyen?" dedim. Arkadan babamın sesi duyuldu; "Asıl sen orada ne yapıyosun eşşoleşşek!" dedi. Haklıydı. İçeri girdim, yavaşça ayakkabılarımı çıkardım. Babam üzerime yürüdü bir iki kez, Müzeyyen sakinleştirdi. Salona geçtik. Babam ve ben tek başımıza kalmıştık, Müzeyyen de bize mutfakta kahve yapıyordu; "Babamı benden isteyecek heralde." diye düşündüm. Babam, o sırada, on oskar ödüllü bir filmmişçesine halıyı izliyordu. "Nasıl baba halı güzel mi? İzleyince ver de ben de izleyim." dedim, daldaki sineği kapan iguana çevikliğinde bir tokat yapıştırdı. Yanağım pembeleşmek üzereyken de kahvelerimiz geldi.

Müzeyyen girdi lafa; babamla birbirlerini uzun süredir sevdiklerini söyledi. Gizli gizli de görüşürlermiş, özellikle her ayın son pazarı. Yani ben pişti turnuvası için evden kaçarken peder sandığımdan da uyanık oluyormuş. Dışarıda buluşurlarmış, içerlermiş. Babam çok güzel yemek yaparmış mesela. Bir gün çorba içerken ekmek istemiştim de bana ekmeğin ucunu bölüp uzatmıştı; babamın bana yaptığı tek yemek işte o böldüğü ekmek ucudur. Park bahçe gezerlermiş. Kısacası hayatlarını yaşıyorlarmış. Sevinmişler de benim onları basmama, nihayet açılabilmişlermiş.

İkisi karşımda konuştukça sinirlerim bozuldu. Kahvemi hızla bitirip: "Ben artık uyuyabilir miyim?" dedim. "Yat tabi yavrum, geç oldu." dedi Müzeyyen. Bu işte son damla oldu.

Yerimden kalktım, salondan çıkarken onlara doğru son bir kez döndüm: "Ha bu arada, senin eve hırsız girmiş Müzeyyen, haberin olsun." dedim.

KONYAK

Saçımın önündeki, inatla sola yatmayan son tutamı da jöleyle iyice yatırdıktan sonra montumu da giyip evden çıktım. Bu tarz bir heyecanı yaşamayalı uzun zaman olmuştu; tamam, belli belirsiz konuşarak kendimi avutmama gerek yok, tam sekiz yıl olmuştu. Sekiz yıldır bir kızla buluşmamıştım. En son, üniversite birdeyken, Mimarlık bölümünden bir kızla kantinde tanışıp iki kere sinemaya bir kere de kafeye gitmiştik. Sonra da ayrılmıştı zaten benden. Mühendislik Fakültesi'nde okuduğum için de, sonrasında bir kızla tanışmak kolay olmamıştı.

Bugün farklıydı ama. Kendimi yeniden genç hissediyordum, yaşlı değildim zaten ama genç olup da yaşlı hissederken bu sefer olduğum gibi hissediyordum. İki gün önce aldığım parfümün kokusu, her adımımda, vücudumun dalgalanmasıyla burnuma ulaşıyordu; bu gece güzel olacaktı. Aklımı kurcalayan tek bir şey vardı; o da kızla daha önce hiç yüzyüze görüşmememiz hatta yüzünü bile bilmememdi. İş yerinden Fuat'ın gazına gelip açtığım arkadaşlık sitesi profili sayesinde tanışmıştım bu "Suadiye Menekşesi" ile. Kızın takma adı bende tam bir silüet oluşturmamakla birlikte; dört kedi ve onlarca ev bitkisi içerisinde, elinde sigarası fonda taş plaktan gelen bir musiki sesi ile beni karşılamasından biraz çekiniyordum. Hiç aklıma da gelmemişti "Bir resmini atar mısın?" demek, onun da gelmemiş olacak ki o da sormamıştı. Belki de bu tarz bir buluşmayı tamamen kader ile bağdaştıran birisiydi ve büyünün bozulmasını istemiyordu...

İşin bir diğer ilginç yanı ise beni evine çağırmış olmasıydı. Bildiğim üç dört iyi kafe ve barı önermeme karşın o inatla evde görüşelim demişti. Ya havanın soğukluğu onu bu planı yapmaya zorlamıştı ya da dışarı çıkıp ekstra para harcamak istemiyordu; aklında, hiç tanımadığı rastgele bir yabancıyla cinsel münasebete girmek olduğunu ihtimal dahiline bile almıyordum. Tüm bu düşünceler eşliğinde boş bir taksi bulup kendimi arka koltuğa attım. Normalde taksiye bindiğimde -ki bu yılda bir veya iki kez olur- kesinlikle ön koltuğa otururdum ama bugün her şey özel ve farklı olmalıydı. Anadolu Yakası'na Metrobüs'le geçmek bütün büyüyü bozacak gibi geldiğinden taksiyi seçmiştim. "Suadiye'ye şoför bey." dedim; muhtemelen, uzun mesafeye gidecek her müşteride olduğu gibi taksicinin dudak kenarına bir tebessüm oturdu; karnesindeki bütün derslerinin 'pekiyi' olduğunu babasına gösteren kız çocuğu gibi kirpiklerini anlık kırpışını dikiz aynasından yakaladım. "Hay hay." dedi.

Telefonuma yaklaşık otuz iki dakikadır bakmadığımı fark edince cebimden çıkarttım, iki yeni mesaj gelmişti.

"Mühendis123 ne zamana bende olursun?"

"Hu huu, orada mısın? Geliyorsun değil mi?"

O da benim gibi sabırsızlanıyordu, bu sefer benim dudağımın kenarına bir tebessüm oturdu; "Aç da güzel bi müzik dinleyelim be abim!" dedim, 'şoför bey'den, 'be abim'e geçiş hızımın açıklaması tamamen hormoneldi.  

Boğaz Köprüsü'ne, vapurlara, Ortaköy'e hayran kaldım. "Kadın ne güzel şey ya!" diye düşündüm, neler hissettiriyorlardı bize; hem de hiç tanımadan, yüzünü bile görmeden. Taksici radyoyu açtı, 'Sigaramın Dumanı' çalıyordu. Tam kendimi şarkıya kaptırıp mırıldanacakken kızın mesajına cevap yazmadığımı fark edip: "Geliyorum, köprüyü geçiyorum şimdi, yirmi dakikaya sendeyim." yazdım. Sonra tekrar şarkıya döndüm, bir yandan mırıldanıp bir yandan da "Asu Maralman şimdi ne yapıyordur acaba?" diye düşündüm ama çok üstünde durmadım.
Kızın evine armut gibi eli boş gitmemin hoş olmayacağı geldi aklıma, ne alabilirim diye düşünmeye başladım. "Abi bi şey sorcam. Sen birinin evine misafirliğe giderken ne götürürsün?" dedim taksiciye;

- Valla bilader ben genelde kayınçoya gidiyorum misafirliğe, ona da konyak götürüyorum giderken.

- Hmm konyak. Değişik olabilir. Onun doğrusu kanyak değil mi bu arada?

- İkisi de doğru. Kanyak da konyak da. İsme takılma.

- Anlıyorum abi. Önereceğin bir marka var mı peki?

- Sen kime götüreceksin? Senin için önemli birisi mi yoksa sen de kayınçona mı gidiyosun?

- Abicim açıkçası muhabbetimin çok 'kayınço'ya bağlanmasını istemediğim birisine gidiyorum diyebilirim.

- O zaman kafana göre sor al tekelden, yanına da sütlü çikolata al, çiçek gibi.

- Peki abi, eyvallah.

Konyak alma fikri bir yandan aklıma yatarken bir yandan da ilk buluşmada kızın hem evine gidip hem de ev hediyesi olarak alkol almak kendimi iyiden iyiye ırz düşmanı gibi hissettirmişti. "Tamam bekliyorum. Görüşürüz." diye yanıt verdi son mesajıma, ben de verdiği adrese iki sokak kala taksiden indim. Hem biraz açık havada yürüyüp heyecanımı atmayı hem de eve giden yolda bir tekel bulmayı hedeflemiştim, buldum da. Üç adam içerde konuşurken laflarını böldüm: "Konyak alacaktım da..." diyerek; dükkan sahibi seri bir dönüşle kasaya geçip: "Buyur kardeşim." dedi bana. Bir anda kardeşi oluvermiştim. Neden beni bu kadar yakın bellemişti ki? Belki de ben, iki sokak ötesinde oturan, bu mahallenin kızına göz dikmiştim, buradan alacağım alkolle onu kendinden geçirip daha önce hiç kimseye yapmadığım şeyler yapacaktım?  O da anlamıştı sanırım benim ne mal olduğumu. Zaten birisini sarhoş etmeye çalışsam ondan üç saat kadar önce kendim sarhoş olup sızardım. "Konyak alacaktım, güzelinden. Bir de sütlü çikolata." dedim. "Ooo, özel bir akşam mı? Konyak alan pek kalmadı gençler arasında, zevkli adamsın sen demek ki." dedi. Az önce 'kardeşi' belleyerek araladığı güven kapısının üzerine şimdi de gururumu okşamaya başlamıştı; lanet olsun amacı neydi bu tekelcinin? "Sağ ol abi, işte zevkimize göre biz de yapıyoruz yani bir şeyler." benzeri bir geveleme ile siyah tekel poşetimi alıp ücreti ödedim ve oradan ayrıldım.

Artık kızın evine gidip zile basmak kalmıştı geriye. Altı dakika kadar yürüdükten sonra verdiği adrese geldim. Apartmanın ikinci katında, pencerede birisi sokağı izliyordu. Beni fark edince perdeyi çekip içeri geçti, muhtemelen bu oydu. Telefonumu çıkarıp: "Geldim, zile basıyorum." diye mesaj attım. Dünya üzerinde, bir haberleşme aracını kullanacağımı başka bir haberleşme aracıyla haber veren ilk gerizekalı ben olabilirdim. Mesajı attıktan sonra daha ben zile basmadan kız kapıyı açtı. O kapıyı açan "dızııırrrt" sesi ile birlikte kalp atışlarım en az iki kat hızlandı. Herhangi bir izdivaç programındaki paravanın açılmasından hiç bir farkı yoktu bulunduğum durumun. Ben merdivenlerde attığım her adımda paravan biraz daha aralanıyordu, kızın kapısına gidince: "Aaaa, ben başka adaylarla devam etmek istiyorum Esra Hanım." demekten çok korkuyordum ama bir yandan da sadece "bir çay içmek" için ta Suadiye'ye de gelmiş olmak istemiyordum.
Apartmanın fotoselli lambaları benim çıktığım katı aydınlatarak üzerimde bir sahne etkisi yaratmıştı; sanki kızın karşısına geldiğimde bütün ışıklar sönerek üzerime güçlü bir spot ışığı düşecekti. Kata geldim, yine ben zili çalmadan kapıyı açtı, gülerek: "Hoşgeldin Mühendis123." dedi.
Gayet normal bir kızdı, sevimliydi de. Konyak ve çikolatanın bulunduğu tekel poşetini uzatırken hayvanlığıma sövdüm içimden. Asker arkadaşıma içmeye gelir gibi kıza siyah naylon poşette getirmiştim aldıklarımı. Zaten o siyah tekel poşetlerinin olaylarını da hiç anlamamışımdır; içerisinde içki olduğu anlaşılmasın diye verilir ama siyah poşeti gören içinde içki olduğunu anlar; alkolün açtığı kafalar için muazzam bir paradoks.

"Geçsene içeri, ayakkabılarını içeride çıkar." dedi. Onu dinledim ben de. Poşeti mutfağa bırakıp tekrar yanıma geldi. Sürekli gülüyordu. Bu gülüşün altında: "Gecenin sonunda böbreklerini aldığımda çok zengin olacağım ni ha ha ha." gibi bir anlam aramak istemesem de biraz tedirgin oldum. Salona buyur etti, sadece ama güzel dekore edilmiş bir salondu. Bir ikili kanepe iki de berjer vardı. Ben ikili kanepeye oturdum çünkü televizyon onun karşısında kalıyordu. Feng Shui'ye göre hep televizyonun tam karşısına mı oturmak gerekirdi bilmiyorum ama dayıma göre bu böyleydi ve ben ilkokul yıllarımda Feng Shui'nin değil Nazım Dayı'mın yanında yaşamıştım. Benim, götümü, folluktaki tavuk gibi bir o yana bir bu yana yerleştirip belime de bir kırlent koymam ile birlikte yerleşme merasimimin bittiğini görünce: "Ne içersin." diye sordu. "Neler içmem ki bea!" dedim sarhoş Metin Akpınar taklidi yapar gibi. Ben kovmasını beklerken o güldü bu halime. "Aslında konyak almıştım ama sever misin bilmem, kaldı ki alkol içmek istemeyebilirsin de, o yüzden sen ne istersen uyarım." dedim. "Konyak hiç denemedim, ben de şarap diye düşünmüştüm açıkçası ama konyakla başlayalım." dedi.  'Başlayalım?' sorusu çaktı kafamda; "Konyak lan bu konyak! Adamın ağzına sıçar! Neyin başlamasından bahsediyosun! Sonrasında bi de başka bi şey mi içcez Kamil!" demek istedim ama diyemedim tabi, denmezdi de zaten. "Hı hı, olur canım öyle yapalım." dedim.
Gitti, giderken de bir cd koydu, aman Allah'ım o ne güzel cd'ydi öyle, ne güzel müziklerdi. "Kız Allah canını almasın kim bunlar." diye yanına gidesimi getirecek kadar çekti aldı ruhumu benden, ki dikkatinizi çekerim mühendis adamım.

İçkileri alıp gelince konuşmaya başladık;

- Bu arada artık gerçek isimlerimizle hitap edelim istersen, Sinem ben.

- Çok memnun oldum, ben de Serdar. Nasılsın?

- İyiyim teşekkür ederim. Sen nasılsın? Rahat bulabildin mi evi?

- Buldum valla, çok merkezi yerdeymiş zaten. Neler yaptın bugün? Böyle ben de senin cumartesi akşamını hiç etmiş oldum.

- Aa, o nasıl laf ya, saçmalama lütfen. Güzel güzel konuşup sohbet ederiz, içkiler içeriz. Hiç etmek niye olsun. Ben de evdeydim, biraz tembellik yaptım, bir de film izledim akşam üzeri.

- Hangi filmi izledin?

- Hababam Sınıfı Tatilde'yi izledim, en sevdiğim filmi, yemin ederim kaçıncı izleyişim bilmiyorum.

Bu kız beni hiç görmeden benimle internette tanışmıştı, beni direk evine çağırdı, benden şüphelenmedi, çekinmedi, içeriz uzun uzun sohbet ederiz gibi ucu açık cümleler de kurdu; buraya kadar tamam ama herşeyin; Hababam Sınıfı Tatilde'yi izleyip de 'en sevdiğim film' diyeceği kadar kusursuz olması beni biraz kıllandırmıştı. Biraz sustum ve konyağımla ilgilendim. Heyecandan olsa gerek, daha ilk bardağı içerken ellerim biraz karıncalanmıştı. Kısa sürede ikinci bardağa geçtik zaten.
"Sustun." dedi. Bu cümleye de kendimi bildim bileli ayar olurum. Dünya'daki en basit tespit cümlesi, susmuşum; "Yok ya!". "Bak kızım" diye giriş yaptım cümleye, artık ipler kimin elinde iyice anlamalıydı: "Ben çok zor şeyler yaşadım. Kafamda, takıntı haline gelmiş o kadar çok soru var ki, baktım ki hiç biri gitmiyor; ben de hepsine bir yer yatağı yaptım, hem rahat uyuyamasınlar hem de tepeme çıkmasınlar diye. Şimdi sen benim sessiz kalmamı 'susmak' olarak yorumlama o yüzden, sessizsem aklımdaki sorular uyanmasın diye." dedim. Ne dediğimi ben de çok bilmiyordum ama sanırım güzel ve etkili şeyler söylemiştim ki şaşkınlıkla açtı, iri kahverengi gözlerini: "Vav" dedi; "Ne laf ama!".

Kendimi biraz çikolataya verip konyağın acısını bastırma çabasındayken kapı çaldı. Sinem kalktı kapıyı açtı. Oturduğum yerden Sinem'in sağ yarısı ve dış kapının kapalı kalan kısmı görünüyordu. Kapıdaki kimse, bir süre konuştuktan sonra: "Bugün ödeyecektin ama!" diye bir ses yükseldi karşıdan. Konyağın da verdiği mertlikle kapıya yöneldim, orta yaş üstü bir amca pijamalarıyla kapıda dikiliyordu. "Beyefendi kim Sinem?" dedim, "Yöneticimiz. Sen geç içeri ben birazdan geliyorum." dedi ama bunu derken tedirgindi, o noktada benim dahil olmamam imkansızdı: "Beyefendi sorun nedir?" dedim. Benim kim olduğumu sordu haklı olarak, kuzeniyim dedim. Sinem aidatı üç aydır ödemiyormuş, aylık elli liradan yüz elli lira borcu varmış, adam da onu almaya gelmiş. "Ben hallederim!" dedim, derken de kendimi bir an dışarıdan gördüm, süpermen gibi, kırmızı pelerinim ve taytımın üzerine giydiğim kırmızı donumla yöneticiye meydan okuyordum adeta, köpek!
Kızla buluşacağım için fazladan para çekmenin faydasını görmüştüm. Hem yöneticiyi savuşturdum hem de Sinem'i zor bir durumdan kurtardım. Sekiz yıldır sevgilim yoktu ve ben yüz elli liranın hesabını yapacak durumda değildim!

Tekrar içeri geçtik, Sinem yaşanan olaydan biraz etkilenmişti ama kendisini topluyordu. Bu arada üçüncü bardaklara da geçmiştik. Birkaç dakika sonra tekrar kapı çaldı. "Sen dur ben bakarım." diyerek kalktım. Kapıyı açtığımda kanlı önlüğüyle kasap, mavi önlüğü ve ceplerindeki kiloluklarla manav ile olduğu gibi bakkal duruyordu. Yeşilçam'da bir film karesine ışınlandığımı düşündüm: "Buyurun beyler?" dedim. "Sinem yok mu?" dediler bir ağızdan. Allah'ım beni nereye düşürmüştün? Kız kardeşini mahalle esnafının libidosundan korumaya çalışan Küçük Emrah gibi hissettim kendimi. "Yok, bana söyleyin derdinizi." dedim. Üçünün toplamda yüz otuz liracık kadar derdi varmış, o borcu da hallettim. "Fakat kız hakikatli kızmış, semtinde yüz tane süpermarket varken hala kasaptan, manavdan, bakkaldan alışveriş yapıyormuş demek ki" dedim içimden, sırf kızı övmek için bu detayı düşündüğümden kendime de kızdım biraz o an.

"Kimmiş gelen?" dedi ben yanına dönünce. "Yanlış numara." dedim ben de.
İçtikçe içiyordu ama süre ilerledikçe daha bir içine çekildi, sustu Sinem. Ben zaten yatıya gelmemiştim ama onda da hiç kalmamı teklif edecek gibi bir hal yoktu; hem de yıllık sosyalleşme bütçemin yarısından fazlasını bir gecede onun için tüketmiştim.

"Saat de geç oldu!" dedim, doğrulmaya çalışır gibi yaparak. Kendi saatine baktı: "Şey, istersen bir film izleyelim, kal burada bu gece sonra da?" dedi. Sekiz yıl diyorum, sekiz. Koca ülkenin sekiz yılda iki kere Başbakanı değişebilirken benim hayatıma tek bir kız bile girmemişti. "OLUR." dedim. Film seçme olaylarına giriştik. Kız sadece bin dokuz yüz doksan öncesi  Türk Sineması'nı biliyordu, aklım almamıştı. Zeki-Metin, Hababam Sınıfı, Kemal Sunal filmleri... Karşımda ilk randevumuzda olduğum bir kız değil de Show TV'nin pazar öğleden sonra yayını vardı sanki. "Seç birini yeaa, bana uyar." dedim, konyağın verdiği rahatlıkla.

O sırada kapı çaldı.

Bu sefer açmak istemiyordum.

O da adeta, film bakıyorum ayağına kapıyı açmaya yeltenmiyordu. Birkaç saniye sonra: "Canım sen bakar mısın kapıya?" dedi. Cüzdanımı da alıp gittim kapıya. İlk kez bu kapıda tanıdık bir yüz görmenin heyecanı sardı alkollü bedenimi, tekelci abiydi bu! Kafam şu an güzelse, bu onun bana sattığı konyak sayesindeydi! "Yanlış mı geldim kardeşim?" dedi. Beni hala kardeşi gibi görüyordu. "Kime geldin ki abi?" dedim. "Sinem'e." dedi. "Sana da mı borcu var be abi Sinem'in. Ne kadar söyle ben verjem, valla olmaz ben verjem." dedim, derken de omzundan omzundan sarstım hafifçe adamı. Neyse ki Sinem'in borcu yokmuş tekele. Abisiymiş tekelci. Detay vermeyeceğim ama ben hiçbir şeyi izah edemeden bu kadar güzel dayak yenilebileceğini o abimin sayesinde öğrendim. Sadece dayağın sonunda iki katı merdivenlerden yuvarlanarak indim, o kadarını söyleyim. Apartmandan dışarı çıkınca da ikinci kata bakarak bağırdım: "Yalanmış be! Bana o tekelde 'kardeşim' demelerin yalanmış! Bu mu be kardeşlik ha? Yazıkların en kralı sana olsun mu? Olsun be, olsun! Benim senin gibi bir abim yok!" diyerek oradan uzaklaştım. Yediğim dayağın etkisiyle Sinem'e de iki çift laf giydirmeyi unuttum.

Yirmi dakika kadar yürüyüp Metrobüs durağına vardım, üzerimde nakit kalmamıştı, taksiye binilecek bir durumda yoktu. Beş dakika sonra gelen boş Metrobüs'e bindim. Yolda her tümsekten geçip de vücudum sallandığında, burnuma parfümümün kokusu geliyordu...

Komiser Hakan / Bir Yaz Gecesi - 2

"Hadi Hakan. Sence de herkesi evden göndermenin zamanı gelmedi mi? Olay Yeri İncelemeyi de, ekibini de çıkar daireden. Dört yıldır yüz yüze görüşememiştik. Herkes gidince çiftin oturma odasına gel, laflayalım..."

Mesajı okuyunca donakaldı birkaç saniye, sonra da: "Herkes dışarı çıksın! Tufan, Çetin, Burak, Olay Yeri, köşedeki fotoğraf çeken gözlüklü! Hepiniz dışarı. Hemen!" diye bağırdı. Birkaçı soru soracak gibi olsa da mimikleriyle ve el işaretleriyle hepsini dışarı yolladı ve evin kapısını içeriden kapattı ve oturma odasına doğru yürümeye başladı. Mesajın kimden geldiğini tahmin ettiği için mesajda yazanları harfiyen uyguladı.


---Tam olmasa da yaklaşık 4 sene kadar önce---


"Bugün görüştün mü Komiserimle Çetin?" dedi Burak. "Görüşmedim." dedi Çetin de. Zaten üç haftadır tek kelime konuşmamıştı Hakan. Bir ihbarla gittikleri evde, adamın biri, beş yaşındaki öz kızını vurmuştu Hakan'ın gözü önünde; o da kendisini suçluyordu adamı gider gitmez vurmadığı için...

O olaydan beri tek kelime etmemişti Hakan. Susuyor, sık sık göğsünü ovuyor, tuvalet molası süsü verdiği aralarda, ağlamaktan kızarmış gözlerle masasına dönüyordu. Dünyadaki en ağır suçların hepsini aynı anda işlemiş gibi bir ağırlık çökmüştü vicdanına ve o ağırlık dudaklarına da baskı uyguluyordu. Konuşmuyor, birlikte göreve gitmiyor ve mesai saatleri dışında görüşmüyorlardı üç haftadır.

- Bi arayalım Çetin o zaman? Zaten iyi değil, bi de böyle habersiz mesaiye gelmeyince ben iyice kıllandım.
- Oğlum saçma sapan konuşma. Arasak telefonu açacak mı? Tek kelime edecek mi? Hayır! Rahat bırak adamı. Kendine bir şey yapmaz Hakan Komiserim. Beni asıl düşündüren yarın ki duruşma.
- Hangi duruşma?
- Geçen ay Tunalı Otel'de işlenen cinayetlerin duruşması var ya yarın Burak! Amirimin akademiden devresi olan adamın işlediği cinayetler.
- Ben onu unutmuştum oğlum! Amirim tanık olarak dinlenecekti de mi? Adam bildiğin konuşmuyo? Şimdi tanık kürsüsüne çıkıp da yine konuşmazsa masum diye salmazlar de mi herifi?
- Hee salarlar. Hatta yerine de Hakan Abi'yi alırlar içeri, çok sessiz diye...
- Tamam uzatma.

Uzatmadı Çetin. Çay söylediler. On dakika kadar sonra Hakan mesaj attı:"Bugün Merkez'e gelmiyorum. Yarın mahkemede görüşürüz." diye.

Ertesi gün mahkeme girişinde buluştu üçü. "Daha vaktimiz var, girmeden bi kahvaltı edelim." dedi Burak. Çetin, Hakan'a baktı, Hakan tepki vermedi. Zaten geçtiğimiz üç haftada gözle görülür şekilde zayıflamıştı da. Israr etmediler, sessizce beklediler. Bu kadar susacak kadar canı yanan birisi ne kadar geçerse geçsin açlık hissetmezdi.

Mahkeme başladı. Hakimin salona girmesiyle herkes ayağa kalktı. "Sanığı getirin!" diyerek yerine oturdu. Hakan üç hafta sonra ilk kez o zaman konuştu, dişlerinin arasından, oldukça kısık bir sesle: "Şerefsiz!" dedi.

Kulakları ondan gelecek tek bir kelimede olan Çetin ve Burak çok sevindiler bu tepkiye, "Şerefsiz ki ne şerefsiz!" dedi Çetin gaza gelerek. "Konuşmayın atarım dışarı!" yanıtı geldi Hakim'den Çetin'e.

Hakan tanık olarak kürsüye çıktığında salondaki herkesi dikkatlice izledi.
Akademiye başladığı günü düşündü, arkasındaki şerefsizle olan arkadaşlığını da.
Ailesini düşündü, tek aşkı Burcu'yu da. Gözünün önünde ölenler de geldi aklına, öldükten çok sonra incelemeye gittikleri de.
Ölmek istediği günler de oldu, öldürmek istediği de;
Nefes alıp vermeyi düşündü...
Sanki bütün salon nefes almayı bırakıp onu izliyor gibi hissetti, biraz terledi; ama öyle sıkıntıdan değil... Biraz sonra arkasındaki şerefsizi hapse gönderecek olmanın verdiği mutluluktan.

Konuşmaya başladı sonra Hakan. Üç hafta sonra konuşuyordu. Durmadan, nefes bile almadan anlattı çünkü onun için yeni bir gün, anca bir önceki ölümün defterini kapattığında başlıyordu.

Hakim kararını verdi; 18 yıl. İki kişi öldürmüştü; kişi başı dokuz yıl.

"Bizim on yıl aradığımız katiller oluyor, adamlar o katili on yıl içerde tutamıyolar be abi!" dedi Çetin, mahkeme salonundan çıkınca.

"Hakan!" diye bağırdı bu sırada, koridorda, Hakan'ın az önce 18 yıl hapis cezası almasını sağladığı eski dostu Ferit. "Hakan!" dedi; "Sana çok bomba haberlerim olacak!"

Hakan cevap vermeden çocuklara döndü: "Oğlum gidip bi kahvaltı edelim, üç haftadır bi şey yemedim!" dedi.

---Tam olmasa da yaklaşık 4 sene kadar önce---

Oturma odasına girdiğinde, köşedeki berjerde oturan Ferit'i gördü:"Sen ne ara çıktın şerefsiz?" dedi.

- Hakan ben yarım iş yapmayı sevmem bilirsin, kaşıntı oluyo, sinirleniyorum öyle olunca. Bu çifti de Tunalı Otel'de elimden kaçırdığım için rahat uyuyamadım. Tamamlamam lazımdı anla beni. Bi de seni özledim, onun da etkisi var. Aslında iş yarım kalmış gibi hissetmiyordum, yalan söylemeyim. Sana ulaşmak için birilerini öldürmek lazım diye düşündüm. Ya ölülere ulaşıyosun sen ya da seni dolaylı yoldan öldürmek isteyenlere...

- Burcu'yla ilgili, dolaylı da olsa, cümle kurma Ferit. Çeker vururum.

- Ben isim vermedim devrem.

- Niye beni çağırdın, görmek istedin?

- Sen ciddiye almamıştın ama ben sana en son ne demiştim hatırlıyor musun? Mahkemede, sen arkanı dönüp giderken?

- Hatırlamıyorum...

- "Sana çok bomba haberlerim olacak!" demiştim.

dedikten sonra cebinden telefonunu çıkardı. Ekranında aranmayı bekleyen bir numara duruyordu. "Ekip otonuzu çok sevmiyosunuzdur inşallah Hakan Komiserim? Araba neyse, yenisi alınır da, şimdi aşağıda o kadar arkadaş... Onlara yazık olacak." dedi.

Hakan'ın arabasına bomba yerleştirmişti. Aşağıda, o aracın yanında şu an en az yirmi kişi bekliyordu. Hakan soğuk kanlılığını bozmadan onu oyalamaya başladı. Oyalamasının nedeni bir şeyler düşünebilmek değildi, o kısmı çoktan halletmişti. Biraz önce, kendisini oturma odasına çağıran mesaj geldiği sırada, Burak'ın telefonundan kendisini aramış ve telefonunu açık şekilde cebine koymuştu. Yani Burak, bomba ihbarını duyup çoktan herkesi oradan uzaklaştırmıştı muhtemelen; ama yine de Hakan'ın bir şekilde Ferit'e engel olması gerekiyordu...