Geceler Bizimdir

Her sene belli bir sırada; önce geceler sonra günler uzuyor sonra eşitleniyor sonra eşitlik yeniden bozuluyor. Ne kadar, yer yer eşitlik var gibi görünse de seneler biriktikçe gözümüzde günler geceye dönüyor.

Zamanında, bir cebinde kabak çekirdeği diğerinde de çekirdeğin kabukları olan çocuklar, çocukluğa özlem duyuyor.

Kırmamız gerekiyor bu özlemi,
ve özlediğimiz geçmişi kıskandıracak kadar iyi yaşamamız gerekiyor her günü; ne kadar andırsa da geceyi.

Annelerinin "Gece yatmak, sabah kalkmak bilmez." dediği çocuklarız sonuçta. Arka fonda belli belirsiz bir müzikle bilinçaltımızı hüzünlendirirken yazacak bir iki satır buluyoruz bazen. Satırlar diğer cümlelere sesleniyor, cümleler kendi aralarında bir düzen kuruyor sonra birlikte bağırıyorlar zifiri karanlığın içinde, kendilerini duymayı bekleyenlere.

Gece oluyor, penceremin perdesini havalandıran rüzgar esmiyor.
Komşu teyzenin gece uyanışları artık daha düzensiz.
Cama, sokaktan geçen devriye arabasının ışığı vuruyor, perde hala havalanmıyor.
Bozacılar da sessiz bu kış.
Martılar bir arada ve hep birlikte uçmalarına bir kanat çırpışı yetiyor.

Şimdi sen elinden geleni yapmak yerine uyuyorsun ya,
Dünya biraz daha kötü bir yer oluyor;
Ne simidin susamı susam,
Ne çayın demi dem.
Sen uyuyorsun ya kardeşim;
Bozacı kırılıyor,
Sokak köftecileri daha az sayıda mutlu insanı doyuruyor.
Sen uyuduğunda;
Günün en aydınlık zamanı olan gecede hayat yavaşlıyor.

Biliyorum,
Sen de diğer milyonlarca insan gibi dinlenmek istiyorsun;
Ama sen doludan alıp boşa koydukça,
Boşlar çoğalıyor...

"Yorgun gecelerin ardından,
Hep aynı yere dönerken,
Islak sokaklar boyu
Düşündüm..."

Uyku Tutmadı

- Sence ben kötü bir adam mıyım?

* Ne alakası var şimdi?

- Ben kendimi överek "iyi biriyim." diyemem belki ama sen hiç kötü bir adamın bunu sorguladığını duydun mu? Bence bunu sorguluyorsa birisi, o iyidir.

* Ben kötüsün demedim ki.

- Bugün sen sus. Ben kendi kendime konuşacağım. Eğer birisi iyiliğinden şüphe ediyorsa bu demektir ki o insan için iyi olmak önemli. Yani kötü bir şeyler yapmaktan kaçınıyor demektir. Sana bir anımı anlatayım;

Dokuz yaşındayken bir Cumartesi sabahı uyandım ve mutfağa gittim. Canım o an niyeyse Meybuz çekti. Evde de yok tabi ki Meybuz filan. Hatta onu geçtim o zamanlar evde dondurma bile olmuyor. Bu kiloluk dondurmalar yeni yeni satılıyor. Neyse, baktım ayakkabılığın üzerinde biraz bozuk para var. Gidip bakkaldan bir iki tane Meybuz alayım da bizimkiler uyanana kadar yer gelirim dedim. Tabi ben evden çıkarken kapıyı öküz gibi kapatınca bizimkiler uyanmışlar. Bakkal bir sokak altta bizim. Ben de o sıralar bakkalın kızından hoşlanıyorum, kız inanılmaz çirkin bu arada ama mahallede yaşıtım olan başka kız yok. O yüzden ondan hoşlanıyorum. Ben topukları spor ayakkabıyla normal olan ama düz ayakkabıyla yere değen eşofmanımı giydim, sağ cebi delik olduğu için bozuk paraları da sol cebime koydum bakkala doğru yürüyorum. İki yüz metre filan bizim evden bakkal. Bakkala varınca önünde durdum, fileye istiflenmiş plastik topları inceledim yokladım biraz; "Alayı yamuk duruyo bunların." dedim içimden. Sonra içeri girdim. Zalım bakkal kendi fosur fosur uyurken kasaya kızını oturtmuş. Tabi o saatte sadece ekmek, bir de kupon biriktiriyorlarsa gazete almaya geliyor insanlar. Kız beni gördü; "Hoşgeldin." dedi. Ama öyle bir hoşgeldin dedi ki sanki devamında "Günün nasıl geçti bey?" diyecek. "Şey...Mey, Meybuz alacaktım da ben." diyebildim şaşkınlığı biraz atınca. "Aa bu saatte mi?" diye sordu. "Sana ne lan saatten! Canım çekti! Sorgulayamazsın, satmak zorundasın." dedim. O da tek kelime etmeden bi kolalı bi de elmalı Meybuz verdi. Parayı verdim çıktım dükkandan. İlk hoşlandığım kızın kalbini kırmıştım. Bakkaldan çıkıp da biraz ilerleyince içimi bir huzursuzluk kapladı, sonra o huzursuzlukla az daha ilerledim. Sonra dayanamadım ve "Aklımda kalacağına..." diyerek bakkala geri döndüm. Doğruca kızın suratına baktım: "Sen para üstünü yanlış verdin dedim.", kız hiç itiraz etmeden eksiği tamamladı. Teşekkür etmedim. Tekrar çıktım bakkaldan. Yokuş yukarı çıkarken elmalıyı, düzlükte de kolalıyı yedim. Yedim diyorum çünkü Meybuz'u ısırarak tüketirdim. Sonra apartmana ulaşıp eve çıktım. Babam kapıda beni bekliyordu. "Nereye gittin sen?" dedi, "Ekmek almaya." dedim. Ekmeklerin nerede olduğunu sorguladı; "Para almayı unutmuşum ona döndüm." dedim. Sonra aynı yolu gidip o nemrut, paragöz, düzenbaz, tırtıkçı kızdan iki ekmek aldım. Bu sefer para üstünü dikkatli saydım. Sonra eve döndüm ailecek bir güzel kahvaltı ettik.

* Çok özür diliyorum ama bunun iyi-kötü insan olmakla alakası ne Allah aşkına? Kıza tavrından mı ders çıkartmalıydım?

- Bu anıyı öylesine anlattım. Sorumla alakası yok.

* Kafaları yicem vallaha bir gün!

- Ye, ye. Zaten artık Meybuz da satmıyorlar.

Taze Çay

"Tekrar merhaba. Demlikte kaynayan suyun sesini duyunca dayanamadım, uyandım."

"Bir demlik, bir çay kadar değerim yok mu yani? Bi kere de benim için uyansan?"

"Yanlış anlama sakın, bu kişisel bir şey değil. Kimsenin çay kadar değeri yoktur."

"Balkonda mı içmek istersin yoksa mutfakta mı?"

"Deniz kenarı, park, balkon, cam önü, salon, mutfak. Çay içilecek yerlerin sıralaması budur benim gönlümde. Yani diyeceğim o ki eğer deniz kenarı ve ya park yoksa; balkonu seçiyorum."

"Balkonda hava serin ama. Gerçi çay içeceksin, o iyi gelir sanırım."

"Hiçbir şey iyi gelmez; ama ben suçlamıyorum artık kimseyi ya da bir şeyi. Her ölümcül hastalık için en iyi tedavi koşulu hastalığı kabul etmek denir bilirsin. Bu hayatta bizim ölümcül hastalığımız olduğuna göre ben kabul ediyorum. Suçu da benim, günahı da benim; masumu da benim, katili de benim bu hayatın."

"Aynı anda bir çok şey olamazsın ama..."

"Benim ki aynı anda bir çok şey olmak değil; aslında hiçbir şey olmayışımı kabul etmek."

"Çık hadi yataktan, çay demlenmiştir."

...

"Issız bir adaya düşsen yanına alacağın üç şey ne olur?"

"Pilli Bebek albümleri, ki bu bir sayılır, su ve anarşist yapımdan dolayı ıs alırım."

"Albümleri nerede dinleyeceğini sorabilir miyim?"

"Bazı şeyler öyle işler ki derine ve derinine; ne duyman, ne görmen, ne bilmen ne de anlaman gerekir. Öylece hissediverirsin. Sevgili'yi görmesen de kokusu burnundadır mesela, ellerini hatırlarsın, saçlarındaki her telin sertliği işlenmiştir parmak uçlarına... O yüzden dinlememe gerek yok, zaten aklımda tüm şarkılar."

"Kurtulmaya çalışır mısın peki o adadan?"

"Eğer Sinan Akçıl ve türevleri uğramazlarsa uzun süre yaşayabilirim sanırım o adada; ama güneye bakması lazım adanın. Güneş önemli çünkü..."

...

"Çayını tazeleyim mi?"

"Tazele tabi ya, kadının; makyajını değil çayını tazeleyeni makbuldür zaten."




Komiser Hakan - Başa Sarmak

İki radyo frekansı birbirine karışmış şekilde hangisinde ne çaldığı anlaşılmadan yükseliyordu müzik sesleri radyodan. İki saat önce havalandırılmış olmasına rağmen sigara dumanı kaplamıştı tekrar küçük salonun atmosferini. Yerde dağılmış şekilde duran cinayet dosyaları, iki gün önceden kalan ve bir kısmı halıya dökülmüş karışık kuruyemişler -ki dökülen ve kalan kısmın içerisinde antep fıstığı eser miktardaydı-, iki kişilik yemek masasının üzerini kaplayan bira şişeleri ve bütün dağınıklığın ortasında, tam televizyonun karşısındaki iki kişilik koltukta; saçları dağılmış, üç günlük kirli sakalının arasından beyazları seçilen ve karanlıkta daha doğrusu sadece sokak lambasının aydınlattığı kadar bir ışıkta oturan Hakan.

Bazı günler vardır hani, sanki Dünya'daki bütün işin gücün bitmiş ve tası tarağı toplayıp gitme vaktin gelmiş gibi hissedersin; herkesin karnı tıka basa doyduktan sonra annenin buzdolabından çıkarıp da sofraya koyduğu karpuz gibi, faydasız, gereksiz ama doğru zamanda anlamı olan.

Hakan için o gün öyle bir gündü. Sabahtan beri aynı koltukta aynı şeyi yapıyor; boş boş sehpanın üzerindeki bir vişne suyu lekesine bakıyordu. Bir an kendinden bile sıkıldı, yüzünü yıkamaya kalktı ve o zaman biraz hava almaya karar verdi. Üzerini değiştirmeden yatak odasına gidip cüzdanını aldı.

Evden çıkıp yürüye yürüye ve düşüne düşüne Taksim'e geldi.

Sakin olacağını düşündüğü bir bara girdi ki Taksim ortalamasına göre sakin denilebilecek bir mekandı. Doğrudan bara gitti ve oraya da oturdu. Kendisine güler yüzle yaklaşan Barmen onunla göz göze geldiğinde "Dışarıda bir felaket mi oldu?" diye düşündü. Sormadı karşısındaki yıkık adama neyi olduğunu, onun konuşmasını bekledi. Hakan da bir bira istedi.

Evdeki aktivitesini orada da başarıyla sürdürdü. Bir saat gözlerini tek bir noktaya odaklayıp üç bira içerek oturdu. O öylece oturmasına daha devam ederdi ama "Boş mu?" sorusu dikkatini dağıttı. "Efendim?" dedi kendisine bakan iri iki adet yeşil göze doğru dönerek;

- Sandalye diyorum, boş mu?
- Ha, evet. Evet boş.
- Tek misiniz yani?
- Evet.
- Bana bir içki ısmarlamak ister misiniz?
- Ben ısmarlamak istemem ama siz isterseniz ısmarlarım.
- Nasıl yani?
- Yani diyorum ki hanımefendi; ben size kur yapmak, sizinle sohbet etmek için size içki almam; ama derseniz ki 'Beyefendi cüzdanımı unutmuşum.' ya da 'Çantamı çaldırdım.' ya da 'Kredi kartlarımın limiti doldu.' o zaman içki parası veririm size.
- Siz bana alenen hakaret mi ediyorsunuz şu an?
- Daha alenen etmedim ama uzatırsanız edeceğim.
- Hele bir edin. Polisi ararım direk.
- İsterseniz tanıdığım bir kaç iyi polis var. Numaralarını vereyim onları arayın.

Dedi Hakan. Kafasının açılması ve kendini tekrar hayatta hissetmesi için böyle saçma bir olay gerektiğini de fark etti aynı zamanda. "Teşekkürler, sizin için de üç bira ödüyorum. Çok yardımcı oldunuz." dedi kadına. Sonra kadının ve Barmen'in şaşkın bakışları arasında hesabı ödeyip bardan ayrıldı.

Kadınla girdiği tartışmadan sonra üzerindeki "işe yaramazlık" hissi gitmiş miydi? Sadece tek noktaya odaklanıp bakmayı bırakmıştı; en azından bir süre.

İyi miydi peki? Değildi tabi ki. Zaten iyilik, lüks tüketim ürünlerindendi ve Hakan da lükse yönelmeyecek kadar alçak gönüllü bir adamdı.

Bardan çıkınca bir sigara yaktı; aslında bir süredir sigarayı bırakmaya çalışıyordu ama Çetin hayatında olduğu sürece bu mümkün değil gibi görünüyordu. Çetin, Papa'yla tanışsa, onu eşli batak müptelası yapabilecek kadar kahvehane kültürüne sahip bir adamdı.

Hakan da sigarasını yakınca onu hatırladı ve aradı;

- Çetin, napıyosun oğlum?
- İyi abi, Burak bende. Oturuyoruz. Altyazılı film getirmiş dingil, o filmi izliyor ben de arada altyazılara bakıyorum, çeviride yakaladığım hatalar var.
- Senin yabancı dilinde mi var la?
- Yabancı dilim yok ama bu "fuck"ları hep yanlış çevirmişler, onları ayırt edebiliyorum.

Hakan gülümsedi. Çetin'e belli etmedi ama güldüğünü. O an, hayatında olup da bazen göz ardı ettiği güzellikleri de fark etti. Kendi içine gömülüp kalacak kadar yalnız olmadığını da. Telefonda cevap bekleyen Çetin geldi bu kısa süreli düşüncelerinin arasında;

-Filmi başa sarın la, ben de geliyorum.

Kötü Değiliz.

Henüz hiç kötülük yapmamışken herkes iyidir özünde.
Bu yüzden teoride iyi bile diyebiliriz bütün kötülere.
Zaten, sırf yağmurda ıslandı diye kim kuru değilsin diyebilir ki birine?
Sadece sessizlikte anlaşılan çığlıklar var bu hayatta, fısır fısır, durmaksızın haykırılan. Sadece gözlerimizi kapattığımız zaman gerçekleri görebileceğimiz kadar yalancı boşluklar var baktığımız.

Biliyorum, sıkıldınız.

Biliyorum, gitmek istiyorsunuz ve emin olun önemli olan gideceğiniz yer değil sizin için; sadece gitmek istemeniz.

Çocukken elinizden kurtulup gökyüzüne uçan balonun peşinden gitmek istiyorsunuz; türlü nesnelere benzettiğiniz bulutların arasından.

Biliyorum, büyümek iyi gelmedi kimseye. Sözcük haznenize hiç istemediğiniz kelimeler katıldı artık; hırs, intikam, nefret, öfke vb.

Artık sadece kendimizle kaldığımızda itiraf edebildiğimiz sorunlarımız ve kendimize kızgınlıklarımız var. Dört duvar arası çocuk hayallerimizin yerine artık kafamızın tam içinde o dört duvar.

Ama her şey siyah olsa da vazgeçmeyeceğiz beyaz boyalarımız bitene kadar.

Komiser Hakan - Geceler

"Burak kapama gözlerini Burak!" diye bağırdı Çetin, Burak'ı üç saniye önce vurup koşarak uzaklaşan adamın arkasından bakarken.

İki aydır peşinde oldukları bir cinayet zanlısının Beşiktaş'ta olduğunu öğrenmiş ve Çarşı'ya yakın barlardan birisine gelmişlerdi. Girişteki görevliye zanlının adını sordukları sırada zanlı onları fark etmiş, aralarında dört beş dakikalık bir kovalamaca geçmiş ve sonunda da Burak vurulmuştu.

1 Yıl Sonra...

- Lan şu şekerin içine neden ıslak kaşık koyduğunu bana bi söyleyebilir misin Cinayet Masası Komiseri Burak Bey kardeşim?
- Çetin tükürcem şarap çanağına! Ben tepsiye bıraktım o kaşığı, alıp sen atmadın mı şeker kavanozuna? Hem biten kornişon turşu kavanozuna şeker doldurmuşsun; her çay içtiğimde turşu demlemişsin gibi tat geliyor ağzıma, hem de dırdır ediyorsun.
- Öyle mi oluyor Burakcığım? Ne kavanozuna koyaydım şekeri? Biber salçası al o bitince ona koyayım istersen?
- Ya tamam tamam. Şu televizyonun sesini açsana az bi de şu yetenek yarışmasını geçsene oğlum. Bıkmadın mı rap yapan Almancı izlemekten.
- Sen yapımcı olsan nasıl bi televizyon programı hazırlardın la Burak?
- Yurt dışından güzel bi format getirirdim kardeşim. Mesela Amerika'da uzay mekiklerinin uzaya gönderilişini gösteriyorlar ya, geri sayım filan. O tarz bir şey olabilir.
- O dediğin direk haber bülteni oğlum, öyle bi program mı var?
- Biz onu program olarak alırız. Uzay mekiğine de Acun'u, Seda Sayan'ı, Orhan Kural'ı filan doldurup ateşleriz canlı yayında. Hatta kimleri koyacağımıza da halk SMS oylarıyla karar verir.
- O zaman Yıldırım Demirören'i VIP olarak alırsın mekiğe sanırım.
- Onun yeri kaptan köşkü zaten.

Çetin bir an durdu. Aklına bir şey gelmesi gerekiyormuş ama henüz gelmemiş gibi baktı halının kenarından görünen parkeye. Çetin'in salonunda bir üçlü bir de ikili koltuk vardı. İkili olan her zaman kıyafetlerle kaplı olurdu. Üçlü koltuğun arkasında da tam dört yıldır yirmi beş dakika geri vaziyette çalışan bir duvar saati asılıydı. Boş ama dolu bir salondu onunki. Aslında sadece salonu değil hayatı da anıları ve sevdikleriyle doluydu. O an hatırlayamadı ama ne diyeceğini.

Burak da onun hatırlama çabalarını izliyordu.

Çetin'in bir an gözleri açıldı:"Lan senin vurulduğun gece gittiğimiz barın adı neydi?" dedi. Burak soruya anlam veremese de "Külüstür" diye cevapladı.

- Oğlum sen vurulduktan sonra biz bara dönüp de kapıda eşgal sorduğumuz görevliyi aramıştık, bulamamıştık ya. Az önce magazin haberlerinde gördüm; çıtayı yükseltmiş pezevenk, Reina girişinde duruyordu Murat Boz mekana girerken. Hakan Abi'yi de arayalım kendisini bir ziyaret edelim ne dersin? Bi soralım Rıza'ya neden bizim geldiğimizi işaret etmiş?
- Hadi çıkalım.

dedi Burak hiç düşünmeden. Yolda Hakan'ı arayıp Reina'ya çağırdılar ama hep birlikte Reina'ya gittiklerinde aradıkları bodyguardın izin günü olduğunu öğrendiler ve ev adresini aldılar.

Bodyguard Saffet'in evi üç katlı eski bir binadaydı. Kapıya dayandılar, yarı uyur halde Saffet açtı kapıyı. Kendilerini tanıtınca içeri buyur etti onları Saffet. Salona girdiklerinde kağıda sarılı büyük halı dikkatini çekti Burak'ın. Bir de televizyon vitrinindeki Saffet'in Rıza'yla olan fotoğrafı.

"Rıza'yla alakan ne Saffet? Uğraştırma bizi, anlat her şeyi hemen." dedi Hakan.

Burak lafa girdi:"Bu kağıda sarılı halı maktulün evinden çalınan İran halısı olabilir mi?" dedi. Çetin ve Hakan geriden izlemeye karar verdiler Burak'ı. Saffet de bu soru karşısında şaşırmıştı. Uzun süre sessiz kalınca bir yerde cevap da vermiş oldu. "Ne alakanız var anlatacak mısın yoksa cinayete ortaklıktan mı tutuklayalım seni?" dedi Burak.

- Anlatayım komiserim. Ben bu Rıza'yla eski komşuyum. Sık sık benim dükkana gelirdi zaten. Bir gün geldi bana bu öldürdüğü kadından bahsetti. Evinde değerli mücevherler filan varmış. 'Yalnız' dedi, 'Bir de İran halısı var, onu yakın olduğun için senin eve atarım. Biraz süre geçince de alırım.' dedi. Sizin bara geldiğiniz gece de benden halıyı alacaktı. O yakalandı, ben de bi yıldır elimi bile sürmedim halıya, korkudan atamadım da komiserim.

dedi.

"İyi yapmışsın." dedi Burak. "Halıya el sürmeyecek kadar güzelmiş vicdanın. Bir de masum bi kadının ölmesini engellemeyecek kadar."

Komiser Hakan - Rüya

- Burcu? Sen misin gerçekten?

- Benim Hakan. Neden bu kadar şaşırdın ki? Görmek istemiyor musun yoksa beni?

- Hayır, hayır. Tek görmek istediğim ama uzun süredir göremediğim insan sen olduğun için şaşırdım sadece.

- Anladım. Nasılsın peki?

- İyiyim demeyi çok ister bi haldeyim ama diyemiyorum. İnan bana çok istiyorum "İyiyim." demeyi ama yalan da söyleyemiyorum. En son ne zaman iyi oldum onu bile hatırlamıyorum Burcu. Sen gittin ve benim içimdeki bir çok duyguya haciz geldi. Direnemedim bile icra için gelenlere. Lüks otellerin mini barındaki şarabı içip de hesaba yazılmasın diye içine su koyarlar ya; o şarap şişesi gibiyim. Sorsan dolu ve hala en az yirmi yıllık lüks bir Fransız şarabıyım; ama aslında bildiğin bakterili musluk suyu dolu içim.

- Elimi tutmak ister misin?

- Ben artık güzel şeyler yapmıyorum Burcu. Yanlış anlama; elini tutmak isterim. Elini tutmayı sessizlik yemini gibi isterim. Bi tutsam ömür boyu bırakmadan ve çıt çıkartmadan yaşarım ama tutmayacağım. Çünkü tekrar bırakmam gerekecek bi yerde.

- İçinde büyük bir öfke var sanki bana karşı. Çok mu kırdım seni?

- Beni kıran sen değilsin. Değerlerimi terk etmem. Ben bu hayatta değerlerimi bir kere terk ettim. O da sana aşık olurken. Ben ne aşık olacaktım ne evlilik hayali kuracaktım ne çocuk sahibi olacaktım. Ben sana aşık olmayı seçtim.

- Ve şimdi uyanman gerekiyor sanırım?

- Ne?

- Kalk hadi Hakan.

Yastığının altına koyduğu telefon yüksek sesle çalıyordu. Gözlerini çalan alarmla açtığında anladı rüyada olduğunu. İlk kez bir Kasım sabahı bu kadar terleyerek uyanmıştı. Ne yapacağını bilmez bir halde, bisiklet pedalı çevirir gibi tekmeleyerek yorganı üstünden attı. Gözlerini önce kocaman açıp sonra sımsıkı kapatarak emin oldu uyandığından. Telefonuna baktı, mesaj veya cevapsız arama yoktu:"Şu an için öldürülen kimse yok." diye düşündü. İki gram kahvaltı keyfi olan bir adamdı Hakan ama gördüğü rüya o keyfi de almıştı elinden. İzin günleri olduğu için Çetin ve Burak'ı da aramak istemedi.

Yüzünü yıkamak için banyoya gittiğinde yatak odasında bıraktığı telefonu çalmaya başladı. Banyonun girişindeki kirli sepeti dolup taşmıştı ve yatak odasına koşarken sepetten taşan kazaklara takılıp tökezledi.

Odasına gidene kadar telefon sustu. Arayan Çetin'di. Hemen geri aradı:"Günaydın Çetin, hayırdır?" dedi. "Abi sana anlatmam gereken bi sıkıntım var. Uygunsan geleyim mi?" dedi.

- Gel, gelirken de bira al.

dedi Hakan. Makul bir insanın "Sabah sabah ne birası abi?" demesi beklenirdi ama Çetin:"Malt mı istersin filtresiz mi?" diye sordu.

Yarım saat gibi bir sürede geldi Çetin. Ayakkabılarını, montunu çıkartması ile ilk birasını bitirmesinin arasında sadece beş on dakika vardı. O ilk birasını içip de anlatmaya hazır hale gelene kadar sustu ve izledi Hakan. Biraz içip rahatlayınca da konuya girdi;

- Çetin neyin var? Anlatacak mısın oğlum?

- Geçen bir cinayete gitmiştik ya biz abi. Sen raporluydun gelmemiştin işe.

- Hatırladım. Ee?

- İhbarı aldık biz önce abi. Ben Burak'la hemen arabaya atlayıp yola çıktım. İşte bi yirmi dakika filan sonra vardık olay yerine. İnşaat halinde bir bina. Bunun giriş katındaydı ceset. Giriş kattaki bütün kolonları çevreleyecek şekilde şerit çekmiş çocuklar. Biz gittiğimizde binanın önüne denk gelen tarafta toplanmıştı herkes ama şeritin iç tarafında sadece Olay Yeri İnceleme vardı. Biz onları görmedik tabi arabadan indiğimiz anda. Çok kalabalıktı binanın önü. Ben biraz sert yapa yapa yürüdüm, ilerledim kalabalığa doğru:"Açın şurayı ya, açın!" filan diye bağırdım. Sonra onlar açıldılar. Üzerinde Olay Yeri İnceleme yazan şerit kaldı karşımda ve o şeridin hemen arkasında da ceset vardı. Cesedin başında da Aslı. Alnına düşen kızıl saçlarını, eline geçirdiği ameliyat eldiveniyle arada bir topluyor ve cesedin üzerinde delil arıyordu. İlk orada gördüm abi onu. Burak'a sordum "Bu kim?" diye, "Ankara'dan yeni tayin olmuş, Aslı." dedi. O Aslı'ydı onu anlamıştım da ben Kerem değilim be abi. Akşam işten yorgun argın gelip eve girersin de hanımının mutfakta kaynattığı tarhana kokusu gelir ya burnuna, o kız orada ölü bir adamla uğraşırken bana bu hissi yaşattı. Keşke bu akşam eve dönerken o beni evde bekliyor olsa da arayıp "Gelirken ekmek alayım mı?" diye sorabilsem diye düşündüm. Ben onu bir gördüm, şimdiye kadar dosyasına baktığımız bütün maktuller melek oldu gözümde sanki. Şimdi söylesene bunun çözümü nedir? Ben bildiğin aşık oluyorum.

- Olma.

dedi Hakan. Biraz durdu, hala rüya görmediğinden emin oldu;

- Aşık filan olma. Öncesi de aynı sonrası da.

Komiser Hakan - Milli Maç

"Şurdan cipsi uzatsana bilader." dedi Çetin gözünü televizyondan ayırmadan. Dile kolay, yıllar sonra Almanya karşısında iyi top oynayan bir milli takım vardı sonuçta.

"Tamam lan, Berlin Duvarı hangi sene yıkıldı bilirsen uzatırım cipsi." dedi Burak. Çetin bir an durdu. Duvarı düşündü, ama sadece Berlin'dekini değil. O daha küçükken sokaklarında inşa edilen gecekondunun duvarını da düşündü, topları kaçardı oraya sık sık ve bahçedeki köpek yüzünden alamazlardı. Sonra Berlin'e gitti tekrar, gurbetçileri geçirdi gözünün önünden. Duvar gelmiyordu aklına duyduğu haberler arasında;"Demek ki çok önceden yıkılmış." diye düşündü "1943" dedi.

Burak onun bu soğukkanlı cahilliği karşısında donup kalmıştı:"Tabi Çetin'cim. Hatta Hitler 2. Dünya Savaşı'nı çıkarttığı sırada kendi yıktı duvarı; mutfakla salonu birleştirir gibi birleştirdi ülkeyi de mi?", Çetin daha ağzını açamadan devam etti:"Yok lan sana cips filan, mal gibi televizyon izle sen anca." dedi. Çetin kalktı söylene söylene kendi aldı cipsi.

"Az önce Berlin deyince bizim mahalledeki gecekonduyu düşündüm Burak. 'Ne alaka?' deme, duvardan oraya bağladım konuyu. Lan oradaki adam bildiğin deliydi ya, ama ondaki huzur da, lan oğlum vur oradan da artık vur ya, daha kaç kişiye çalış atacaksın, heh işte ondaki huzur mahallede başka kimsede yoktu." dedi.

- Çetin şu an yanımızda üçüncü bir kişi olsa "Çetin bize bir şey anlatmaya çalışıyor!" diyeceğim oğlum. Ne diyorsun ne saçmalıyorsun sen?
-Heh işte ben de oraya geliyorum. Ben acaba ilerde imar verilecek bir ilçeye gecekondu mu yapsam?
-Yap tabi Çetin'im yap. Behzat Ç.'de Hayalet rolünü de sana veririz.
-Dalga geçme oğlum. Mantıklı değil mi? Devlet zamanı gelince tapusunu verecek nasıl olsa.
-Çetin salak salak konuşma. Mülk sahibi olduğun bir evin var zaten senin, ne bok yemeye gecekondu dikmenin yollarını arıyorsun?
-Tamam abicim tamam. Bir şey demedim ben. Hadi maçı izleyelim.

Dediğini yaptı Çetin; milli futbolcularımıza küfretmek ve teknik direktörün aklına asla gelmeyen taktikleri ekrana haykırmak dışında maç bitene kadar sustu. Hatta maçın sekseninci dakikasında eve gelen Hakan'a "Hoş geldin." bile demedi.

Maç bitip de milliler yine yenildikten sonra gecikmeli de olsa selam verdi Hakan'a. Hakan Çetin'in sararan köpek dişine dikkat kesildi selamlaşırken. Sararmıştı ama hepsinin arasında benzer bir tonda sararmış gibi değildi. Bembeyaz tenli İngilizlerin olduğu bir arkadaş grubundaki kızıl saçlı Hintli gibi duruyordu. O an penseyi alıp çekesi geldi o dişi ya da ağzına sıkı bir yumruk atıp düşüresi. O dişi ultrasonda evladı olarak görse karısını doğrudan kürtaja götürürdü; o derece irrite etmişti onu. Televizyona odaklanmayı denedi, maçın gollerini gösteriyorlardı. Burak'a baktı, o da elindeki bira şişesinin etiketini sökmekle meşguldü.

"Ben nerede yatacam Çetin çok uykum var dedi." Hakan.

- Abi yeni geldin, saat de erken hem. Oturmayalım mı biraz?
- Yok, benim tadim kaçtı. Ben yatacam.

Değişmeyen Tek Şey

- Ne ara faturayı -apartmanca- Alman usulü ödeyerek, merkezi ısıtmalı evlerde yaşamaya başladık? Herkesin kendi ısındığını ödediği kombili evlere ne oldu? Gerçi bence en samimisi yine soba. Sonuçta kombinin üstünde ne kestane yapılır ne de çay demlenir. 

* Canın çay mı çekti yoksa yine uykun mu kaçtı?

- Ne çay ne uyku istiyorum aslına bakarsan. Şu an sadece konuşmak istiyorum kafamdaki onlarca farklı konuyu. 

* Sence de biraz geç değil mi bu kadar çok şey konuşmak için? Yarın sabah otobüsün var.

- Tamam, onlarca biraz abartı oldu. Birkaç konu var desem daha doğru olur. Hem dediğin gibi otobüsle gidiyorum ve yol dört saat. Dört saat daha uyuma fırsatım var yani ekstra. Zaten uykuda çözemiyoruz ki kafamızdaki sorunları. Düşüne düşüne uyuyoruz, sonra sabah bir kalkıyoruz; her şey aynı.

* Ne farklı olsun isterdin peki?

- Sanırım bu kadar çok insan olmasın isterdim. Çok insan olunca Dünya'da sorun da çok oluyor. Yani mevcut insanlar ortadan kalksın değil demek istediğim, keşke hiç olmamış olsalardı anlamında diyorum. Çünkü onlar içinde bu Dünya'ya safi kötülük katan o kadar çok ki.

* Peki ya sen? Kendini ayrı mı tutuyorsun? Dünya üzerinde kalacak "yeteri" kadar insandan biri de sen mi olmalısın sence?

- Hayır. Kendimi özel ya da üstün görmek gibi söylemedim, yanlış anlıyorsun beni. Ben de olmayabilirim, sorun değil. Benim tek derdim; gerçekten özü iyilik olanların burada kalması ve huzurla yaşaması. Her gün kötü haberler duyarak, izleyerek ve alarak insan ne kadar huzurlu kalabilir ki?

* Anlıyorum. Başka ne isterdin peki?

- Bizim alt sokakta Çiçek Bakkal vardı ya, bazılarının deyimiyle de Manav Bakkal -gerçi Manav Bakkal biraz süper kahraman adı gibi ama önünde sebze meyve de sattığı için çocukların taktığı bir isim bu sonuçta- işte o kapanmasaydı mesela keşke. Dünya'nın derdiyle bu bir değil evet ama bu da Dünya'nın derdinde bir kelebek etkisi diyebiliriz. Önce o kapandı sonra Davut Kasap'ın işleri azaldı, çiçekçi daha küçük bir dükkana taşındı, Karınca Fotoğraf Stüdyo'su artık sadece acil işi olanların vesikalıklarını çekerek para kazanıyor, İnci Kırtasiye desen -ki günahım kadar sevmem ama- artık sadece yılın iki haftası satış yapabiliyor.

* Bu seni neden üzüyor?

- Çünkü mahallede saydığım gibi belki yirmi dükkan ya kapandı ya kapanacak. Kimi tek bir süpermarket yüzünden kimi de teknoloji. Hepsinin aileleri var ve hayatları o dükkanlardı. Düşünsene mahalleye bir yazıcı alıyorsun ve mahalledeki bütün ressamların ellerini kesiyorsun.

* Biraz sert bir benzetme olmadı mı sence de?

- Tabi ki sert ama düşününce teoride yakın şeyler. 

* Sen arabanın vergisini yatırdın mı? Bugün son gündü.

- Ben de şimdi o konuya geliyordum. Toplamda yedi yıllık birikimimizle alabildik biz bu arabayı değil mi? Bana söyler misin adalet şunun neresinde; bu arabanın üretildiği ülkedeki satış fiyatı benim burada harcadığım üç yıllık benzin giderine eşit ve yine benim bu araba için bir yılda aldığım benzinlerin bedeliyle iki muhtaç çocuğun bir yıllık okul masrafları karşılanır. Bana söyler misin eğitimin kökeninden korkup cahil insanlar yetişmesine göz yumduğumuz için mi biz bu arabayı pahalıya alıyoruz yoksa üretildiği ülkeden buraya getirilmesi cidden o kadar maliyetli mi?

* Bu soruna daha ayık olduğum bir zamanda cevap vereceğim ama sen o vergi pulunu ödedin de mi?

- Ödedim!

* Tamam kızma. Başka bir şeyler de var mı değiştirmek istediğin?

- İnsanlığın ve medeniyetin ilk yıllarına gider gelecekten geldiğimi söylerdim ve "DNA'larınızı adam gibi aktarın!" derdim. 

* Olduğu gibi kabul etsen her şeyi ve herkesi?

- Sence de olduğu gibi kabul etmek için çok az gelmiyor muyuz bu hayata? Tek şansımız var.

* Onda haklısın.

- Hadi uyuyalım o zaman. Belki yarın bir şeyleri değiştirebiliriz. Bu arada değiştirmek istediğim son bir şey daha var. Otobüste tam orta kapının hizasına almışım bileti, onu da değiştirmek isterim...

Komiser Hakan - Eylül 1

Eylül 2010

- Yine geldi Eylül. Döküyor muyuz yapraklarımızı bu sene de Burak?
- Senin aklına bu mu geliyor Eylül deyince?
- Başka ne gelecek ki oğlum? Yağmur, rüzgar, ince hırkalar bir de herkesin "Hava bütün yıl böyle olsa valla hiç sesimi çıkartmam." deyişi geliyor benim aklıma.
- İki yıl öncesi geliyor mu peki aklına Çetin? İki yıl önce yana döne koşturduğumuz Eylül ayını da hatırlıyor musun? Hemen hergün ölüp gecesine tekrar dirildiğimiz günleri?

Çetin sustu, kulpundan tuttuğu kahve kupasını iki elinin avuç içiyle kavrayarak kupanın içine baktı, Nescafe'nin üzerinde topak topak olmuş süt tozunu inceledi sessizce. Mahalle maçında bir evin camını kırıp da saklanamayan bir çocuk gibi sustu.

- O da geliyor abi aklıma. Geliyor gelmesine de ben mümkün olduğunca kovuyorum ama...


Ağustos 2008

- Çetin! Hemen masana dön!
- Abi neden bu herif istediği gibi davranabiliyor? O dönsün masasına! Lan hala bakıyor bi de ya!
- Çetin yeter artık! Gel benimle içeri.

O an elinde at sakinleştiricisi olsa hiç düşünmeden Çetin'e enjekte ederdi Hakan. Burak'la ikisi ilk kez kavga ediyordu ama ilk kavgalarında ikisi de hakkını vermişti. Burak'ın kot pantolonu sağ dizinden yırtılmış, Çetin'in ise sağ kaşı açılmıştı. İkisi için de en büyük şans Ediz'in o sırada ofiste olmamasıydı. Hakan, Çetin'i çekiştire çekiştire sorgu odasına soktu. Bir süre ne soru sordu, ne kızdı. Sadece onu izledi.

Çetin kavga etmesi gerektiği için ve ya kızdığı için kavga etmemişti Burak'la. Korktuğu için, canı yandığı için, özlediği için, nefret ettiği için ve belki de sadece yaşadığı için kavga etmişti; yaşadığını hissetmek isteyerek.

- Ne var oğlum ikinizin arasında? Neden kavga ettiniz?
- Dün bunda kaldım abi ben. İş çıkışı biraz sohbet ederiz dedim buna gittim. İçtikçe de biraz eskilere daldım.
- Ee?
- E'si buna aşık olduğum kızı anlattım uzun uzun.
- Sen aşık mı oldun oğlum?
- Yakıştıramadın de mi bana abi? Ben hayvanım ya, kadınlar elektrik bandı, lavabo açıcı vs. gibi bir şey benim için de mi? Ben sevemem?
- Lan bi dur! Bu ne gerginlik abicim? Tamam anlattın aşkını, sonra?
- Sonra uyuduk abi işte sonra ne olacak?
- Sen nasıl bir çeşitsin Çetin? Sonra uyuduysanız adama neden kızdın, kavga ettin yavşak?
- Ben ona kızmadım ki. Ben...Ben Sibel'e kızdım. Önce aşık oldum ondan sonra hep kızdım. Bu sabah da kontrol edemedim kendimi. Ya ağlayacaktım ya sağı solu yıkacaktım; ağlamak bana yakışmaz dedim.

Cümlesini tam bitirirken Burak içeri daldı:"Hemen büroya gelin!" dedikten sonra geldiği hızla geri döndü.

Diğerleri büroya gittiklerinde Burak'ın bilgisayarında açık videonun başına geçtiler. Yere dökülmüş sarı yapraklar ve onları bir noktaya toplayarak süpüren bir tırpan. Video sadece bunlardan oluşuyordu. "Bu ne?" der gibi Burak'a baktılar; "İzlemeye devam edin." dedi Burak.

Bir dakika içerisinde yere dökülen bütün yaprakların üzerinde isimler belirmeye başladı videoda ve dokuz farklı kişinin adı yazdı; dokuz farklı yaprağa.

Videonun sonunda da ekran karardı ve siyah ekrana kırmızı harflerle yazılmış bir yazı belirdi;

"Eylül geldi;
Yaprakları dökmenin,
Sonra süpürmenin vakti."

Kahve'n

Gönlünün neresi güzel görünse gözüme;
Oraya bir kahvehane açasım gelir.
Çay toplayan ninenin selesinden,
Taze çay demlenir;
Köyün delisi bile o demde dillenir.

Dem gönlünün gamını,
Ben gözünün nemini alırım,
Kahvehanen şenlenir.

Mutluluğunun muhtarlığında,
Bütün hüzünlerim ihtiyar heyeti olur.

Bağ, bahçe yeşillenir yönetiminde,
Yolları şehre bağlanır yalnız köyümün.

Ata eşeğe biner çocuklar tekrar,
Ve sokakta top oynayıp koştururlar.

Sevinçlerim sürü olur,
En yüksek dağlarda otlar;
Ciğerlerim oksijeninle dolar.

Suların en yüce dağdan,
Buz gibi akar,
Kana kana içerim;
Özlemim diner.

Bir kursam o kahvehaneyi gönlüne,
Kalbinin ateşinde sürekli dem olur.
Ve seninle her dem,
Güzel olur.

Rüzgar

rüzgar esti ve ben bir şiir yazmak istedim;
rüzgara set olsun diye değil,
rüzgarla bir olsun, essin diye.

nereden esti ben de bilmiyorum aslında,
gün boyu beklediğimiz gece geldiğinde, günü özlememizdendir belki.

çünkü gece geldiğinde gün biter,
ama gece gibidir bazı günler;
karanlık, uzun, bitik.

o gecelerin birinde;

tutuklu kelimelerin hapsolduğu,
üç noktalı cümleler geliyor;
kenarına şarap bulaşmış çizgi dudaklarına.
gözlerindeki çağlayan;
gamzende tuz gölüne dönüşüyor,
konuşamıyorsun,
rüzgar esiyor.

birleştirdiğin bacaklarının ortasında,
diz kapaklarında kavuşuyor ellerin.
söylemeye çekiniyorsun;
ama bal gibi üşüyorsun.

bir yıldız görüyorsun,
gözündeki yansıması bin yıldıza bedel.
acı bir tebessüm konduruyorsun
dudağının şarap bulaşan kenarına,
rüzgar esiyor, yok oluyorsun.

bu gün geceye benziyor,
karanlık ve serin.

sen olmuyorsun gece oluyor,
sen susuyorsun; rüzgar esiyor.

Genç Adam

genç adam oturduğu banktan kalktı, bütün cepleri tamamen boş olan pantolonun kalça kısmını sağ elinin içiyle çırptı. bank biraz tozluydu ama o tozdan kurtulmaktan çok refleks olarak yapmıştı bu çırpma hareketini. ilkokulda oturduğu tozlu sıradan kalmıştı bu huy onda.

az önce içtiği bir bardak çayın vücuduna yaydığı sıcaklık iyi gelmişti ona; onbeş yirmi adım yürüdükten sonra ceketinin sol iç cebinden az önce sekiz defa okuduğu kağıdı çıkarttı. bir sefer de yürürken okumak istemişti anlaşılan. okudu ve katlayıp cebine koydu.

bir taksi çağırdı, bu şehre ilk geldiği gün gidip kahvaltı ettiği kafenin adresini verdi şoföre; kahvaltı dediysem serpme Van kahvaltısı değil, iki poğaça bir çay. on dakika sürmedi oraya varmaları, taksimetredeki tutarın iki lira kırk kuruş fazlasını vererek indi taksiden. buraya geldiği o günü hatırladı. o gün ne kıskanç, ne nefret dolu ne de bu kadar kaygılı bir insandı genç adam. geçen zaman onda birçok şeyi değiştirmişti. içeri girdi, üşümeye başlayan ellerine içerinin sıcak havası iyi geldi. şansına ilk geldiği gün ki masa boştu. sadece çay söyledi bu sefer; "belki de poğaçadan dolayı yaver gitmemişti işler." diye düşündü. saatine baktı, sonra duvardaki saate baktı. hayatı, bu kafeden üç dakika geriden takip ediyordu.

iki bardak çaydan sonra hesabı istedi. onun için zor olacaktı biliyordu ama yine de kafeden çıkıp da taksiye binince o hastanenin adresini verdi. yol boyunca insanları izledi. hangisinin ne kusuru vardır diye düşündü. hastaneye geldiklerinde yine taksimetrede yazandan fazla parayı vererek indi. önce avluyu sonra merdivenleri ve en son da danışmayı geçerek hastanenin içine girdi. iki kat yukarı çıkıp koridorun ortasındaki odanın karşısına oturdu. bir süre kapıya baktı; ama öyle boş boş değil, bir şeyler yaşayarak, hafızasından bir şeyleri projeksiyonla o kapıya yansıtarak baktı.  gücünü topladığında da her iki elini de ileri itip ceketten kurtardı, bileklerine baktı. dikiş izleri hala yerli yerindeydi. kapıya bir daha bakmadan önce cebindeki kağıdı çıkarttı, bu sefer okuyamadı. kağıdı cebine koyup dolan gözlerini sildi.

hastaneden çıkınca yürüme mesafesindeki evine doğru yola koyuldu. ağır adımlarla yirmi dakikada ulaştı binaya. dört aydır hiç açmadığı dış kapıyı sonra da evinin kapısını açtı. uzun süren kimsesizlik yüzünden evde rutubet kokusu oluşmuştu. ellerini yıkamak için banyoya gittiğinde yerde kurumuş bir kaç küçük kan damlası gördü.

odasına gittiğinde dört ay önce bıraktığı gibi duran dağınık yatağını gördü. ceketini çıkarıp yere attı ve kendisini yatağa bıraktı. sonra aklına kağıt geldi, yere attığı ceketin cebinden o kağıdı aldı; tekrar yattı. dört ay önce olduğu gibi üst kattan damlayan klima suyu hala onun pencere kenarına düşüyordu.

o sesi dinlerken elinde kağıtla uyuya kaldı.


...


hikayenin uzun versiyonunda ise genç adam iş bulunca hayatında ilk kez istanbul'a geldi. önce işe, sonra patronuna, sonra istanbul'a sonra da evine alışması derken ilk bir buçuk senesi tamamen kafa dağınıklığı ve adaptasyon sorunlarıyla geçti. bu sırada bir ilişkiye de başlamıştı ama sevgilisi onu aldattığı için üçüncü aylarında ayrıldılar. iki ay boyunca maaşı kendisine yetmeyince kullanmadığı eşyalarından satarak geçindi. iş yerinde çalınan bir miktar para ile ilgili o suçlandı ama sonra aklandı. panik atak teşhisi ile düzenli psikiyatra gitmeye başladı, iki farklı ilaç kullanarak hastalığını hafifletti. üst komşusu alacaklıları tarafından evinde vurulduğunda o hemen alt katta romantik bir film izliyordu. aldığı ekmeklerin içerisinden tam üç kez böcek çıktı. aldığı doldurma parfüm cildinde alerji yaptı ve iki hafta boynu komple kızarık gezdi. "poşetlerimi taşır mısın?" diye yardım isteyen bir teyze, ara sokağa döndüklerinde kendisine bıçak çekip cebindeki tüm parasını aldı. aldatıldı.

bütün bunların üstüne, dört ay önce, bir sabah uyandığında banyoya gitti. tıraş olmak yerine bileklerini kesti. keserken ayağı kayıp klozetin seramiğine çarptığı için de çıkan sese alt komşusu yetişti, sonra da onu hastaneye yetiştirdi. bugün de psikolojik tedavi sürecini bitirip taburcu oldu.

...

klimadan büyük bir damla su damladı. o suyun sesiyle hafif gözlerini açtı. elindeki kağıdı pantolonun cebine soktu ve tekrar daldı uykuya.

bu arada o kağıt kendisini aldatan sevgilisindendi. ilişkiye başladıkları gün bizimki "seni seviyorum" dediğinde kız utanıp kağıda yazmıştı hislerini:"Ben de seni seviyorum." diye.

o günden beri evde saklıyordu o kağıdı ama aldatıldığını öğrendiğinden beri yanından hiç ayırmadı. ne zaman birisine güvenecek olsa o kağıda bakardı. ne zaman panik olsa, ne zaman ekmeğinden böcek çıksa, ne zaman komşusu öldürülse, ne zaman bir teyze kendisine bıçak çekse, ne zaman bileklerini kesse; o kağıda bakardı. çünkü o kağıt ona hem her şeyin geçeceğini hem de aslında hiçbir şeyin olmadığını hatırlatıyordu.

iki saat sonra uyandı. yataktan kalkınca pantolonunu yine çırptı ve banyoya gitti.

Komiser Hakan - Yol 1

Her hafta en az bir kere başımı alıp çıktığım gibi yine atladım tek başıma arabama. İstanbul'un gerçek yüzü en rahat böyle gecelerde görünebilir çünkü; hem de o sessizlikte, sadece arabanın ve sokakların sesini duyarak ilerlemek terapi gibi gelir bana hep.

Ben Hakan. Cinayet Masası Başkomiseri. Bunu duyunca: "Ne kadar havalı bir işin var!" diyenler illa ki olacaktır; öyle sanmaya devam edebilirsiniz. Arabayı çalıştırdığım beş dakika öncesinden beri sağda solda ceset arıyor gözlerim; meslek hastalığı bi yerde benimkisi. Yaşayan birisi benimle diyalog kursa, mesela yanıma gelip saati sorsa: "Neden saati sordu ki? Belli bir saat sonra öldürülecek mi?" diye düşünüyorum. Ama doğruya doğru havalı meslek.

Barbaros Bulvarı'na çıktığım sırada büfenin az ilerisinde iki genç görüyorum -bu arada huyumdur yokuş yukarı yirmi kilometreden hızlı çıkmam geceleri- kız erkeği tehdit ediyor:"Evini başına yıkarım senin!" diye. Bir cinayet veya ceset göremediğim için onları kendi haline bırakıp durmadan devam ediyorum yola. Yolum hem uzun hem de değil aslında. Her hafta iki üç gece böyle çıkacağımı düşünürsek uzun, birazdan uykum gelip de eve döneceğimi düşünürsek de kısa yolum.

Sizi bilmem ama ben ne kadar az insan varsa o kadar huzurlu oluyorum. Derdi olanları görüp derdim olmadığına şükrediyorum, olur da bir olaya denk gelirsem arabadan inmeden, camdan kafamı çıkararak müdahale ediyorum. E tabi gece geç saat olduğu için müdahalelerim genellikle küfürlü oluyor.

Bugün değil ama bundan dört hafta kadar önce, ya da üç gün önce emin değilim, ilk kez bu gece çıkmalarımın birisinde karşıya geçmeye karar verdim. O kadar dertli o kadar boş hissediyordum ki kendimi, boğaz köprüsünden geçerken bir an "Sür lan Hakan şu arabayı son sürat korkuluklara. Çöz emniyet kemerini de, araba uçmazsa da sen uç ön camdan denize!" dedim kendi kendime, ama götüm yemedi; ortalama kırk beş kilometre hızla geçtim köprüyü kazasız belasız.

Sorsanız bütün yakınlarım -Çetin ve Burak yani- beni; çok ciddi, duygusal, suratsız diye tanımlarlar. Tek işi ceset olan bir adam olarak nasıl olacaktım ki başka? Benim bütün şakalarım, esprilerim kendime saklı kalmıştır bu yüzden. Bu yalnız gecelerde kendimi güldürmeye çalışırım az da olsa.

Az kalsın kırmızı da geçiyordum. Yol, Barbaros Bulvarı'ndan Levent'e bağlanınca bu gökdelenler başımı döndürüyor benim, onların ışıkları trafik ışıklarını unutturuyor. Size de olur mu bilmiyorum ama benim bir derdim varken bir başkası çok daha küçük bir sıkıntısını anlatmaya başlasa hemen kendi derdimi unuturum. İyi bir dinleyici olmak mı denir buna, salaklık mı yoksa insanlık mı, orasını size bırakıyorum. Bu gökdelenler de öyle işte, hayat kurtaran trafik ışıklarını gölgede bırakıyor sıradan ışıkları.

Seyrantepe'ye mi dönsem yoksa gemileri karadan yürüten üstadın köprüsünden mi geçsem inanın çok kararsızım. Ben kararsız olup yavaş sürdükçe de hem bomboş yolda kıçımdan ayrılmayan şerefsiz panik atak geçiriyor, hem de araba bu lan su yakmıyor! Neyse en iyisi Seyrantepe'ye dönmek ordan da Alibeyköy'e doğru sürerim. Otobüs Terminal'inin olduğu yerde her zaman daha çok hikaye, konuşacak daha çok şey olur.

Şu kırmızıda durmuşken telefona bakayım dedim yine milyon tane fotoğraf yüklemişler "ailece cart keyfi", "kankalarla curt keyfi" diye. Çok aktif kullanmıyorum sosyal medyayı ama çocuklarla konuşurum biz de "Cinayet masasıyla sorgu keyfi." filan diye fotoğraflar yükleriz belki ya da yüklemeyiz ben şu an çok uykulu olduğum için saçmalıyorum.

Işıklardan sonra az ilerde bir büfe var oradan bir bira alıp öyle devam edeyim yola. Zaten Alibeyköy'den dönüp doğruca eve giderim.

Şurada dörtlüleri yakıp alayım hemen. Şair demiş ya "Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşünü seviyorum." diye. Ben de en çok "İstanbul'da işi olmayanların memleketlerine dönüşünü seviyorum." ama kimse dönmüyor anasını satayım!

Hayda, tam birayı açtık buz gibi bir yudum aldık yağmur başladı iyi mi? Bu yağmurda vedanın başkenti Alibeyköy'e gitmeyi ne gönlüm ne de eskimiş sileceklerim kaldırır.

En temizi bugünlük eve dönmek. Yani; ev diye bellediğimiz mülkiyeti başkasına ait olan ve bizim ucu ucuna kira ödediğimiz betonarme yapıya dönmek, başka bir deyişle.

Komiser Hakan - Kısır Döngü

"Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem,
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı."

- Ne güzel demiş Cemal Süreya de mi Çetin?
- Burak! Bence su kesintisinin mutlulukla bir ilgisi olmalı. Hava kırk iki derece ve ben duş alamadan evden çıkıp Pazar Pazar işe geldim!
- Sular kesik olmadığı zamanlar duş alıyor muydun lan sen?
- Burak!
- Tamam tamam. Şu kahvaltıyı edelim de dosyalara baktıktan sonra bize gideriz, alırsın duşunu. Hem bana gelmek için böyle bahanelerle uğraşma oğlum.
- Sen Pazar sabahı beni ayar etmek için mi dünyaya geldin? Adının anlamı 'Yeryüzüne düşen ilk kıl tanesi' mi Burak senin? İşine baksana la!

- Çetin bi saniye. Geçen Çarşamba öldürülen doktoru hatırlıyor musun?
- Evet abi, n'oldu?
- Öldürülmeden dört gün önce ameliyatta bir hastasını kaybetmiş sonra da ne olmuş bil bakalım?
- Yakınları doktoru dövmeye kalkmıştır sanırım?
- Aynen öyle! Ama olay hastanede değil akşam evine yürürken yolda olmuş bu yüzden de hastanede kimse bize bunu söylemedi. Doktor ertesi gün kimseye anlatmamış demek ki!
- E sen nereden anladın bunu peki?
- Doktor olaydan iki gün sonra karnı ve bacaklarındaki morluklar için eczaneden ilaç almış. Yani bizim cesette gördüğümüz darp izlerinin tamamı cinayet sırasında olanlardan kaynaklı değil. O ameliyat günü hastanede sadece merhumun kardeşi varmış Cengiz. Hadi hazırlan gidip şu çocukla bir konuşalım.

İkisi de hazırlanıp bürodan ayrıldılar. Ameliyatta vefat eden kadının kardeşini görmek için Çekmeköy'e gittiler. Ellerindeki adrese vardıklarında müstakil güzel bir villanın önüne gelmişlerdi. Bahçede yavru bir labrador karşıladı onları. Ev olabildiğince ıssız ve sessiz görünüyordu.

Köpek kulübesinin önündeki kanı Burak fark etti:"Çetin, şuraya baksana!" diyerek Çetin'e de gösterdi. Köşeye doğru yürüdüler ve yürürken ikisi de silahlarını çekti. Köşeyi döndüklerinde merhumun kardeşinin cansız bedenini gördüler. Tek el ateşle başından vurulmuştu ama ortada cinayet silahı yoktu. Çetin'in dikkatini cesedin yanındaki yırtık gömlek parçası ve onun üzerindeki yırtık kartvizit çekti. Maktul can havliyle katilinin gömlek cebini yırtmış ve yırtarken de o cepteki kartvizitin de bir parçasını almıştı anlaşılan.

Katil istemeden de olsa Burak ve Çetin için suç mahalline imzasını bırakmıştı, her ne kadar yarım da olsa; çünkü tek okunan firmanın adının "...ğanay nakliyat" ve adamın soyadının "Türkmen" olduğuydu.

Gitmeleri gereken şirketin Doğanay Nakliyat olduğunu bulmaları uzun sürmedi. Villaya olay yeri inceleme ekipleri ve ambulansın gelmesinin ardından Çetin'in şuursuz şoförlüğü eşliğinde Kadıköy'e yola çıktılar.

Firmaya varıp danışmaya "Türkmen" soyadlı çalışanı sordukları sırada danışmayı gören masaların birinde onları merakla izleyen bir çift göz Burak'ın dikkatini çekti. Sonra da kapının üzerindeki "Halis Türkmen" tabelası ilişti Burak'ın gözüne. "Danışmayı boşver." der gibi Çetin'in koluna iki küçük dokunuş yaptı ve doğrudan adamın odasına daldılar. Onlar hararetli bir şekilde adamı sorgulamaya başlayacakken;

"Eninde sonunda beni bulacaktınız." deyiverdi adam.

İkisi de şaşırmıştı. "Nereden başlayacaksın?" dedi Burak, Çekmeköy hikayesini duymak istiyordu.

"Onun iyi bir doktor olmadığından başlayabilirim!" dedi Halis.

İkisi tekrar şaşırdı ve bir ağızdan:"Doktoru da mı sen öldürdün!" dediler.

Halis bu soruyla birlikte onların kadının kardeşini de bildiğini anladı. "Evet komiserim. İkisini de ben öldürdüm. Hem sevdiğim kadını dövüp iç kanama geçirten kardeşini hem de onu kurtaramayan ve onunla ilgilenmeyen doktoru ben öldürdüm."

Günaydın

"pardon. sizi daha önce sevmiş miydim?"

"bilmem, sevgiden ne kastettiğine bağlı sanırım."

"sizi bizi atalım diyorsun, peki. sevgiden kastettiğim ne ben de bilmiyorum zaten bilinebileceğine de inanmıyorum."

"o zaman bi ilişkiden ne beklersin onu söyle."

"bitmemesini beklerim."

"sence de gerçeküstü bir istek değil mi bu?"

"peki sence de mantıklı şeyler istemek için hepimiz fazla deli değil miyiz?"

"hepimiz?"

"aşıklar işte."

"senin aşkın ne ki? iki tırnak arasına afilli bir cümle yazmak mı?"

"afilli bir cümle"

"komik mi şimdi bu?"

"değil."

...

"bir şey söylemeyecek misin?"

...

"saat kaç oldu?"

"benim için biraz geç, senin için oldukça erken."

"kalkalım mı o zaman?"

"zaten ayaktayız."

"o zaman el ele koşalım?"

"yok sağ ol. ben yürürüm."

"gideceğin yere kadar seni kendimle bıraksam? ben de oraya gidiyorum."

"iyi de orayı bilmiyorsun bile."

"küçükken annem elimden tutup ordan oraya götürürdü beni. gittiğim yerleri bilmezdim ama giderdim yine de. seninle de giderim."

"ya kaybolursan?"

"sen şu an bulunduğumuzu mu hissediyorsun. bence hepimiz kaybolmuş durumdayız ve ben bugün kendi yatağımda uyumak istiyorum."

"ama daha cezan bitmedi ki..."

"ev hapsi isterdim ama yeterince yaşlı değilim o yüzden göz hapsi istiyorum, gözlerini istiyorum."

...

"camı kapatsan, biraz serin oldu."

"hani serinlik sana yaşadığını hissettiriyordu?"

"yaşamayı hissetmek için soğuktan ölmeye gerek yok ama."

"tamam tamam. zaten sabah olmak üzere uyan hadi."

"zaten uyanığız ya."

"gözlerini açık tutmakla uyanmak aynı şey değil ki."

...


Komiser Hakan - İskele

- Burak, sence neden kötü şeyler hep iyi insanların başına gelir?
- Bence insanlar "iyi" olduklarını düşündükleri için öyle oluyor. Yoksa kötü şeyler herkesin başına gelir.
- Ne demek istiyosun oğlum? Ben kötü biri miyim?
- Yoo. Ben bi kötülüğünü görmedim en azından.
- Peki ya iyiliğimi? Onu da mı görmedin?
- Kaç yaşına geldin hala öğrenemedin mi oğlum! Bu dünyada iyilikler değil, sadece kötülükler görülür.

Bar sahibi yanlarına geldi ve konuşmalarını bölerek lafa girdi:"Mert bugün hiç uğramamış komiserim. Arkadaşlar ulaşmaya çalışmışlar ama telefonu da sabahtan beri kapalıymış."

1 saat kadar önce Mert Çınar ile ilgili gelen ihbarı takip edip her gün uğradığı bu bara gelmişlerdi. İhbar eden en yakın arkadaşıydı ve Mert'in birine zarar vermesinden korkuyordu. "Son zamanlarda sürekli durgun ve stresliydi. Önceki gün 'Son vermeme az kaldı.' diyip duruyordu." demişti arkadaşı ihbar ederken.

O bardan elleri boş çıktılar. "Cidden iyi biri değil miyim lan ben?" dedi Çetin. "Yürü oğlum bi yürü ya!" diye sürükledi onu Burak.

Bakacak çok yerleri yoktu, kendilerine herhangi bir cinayet ihbarı da gelmemişti. Yani Mert ya hala cinayeti işlememişti ya da işlediyse bile ceset bulunmamıştı.

İstiklal Caddesi'nden Taksim Meydanı'na doğru hızlı hızlı yürürlerken Çetin Burak'ın kareli gömleğini çekti ve onu durdurdu;

- Ben uzun süredir 'Nasılsın?' diye soran birine 'İyiyim' demedim lan. Az önce dediğini şimdi anladım. Ben zaten iyi değilim ki. Yani iyi hissetmiyoken nasıl iyi biri olabilirim, nasıl iyilik yapabilirim de mi?
- Şimdi kan gitti beynine Çetin ama bunu sonra konuşsak? Önlememiz gereken muhtemel bi cinayet var!
- Kötü olmayı bırakırsam yani en azından bunu insanlara yansıtmazsam sence iyi biri olabilir miyim Burak?
- Kötü hissediyosan kötü ol, iyiyse iyi; çünkü hayat fazlasıyla gerçek ve biz rol yapmak için inanılmaz yeteneksiziz Çetin.

O sırada Burak'ın cep telefonu çaldı; "Komiserim telsizden ulaşamadık o yüzden cepten aradım sizi. Mert Çınar intihar etmiş. Beşiktaş İskelesi'nde bir vapurun üst katında bulmuşlar. Seferler bittikten sonra gizlice girmiş olmalı, temizlik görevlisi çöpleri alırken farketmiş. Olay yerine intikal etmeniz bekleniyor."

"Gel de iyi biri ol." dedi Burak, telefonu kapattıktan sonra Çetin'e bakarak.

On beş dakika sonra iskeleye ulaştılar. Güvenlik şeridini geçip Olay Yeri İnceleme memurunun yanına ulaştıklarında memur onlara Mert'in gömlek cebinden çıkan mektubu verdi. Zarfa konulmamış ve dörde katlanmış bir a4 kağıt;

"Beni kim bulacak bilmiyorum ama siz bulduğunuzda ben burada olmayacağım. Güzel dediğim anılarımı ve içimi sızlatan acılarımı alarak aranızdan ayrılıyorum. En acısı da ne biliyor musunuz? "Çok özleyeceğim." diyebildiğim tek bir insan bile yok şu an hayatımda.

Neden bu işi yapmak için burayı seçtiğimi merak edebilirsiniz. Onu da söyleyeyim. İki hafta önce içimdeki -iyi,kötü- her şeyin bittiğini fark ettiğimde bu güzergahta vapura binmiştim. Kafeteryadan çay alıp beni bulduğunuz açık alana çıktım ve şu anki koltuğuma oturdum. Vapur kalabalıktı ama kimse birbirini tanımıyordu, tanıyanlarda sohbet etmeden yolculuklarına devam ediyorlardı. Bir sürü yalnız bi araya gelip vapurda bi kalabalık yaratmıştı yani. O sırada üç sıra yandaki teyze simidinden bi parça koparınca kokusu bana kadar geldi; bitmek bilmeyen açlığımızı farkettim. Çay bardağını tabaktan ayırıp elime aldığımda; sıcağı farkettim. Yudumumu alırken kafamı geriye atıp da tam üstümde o iki martıyı görünce; özgürlüğü farkettim.

Ama ben ne tokluğu yaşadım, ne sevdiğim kadının sıcaklığını ne de o iki martının özgürlüğünü. Yaşayamadığım ve yaşatılmayan ne kadar şey varsa bana bu dünyada, hepsini farklı bir yerde aramaya gidiyorum. Ne kırgın ne de kızgınım. Sadece o iki martı gibi ben de uçmak istiyorum. Kimseye kızmadan, kimse tarafından kırılmadan. Eğer özleyecek biriniz ve bi bardak sıcak çayınız varsa onu soğutmadan için."

Çetin buğulu gözleriyle Burak'a baktı. Burak, konuşamayacak durumda olan Çetin'in elinden telsizi aldı ve anons geçti;

"Beşiktaş İskelesi'ne bir ambulans."

Kalem

Bazen ne yazmaya kalksak kırılacak gibi oluyor, ucu körelmiş kurşun kalemimiz. Belli belirsiz bir karartı bırakıyor kağıtta; tahta kısma sürtüne sürtüne yazan kömür karası.

Anlatacak kelimeler olsa zaman yetmiyor, zaman olsa kelimeler gelmiyor.

Okul çıkışı gibi kafamın içi,
Her düşüncem velisini arıyor kalabalıkta,
Servisler kalkıyor nereye gittiğini bilmediğim.
Simitçi uzaklaşıyor.
Gün batıyor bir önceki gün olduğu gibi,
Uyku saatimiz geliyor.

Bazen de sapasağlam bir kalem oluyor elimizdeki ama kağıt bulamıyoruz. Çok güzel bir dolma kalemle ikinci sınıf saman kağıda yazmak gibi kalıyor çabalarımız. Çok anlam yüklüyoruz yazmaya belki ama çok yazmadan da çekilmiyor hayatın ve insanların saçma yanları.

Bazen kan grubu kimseyle uyuşmayan ağır yaralı bir hasta gibi hissediyorum kendimi; o zaman kelimeler alyuvar oluyor. Parmaklarımdan dışarı bırakıyorum ne kadar acıtan, sancıtan ve düşündüren şey varsa.


Komiser Hakan - Taksim

Bir daha hiç nefes alamayacakmış gibi ciğerlerine doldurdu sigara dumanını; saatine baktı, gece yarısını tam üç saat on dört dakika geçiyordu.

Çok sıkılmıştı böyle bir başına Taksim'e gelmekten, babasından gizli sigara içen çocuk gibi arkadaşlarından gizli gizli bir başına sarhoş olmaktan, saati de yeri de unutup eve nasıl geldiğini hatırlamadığı akşamlardan.

Ne yapsa olduramadığı bir yanı vardı. Olmayan tam olarak neydi ve neden olmuyordu çoktan unutmuştu; sadece varlığını kabul etmişti o olmazın, olmaz olasıcanın. Az önce kalktığı barın merdivenlerini ağır ağır ve sendeleyerek indikten sonra çiseleyen yağmurun altında durmuştu Nevizade'nin ortasında. Cebinden telefonunu çıkardı, on dakika önceki gibi ne mesaj ne de çağrı vardı, geri koydu cebine. İstiklal'e doğru yürüdü, meydana gidecekken vazgeçip Asmalı tarafına döndü. Yağmur yerde ayak izi bırakabileceği kadar yağmıştı İstiklal'in taşlarına. Asmalı'ya bi sokak kala bir çığlık durdu "Yapma!" diye. Birkaç metre koşup kafasını çevirdiğinde yerde yatan bir adam yanında da onu kalkması için sarsan bir kadın gördü sonra da artık bir silüet halini alan ve ordan koşarak uzaklaşan adamı fark etti. O adamı yakalayacağına inanarak koşmaya başladı, daha doğrusu o başladığını sandı ama ikinci adımıyla yere yığıldı.

...

- Çetin, ayılıyor gibi hemşireyi çağırsana.

dedi Burak. Hakan'ın başında Çetinle birlikte bekliyorlardı. Alkolün de etkisiyle yorgun düşün bayılmıştı. Bayılırken kafasını çarptığı için doktorlar endişelense de tetkiklerden sonra önemli bir şey olmadığını fark ettiler.

Hemşire geldi. O sırada Hakan da ne olduğunu anlamaya çalışarak gözlerini açtı.

"İyisiniz. Şu anda hastanedesiniz." dedi hemşire, "O adam. O adam kaçtı mı?" dedi Hakan cevap olarak. Hemşire anlamasa da Burak anladı:"Yakalandı komserim, onu düşünmeyin şimdi." dedi. Hakan düşünmekten vazgeçmeden devam etti:"Kimmiş? Olay neymiş?".

-Boşver abi. Boşver! Yakalandı işte!
-Oğlum söylesene!
-Tamam abi. Sokaktaki bi mekandan kızın biri tek başına çıkıyor. Bu adam da kızı tek görünce rahatsız ediyor. O sırada ordan geçen bi genç de adamı uzaklaştırmaya çalışıyor. Kızı tutup adamın yanından çekiyor, tam kıza "Sen git hızlıca, ben onu uzaklaştırırım." derken adam genci arkadan bıçaklayıp kaçıyor.
-Gence noldu?
-Öldü abi.

Başına sağ taraftaki pencereye çevirdi Hakan. İstediği küfürden başlayıp başlayamayacağını düşündü. Sol gözünden ince ince süzülen damlayı Çetin gördü:"Abi iyi misin?" dedi.

-Beyler, bunu anlatmak bile utanç verici ama dün ben eve intihar etmeye gidecektim. O kız bağırmasa, o genç ölmese o adam kaçmasa ben daha da sarhoş olup eve gidecektim, son kez eve dönecektim.

"Abi saçmalama ne diyorsun!" dedi Burak, amirinden çok, kızdığı küçük bir çocukla konuşur gibi.

-Herkesin bi zamanı var işte. Ben doldurdum gibi geldi o zamanı. Hep hatalarımı hatırlar oldum, en son ne zaman güzel bir şeyler yaşadım da mutlu oldum unuttum, içim de dışım da cinayetle katille vahşetle doldu, kaçtığım ne kadar şey varsa bi süre sonra farkında olmadan onları kovalar olduğumu farkettim. Sustum, bağırmak istedim. Yoruldum, koşmak istedim. Saklandım, bulunmak istedim ama kimse bulmadı beni oğlum! Arayan oldu mu ondan bile emin değilim. En son kim "Hakan'ı özledim." demiştir inan bilmiyorum. Ben sevdiğim birinden mekan adı alıp buluşmaya gitmeyeli çok oldu; aldığım adresler hep telsizden ve hangisine gitsem mutlaka bi ceset var. Ben de ceset olursam o zaman bulunurum belki dedim. Belki canlıyken geçmeyen anonsuma ölünce gelenler olur dedim lan! Çok mu şey istedim ha! Çok mu!

Sustu hepsi. Hepsinin gözü de gönlü de dolup taştı. Yatağında doğruldu, kolundaki serumu ve damar yolunu çıkarttı. Ağır ağır ayağa kalktı.

İkisinin de gözlerinin içine bu sefer öfkeyle baktı;

-"Abi hastanede kalman lazım." diyeni kendi ellerimle döverim!

dedi ve ekledi: "Yakaladığınız adam nerde?"

Ayakta zor dursa da sorgu odasına girdi, saat yediydi. Onunla birlikte Burak da girdi içeri. Hakan sandalyeyi çekti, oturuşundan bile öfkesi anlaşılıyordu. Sol eliyle sağ kolundaki serum yolunu ovuşturarak:"Niye yaptın lan? Neden öldürdün gencecik çocuğu şerefsiz!" dedi. "Öyle olması gerekti." dedi şerefsiz de.

Önce Burak'a baktı sonra da adama döndü:"Bu hayatta en çok korktuğun insan kim senin?" dedi. Soruya anlam veremeden bi süre boş gözlerle baktıktan sonra:"Babam. Babamdan çok korkardım." dedi adam.

Hakan ayağa kalktı. Kafasıyla Burak'a dışarı çıkmasını işaret etti. Kapıyı yavaşça kapattıktan sonra sol omzunun üstünden önce tozlu sorgu masasına baktı, sonra düz bir çizgide bakışlarını ilerletip adamla göz göze geldi.

"Önümüzdeki bir saat boyunca senin babanım." dedi.

Komiser Hakan - Burak'ın Evi 2

- Amma işedin be oğlum!

dedi Çetin, koridordan salona doğru ağır ağır yürüyen Burak'a. Belindeki lastik eskidiği için sağ tarafı topuklarından ağrı yere sürten, iğrenç grilikteki pijamasını sağ eliyle yukarı doğru çekiştirdi sonra da yerine oturdu Burak: "Hakan komserim nerde kaldı acaba?" dedi saate bakarak.

"Sen yağmura inanıyor musun Burak?" dedi Çetin, çakırkeyfi çeyrek geçen kafasıyla. Cevap vermedi Burak, sarhoşluğuna veriyorum der gibi baktı sadece, Çetin devam etti;

- Ben bazen güneşli havada da şemsiye açmak istiyorum. Belki de ben yağmurdan çok güneşi istemiyorum Burak. Niye şemsiye açıyoruz ki oğlum hem? 'Bi duş alıp rahatlayan' insanlar olarak ne alıp veremediğimiz var bizim suyla? Pelin'in beni bi başıma bırakıp gittiği o Çarşamba akşamındaki yağmuru çok seviyorum ben. Ben mal gibi beklerken üzerime çukurdan su sıçratan arabayı da çok seviyorum, belediyenin orada açık bıraktığı çukuru da. Orada öylece beklerken yanıma yanaşıp "Hasta olursun evladım." diyen teyzeyi de çok seviyorum ben; bana gülüp "Salağa bak." diyen gençleri de. Ben hep çok seviyorum da neden kimse sevemiyor beni be abi? Neden yağmurun ortasında bi başına bırakılacak kadar değersiz görüyo beni Pelin. Neden ben onlarca kızla yağmurda ıslanmak zorunda kalıyorum; beni bıraktığı akşamki yağmuru unutmak için. Sen yağmura inanıyor musun Burak? Ben bi "kar"a inanıyorum artık; beyaz, net, neyse o! "Ben senin götünü donduracam kardeşim!" diye diye yağar kar! Ne sinsi sinsi yakar güneş gibi ne de yağmur gibi zatürre eder alttan alttan. Ben artık mevsimlere de inanmıyorum Burak.

"Çetin, tamam oğlum. Şimdi nerden geldin yine Pelin'e. Seni yağmurda bırakmasa sevincinden halay mı çekecektin? Plaket mi verec..."

Kapı çaldı. Burak o kafayla ne kadar seri olabilirse o kadar seri bi şekilde açtı kapıyı. Deri ceketinin bi omzu düşmüş şekilde, kızarmış gözleriyle "Napıyosunuz lan?" dedi. Burak usta bir sarhoş edasıyla derin bir nefes aldı ama kelimeler dökülmedi dilinden, kafasıyla buyur etti onu.

Çetin toparlandı, Burak bir şişe de Hakan'a getirdi.

"Ne konuşuyodunuz?" dedi Hakan, tebessüm ederek Çetin'e bakıyordu. "Asıl sen neden bu kadar içtin abi, evde değil miydin?" dedi Burak cevap olarak.

"Hee evdeydim. Tam makarna yaptım, yanına da bi bardak kola koydum. Burcu'nun fotoğrafının da karşısına oturdum; tam o sırada Zeki Müren'den Sorma Ne Haldeyim çalmaya başladı radyoda." dedi ve sustu Hakan. "Eee abi?" dedi Çetin.

"Eee'si, kolanın asidi benim de tadım kaçtı kilitlenip şarkıyı dinlerken. Ben de bira içtim."

Acı dolu bi tebessüm attı hepsi birbirinin çaresizliğine ve "Şerefe" dediler; birlikte savundukları tek şeye içtiler.

Komiser Hakan - Burak'ın Evi

-Bu hikayedeki kişi, kurum ve olaylar tamamen hayal ürünüdür-

2011 yılının herhangi bir yaz akşamı...

-Şu sehpadaki çakmağı uzatsana.

Dedi Burak'a. Çakmağı alınca da önce onunla 3. birasını açtı; sonra da yine aynı çakmakla bilmem kaçıncı sigarasını yaktı Çetin.

İki cinayet masası komiseri, haftada en az üç gün yaptıkları gibi, yine Burak'ın evinde baş başa oturmuş, hem dertleşip hem içiyorlardı. Her ne kadar Çetin dışarı çıkmak ve Taksim'de içmek istese de, Burak'ın isteksizliği onu her seferinde evde oturmaya ikna ediyordu.

Hep Çetin anlatırdı, o hafta veya o ay içinde; aşık olduğu, birlikte olduğu, ayrıldığı kızları. Burak'ın anlık veya haftalık olan duygusal bir olayı yoktu. Çok daha geçmişe demir atmış ve içinde geçmişten kalan aşk kırıntılarıyla hayatını sürdüren insanlardandı o da.  O anlatmaz daha çok Çetin'i dinlerdi birasını yudumlarken.

Sigarasından bi fırt çekti Çetin, derin bir fırt: "Sude'yi anlatmış mıydım sana?" dedi, dumanını üflerken. "Evet" der gibi göz kapaklarını oynattı Burak da. Bu sefer farklıydı ama. Nasıl eğlendiğini, yaptıklarını değil; içindeki acı ve hayata karşı derin çaresizliğini anlatacaktı.

- Annesi vefat etmiş. Zaten geçen seneki kazada Sude'nin babasını kaybettiklerinden beri tedavisi düzgün devam edemiyordu kadının. Daha fazla da dayanamamış işte.
- Ne kazası oğlum?
- Abi anlatmıştım ya. Zonguldak'taki kazada babasını kaybettiklerini. Tabi babası dışında 29 diğer işçiyi de kaybettik.
- Tamam hatırladım. Karadon'u diyorsun sen. Şaşırdın mı peki Çetin? Kocası öldükten sonra o kadına sahip çıkılmamasına ve ağır ağır ölmesine, tedavisi için kimsenin devreye girmemesine şaşırdın mı?
- Ne yazık ki hayır.
- Oğlum biz cinayet masasında ne yapıyoruz? Faili meçhul ya da faili en baştan belli olan cinayetlerin faillerini yakalamaya çalışıyoruz de mi? Peki faili zaten belli olan ve oldukları yerde duran olaylarda neden kimse bir şey yapmıyor bu ülkede Çetin? Neden 30 işçi o madene gömülmeleriyle kalıyor? Neden bu ülkede açılışı yapılan hızlı trenin tek hızlı yanı ölümü getirmesiyken bütün sorumlular rahat rahat dolaşıyor? Sadece sayıları haber niteliği taşımadığı için, senin benim haberim yokken yurdun dört bir yanında; kadın, doktor, töre kurbanı, madenci, tersane işçisi, kaçak işçi, inşaat işçisi vs. ölüyor da ne hikmetse öldüren bulunamıyor Çetin. Sude anasız, Ahmet babasız, Berk teyzesiz, hastane doktorsuz, devlet kanunsuz kalıyor da kimsenin sesi çıkmıyor, çıkamıyor Çetin!

Zaten dertli olan Çetin'in gözleri doldu. Sağ elinde tuttuğu bira şişesinin dışı nemlenmişti ve damla damla sular süzülüyordu. Baş parmağıyla süzülen suları yakaladı bir bir. Sonra da gözünden bıraktı yakaladığı damlaları;

- Şu ülkede bütün cinayetleri kovalasak, emniyetin tüm cinayet masaları on yıl mesaiye kalır zaten anasını satıyım.
- Neyi kovalıyorsun Çetin? Kaçan yok ki. Hepsi orada oldukları yerde bekliyor, hala çalışıyor. Git yanlarına, ceza kanununun bilmem kaçıncı maddesine göre sizi tutukluyorum de! Şu şu şu haklara sahipsiniz de! Sonra bak bakalım üç saat içerisinde ebenin belki gördüğü ya da senin ebeni göreceğin bir ilçeye sürülüyor musun sürülmüyor musun!
- Ne değiştirecek oğlum bunu peki? Ne!
- Vicdan. Sen Sude'ye de üzülürsün, anasına da üzülürsün, babasına da üzülürsün ve kahrolursun ama; babasının çalıştığı madenin müdürü medya ilçeyi terk eder etmez daha gerekli güvenlik önlemlerini almadan işçi aranıyor ilanı verir. Çünkü o adam için bir işçi günde bilmem kaç kilogram kömürdür ama senin için bir işçi babadır, amcadır, evlattır, dededir; insandır.

İkisi de sustu bu lafın üstüne. Açık olan pencereden sokak lambasının ışığı vuruyordu biralarının olduğu sehpaya. Çetin'in sigarası yarıdan fazla kül halde duruyordu tablada. Çetin telefonunu aldı eline, Sude'den gelen son mesajlara baktı tekrar; hepsi ezberindeydi zaten ama baktı işte. Sanki mesajları yazan ellerini görür gibi baktı, mesaj yazarken ekrana bakan gözlerinin içine içine baktı!

Biraz toparlamak ister gibi derin bir nefes aldı: "Sen nasılsın? Bu hafta da konuştunuz mu Elçin'le?" dedi.

Burak'ın hayatındaki en büyük depremdi Elçin ve artçı şokları halen devam etmekteydi. Onu her görüşü, sesini her duyuşu göle düşen bir taşın dalgalar gibi büyüyerek vuruyordu kalbine.

"Görüştük." dedi. "İdam zamanı belli olmayan idam mahkumu gibiyim Çetin. Bir gün durduracak oracıkta kalbimi ama sadece günü söylemiyor bana namussuz. Bir gün 'Son dileğin ne?' diye soracak bana ama o dileği zaten gerçekleştirebilecek olsa son dilek dileyeceğim idamıma gerek kalmayacak. Gel de bunu ona anlat! Gel de baktığı yerden tüm bunları görmesini sağla!" diye ekledi.

Pijamasının üzerinden sağ baldırını kaşıyarak ayağa kalktı Burak. "Dolaptan bana bi bira al da aç la kendine alırken." dedi.

"Ben işemeye gidiyom." diye ekledi.

Bilmem Kaç Ft.

Buradaki işimiz bitti artık;
Üstüne atlayıp mavi ufuklara gideceğimiz beyaz bulutlar kalmadı.

Romantik şehirli çocuklar da rahatsız balkonlara artık rüzgar gülü asılmamasından.

Pazar sabahları ekmek almaya giden kısa şortlu çocukların yerini alan kurye ve pos cihazları müjdeliyor modern çağı.

Yağmur; altında ıslanılacak bir şey değil artık.

Topuğunda ışık yanıp sönen ayakkabılarla mutlu olan çocuklar yok artık; bilgisayar, tablet, televizyon, cep telefonu var şimdiki çocukların ışıklı eşya listelerinde.

Kasalar üzerinde tavla oynayarak vakit geçiren esnaf; klimalı dükkanlarında, online müşteri bekliyor şimdi.

Tek tuşla kilometrelerce uzaktaki şehirlere bağlanıyoruz, içinde yaşadığımız mahallenin güzelliklerini bile keşfetmemişken.

İçsel olan ne varsa vazgeçerek hayalgücünü öldürüyoruz.
Hepimiz biraz katil ve biraz da maktülüz yaşam denen bu intiharda.

Paraşütü olmadığını bile bile boşluğa atlamak gibi hayat. Düşe düşe er ya da geç toprağa ulaşacağız.

Ve toprak bizi alana kadar ya gökyüzünün ve hava kapalı da olsa manzaranın tadını çıkaracağız; ya da gözlerimizi kapatıp hayat adına bütün güzellikleri kaçıracağız.

Ya her şeyi kendi isteğimizle yapıyor gibi hissederek "uçuyorum" diyeceğiz;
Ya da yerçekimine yenik "düşüyorum".

Soma

ne yapıyoruz lan biz? birisi samimi olarak bunu bana anlatabilirse gerçekten çok mutlu olacağım.

bu akşam bilgisayarı açtığımda çok daha farklı cümleler vardı kafamda yazmak için; ta ki bilgisayardan önce televizyonu açıp da Soma'da, madende meydana gelen patlamanın haberini görene kadar.

Şu an ben odamda, milyonlarca insan da evinde, yurdunda, sokakta keyfinde ya da kendi halindeyken 400 civarı işçi o madende mahsur.

Bu olaya yine çıkıp "kader" diyecek kendi kaderlerini dolar üzerinden, haram üzerinden çizenler. Yine milyonlarca kişinin umrumda bile olmayacak; kimi vicdanını çoktan kaybettiğinden kimisi de tamamen kendi derdinde olduğundan.

Son bir yılda ülkede olan her olay gibi bu da içimize hapsolmuş bir acı ve boğazımıza kocaman bir yumru bırakacak; Berkin gibi, Ethem gibi, Ali İsmail ve diğerleri gibi.

Bu lanet düzen yüzünden bir kaç güne kendi dertlerimize dönüp sızlanmaya başlayacağız, bir insanın bütün insanlığı temsil ettiğini unutup. Hak, eşitlik, özgürlük vb. cümleleri kuranlar bu süreçte yine suçlu, anarşist, çapulcu, devlet düşmanı vs. ilan edilecek.

Kendileri ya da tanıdıkları da türlü iş kollarında işçi, emekçi olan iktidar yanlıları da bu olayın üzerine gidenlere "burdan gezi çıkmaz.", "yine başladı çapulcular." vb. cümlelerle gelecekler.

Birisi aynı anda 30 televizyon kanalına çıkıp "İşçi kardeşlerimin hakkını en iyi ben savunurum." deyip yüreklerimize su serpecek, yine halk kahramanı olacak ve halkın % bilmem kaçı anında bu olayı gerisinde bırakacak.

Nasıl bu kadar gömüldük bu karanlığa?

Bir insanın hayatını idame ettirmek için çalıştığı iş yüzünden hayatını kaybetmesi kadar ironik, absürd ve iğrenç bir şey olabilir mi?

Oradaki insanların eşini çocuğunu düşünün, bir babanın an be an nefessiz kaldığını bilmek ne kadar acıdır, anlayamazsınız.

Şimdi, kömür karası bulaşmış yüzlerinde ölüm korkusuyla bekleyenler bir umuda tutunacak oksijenleri yettiğince.

Bu böyle gittikçe başka acı haberler de gelecek Tuzla tershanelerinden, kömür madenlerinden, kaçak yapılarından, ruhsuz sapıklarından vs. vs. vs. den.

Sadece dua edebiliyor olmamız ne acı. Sadece dua etmek dışında bir şeyler yapma gücü olanlar, büyük ihtimalle dua bile etmiyorken.

Komiser Hakan - Bir Ocak Günü

Deniz, uzun süre sonra ilk kez telefonunun alarmına söylenmeden uyandı. Alarmı susturup yatağında oturur pozisyona geçti. Yatağının tam karşısındaki aynaya dün, ondan önceki gün ve ondan daha önceki gün olduğu gibi uykulu gözlerle baktı. Bu sefer farklıydı ama; çünkü artık yatağından kalkınca işe gitmek için hazırlanmayacaktı. Bu onun 'işsiz' olarak geçireceği ilk günüydü. Yatağından doğrulunca yatak odasının girişindeki aile resmine baktı her gün yaptığı gibi, bu sefer buğulu gözlerle.

O haftayı yazlıkta geçirecek olan kocasına ve çocuğuna iç çekerek baktı. Dün işten kovulduğunu öğrendikten sonra yazdığı mektuba takıldı gözü ama onu görmezden gelerek duşa girdi sonra. Hazırlanıp evden çıkması bir saati buldu.

...

Çalan telefonu Çetin açtı, konuşması bitince Hakan'a döndü:"Abi Şişli'de cinayet ihbarı var."

"Kalkın hemen." dedi Hakan telsizini sağ eliyle kavramışken. Dışarı çıktıklarında Ocak ayının donduran havası önce burunlarında sonra da kulaklarında hissedildi. Esen sert lodosa karşı gözlerini kısarak yürüdüler ve arabaya vardılar. On dakika içerisinde de cinayetin işlendiği siteye ulaştılar. Olay yeri incelemeden Yavuz gerekli bilgileri verdi onlara:"Komiserim, maktul kadın, 38 yaşında ve evli. Karnından ve kalbinden birer kez bıçaklanmış. Kendisi ev hanımıymış, komşular sabah binaya giren çıkan yabancı kimseyi görmediklerini söylüyor."

"Belki de yabancı birisi değildir." dedi Hakan bunun üzerine. Kadının cansız bedenine baktı, dört duvara sığan hayallerini, kendisine yüklenen sorumlulukları düşündü:"Çocuğu var mı kadının?" dedi, "Yok." cevabını almak; milyon dolarlar verilen yarışma programında teselli ödülü olarak elektrikli süpürge almak gibi olsa da iyi gelmişti. "En azından bu da bir şey. Anneler hiç ölmemeli zira." dedi ve devam etti:"Kocası nerde? Haber verdiniz mi?"

"İş yerindeymiş komiserim, kendi şirketi varmış belki duymuşsunuzdur Nergiz Gıda firmanın adı, karısının adını vermiş."

"Çetin, nerden duyayım oğlum? Gıda firmaları raporlarını mı okuyorum ben? dedi biraz gerilerek ama kendini kötü hissedip sağ eliyle Çetin'in sol omzunu sıktı.

Güvenlik kameralarında sabah giriş çıkış yapan apartman sakinleri dışında kimse görünmüyordu. Hakan'ın içi rahat etmediği için bir gece öncesini de incelemek istedi. İşte o zaman atkı ve kapüşon ile kendisini gizleyen, 1,60 boylarında bir kadının binaya girdiğini gördü. Ancak kayıtları ne kadar dikkatli incelese de bu kadın ne önceki gece ne de bu sabah binadan çıkış yapmamıştı. Bu durumda iki ihtimal vardı; bu kadın ya katildi ve halen binada bir yerde gizleniyordu ya da birisine misafirliğe gelmiş bir yabancıydı.

Bu durumu netleştirmek için bütün bina sakinlerine misafirlerinin olup olmadığı ve eğer varsa geceyi kendilerinde geçirip geçirmediklerini sorması için polislere emir verdi. Kısa süre sonra da binaya giren kadın bir numaralı şüpheli koltuğuna oturdu ama neredeydi bu kadın?

Hakan sitenin güvenlik görevlisini ve apartman görevlisini yanına çağırdı:"Giriş kapısı dışında bu binadan bir çıkış yolu var mı beyler?"

Güvenlik girdi lafa:"Valla komiserim, yangın merdiveninin kilidi açıksa ordan çıkabilir. Binanın arka tarafında kot farkı olduğu için giriş kattaki merdiven 2. kata denk geliyor ama yangın merdiveninin 1.kattaki kısmı dün bakıma gittiği için eğer oradan çıktıysa 4-5 metreden yere atlaması gerekir."

Bu açıklamayı duyar duymaz güvenlikle birlikte arka bahçeye koştu Hakan. Merdivenin tam altındaki toprak önceki gün yağan yağmurun da etkisiyle yüksekten düşen şüphelinin ayak ve dizlerinin şeklini almıştı. "Tamam" dedi Hakan:"O kayıtlarda binaya giren kadını bulmalıyız!"

Nergiz'in kocası çığlıklar atarak binanın önüne geldi ama Hakan onu yukarı bırakmalarına izin vermeden ekip otosunda bekletip sakinleştirmelerini emretti.

...

Duştan çıkıp hazırlanınca spor salonunun yolunu tuttu. Danışmada görevli olan Buket onu görünce şaşırmıştı:"Deniz Hanım günaydın. Ben de tam kısa süreliğine salonu kapatacaktım. Hayırdır? Siz hiç gün içinde gelmezdiniz?" dedi gülerek ve sorgulayarak. "Acil bir işin mi var Buketcim? Bundan sonra gün içinde de sürekli geleceğim tatlım." dedi Deniz de, "Yok, yok. İşim bekleyebilir." cevabını alınca da ağır ağır soyunma odalarına doğru yürüdü. O sırada iki blok yandan siren sesleri geliyordu:"Hayırdır?" dedi Deniz, "Önemli bir şey değildir, ambulans filan geldi sanırım." diyerek geçiştirdi Buket.

Deniz özenle hazırlandı, kendine daha iyi bakma kararı almıştı zor geçen üç yılın ardından. Daha çok spor yapacak daha dikkatli beslenecek ve daha çok gülecekti ya da sadece kendisini kandırıyordu. Buket ona suyunu getirdi, o da ayakkabı bağcıklarını bağladıktan sonra ısınmak için koşu bandına çıkıp ağır ağır yürümeye başladı. On dakika yürüdükten sonra bir iki yudum suyundan alıp temposunu biraz arttırdı. Henüz yüksek tempoda bir kaç dakika koşmuştu ki koşu bandına yığılıverdi Deniz. Buket panikle yanına gitti, önce koşu bandını durdurdu sonra onu sırtüstü çevirdi, çevirdi ama Deniz nefes almıyordu. Koşarak salondan çıktı "İmdat!" diye bağırarak.

Bu çığlıkları ilk olarak, Nergiz'in kocasına ekip otosuna kadar eşlik eden polis memuru duydu. Koşarak Buket'in yanına koştu ve olayı dinledikten sonra da spor salonuna girip salondaki tek müşteri olan Deniz'in cansız bedenini gördü.

Hakan polis memurunun salona doğru koştuğunu görünce neler olup bittiğini merak etti ama önünde öncelikli bir işi vardı Çetin'e dönüp:"Şu kayıtlardaki kadını bulun Çetin! Hemen bulun!" dedi.

İki dakika içerisinde spor salonuna giden polis memuru koşarak Hakan'ın yanına geldi:"Amirim, sanırım bunu görmek istersiniz. Spor salonunda ölen kadın, Deniz, Nergiz Hanım'ın kocasının yanında çalışıyormuş ve gizli bir ilişkileri varmış. Dün şirkette büyük bir kavgaya tutuşmuşlar, adam da kadını kovmuş. Bugün de az önce salona gelmiş."

"Dün gece nerede olduğunu tespit edin hemen. Spor salonundan kim sorumlu?"

"Bi kadın salondan fırlayıp yardım istedi ve bana Deniz'in cesedini gösterdi ama sonra gözden kayboldu."

Bunun üzerine Hakan doğrudan spor salonuna indi. Salonun hemen girişindeki danışma masası dikkatini çekti daha doğrusu masanın üzerindeki kırmızı-mavi atkı. Hemen laptopu alıp gelmesi için Çetin'i çağırdı. Güvenlik kayıtlarını açtılar. Masadaki atkı önceki gece binaya giren kadının boynundaki atkının aynısıydı yada ta kendisi!

"Az önce spor salonundan çıkan kadını hemen bulun!" dedi.

...

Buket ağır adımlarla bankaya vardı, güvenlikle selamlaşıp müşteri temsilcisinin yanına gitti. Özel kasasını açmak için yardım istedi. Müşteri temsilcisi kendi anahtarını takıp çevirdikten sonra Buket'i yalnız bıraktı. Buket sarılı şekilde beline taktığı havluyu sehpaya koyup yavaşça açtı, havlunun içerisindeki bıçağın kanı bütün havluya işlemişti. Kendi anahtarını da çevirip özel kasasını açtıktan sonra kasanın içindeki üç bıçağın yanına yanında getirdiğini de koydu ve küçük bir kutu içerisindeki zehri.

Her şey istediği gibi gitmişti, sadece yangın merdiveninden inerken sağ dizini incitmişti ve bu yüzden de biraz topallıyordu. Deniz'le hiç bir alıp veremediği yoktu hatta Deniz planında da yoktu ama polis sirenini duyduktan sonra kendisine vakit kazandıracak bir şeyler yapması gerekli gibi hissetti ya da sadece içindeki öldürme güdüsü yine her şeyin önüne geçtiği için zehirleri Deniz'i.

Kasaya koyacaklarını koyduktan sonra anahtarı çevirip müşteri temsilcisini çağırdı, gülen suratıyla teşekkür etti.

Bankanın önüne çıktığında tam karşısında Hakan'ın silahının namlusu duruyordu. "Diz çök!" diye bağırdı Hakan bütün sokağı inleterek; o da çöktü.

Silahını ensesine dayayıp Buket'i kelepçelerken:"Neden öldürdün kadını?" diye sordu Hakan.

"Kocası evde yokken onu sürekli aldattığı için öldürdüm, spor salonuna gelince beni taciz ettiği için öldürdüm. Üç komşusuna iftira atıp kocalarıyla arasını bozduğu için öldürdüm." dedi Buket ve ekledi;

"Tanısan sen de öldürürdün."

Tanışmış mıydık?

uzun süre sonra buraya yazdığım için bir yandan önceki yazdıklarımı tekrarlamaktan çekiniyorum diğer yandan da hayat zaten hep tekerrür olduğu için bunu bir meydan okuma olarak görüyorum.

yazmadığım süre içerisinde yazmadan sadece yaşamaya odaklandım ama şunu gördüm ki düşünmek yazmakla, yazmak da yaşamakla iç içe. sürekli düşünüp sorgulayarak geçen zamanda, yazmak da bu birikimin bir kısmını döküp rahatlamak oluyor benim için. bu yüzden yazma eylemi kürkçü dükkanı, düşüncelerim de bir tilkiden fazlası olmuyor.

düşüncelerimin her zaman bir tilki gibi kurnaz olduğunu söyleyemem hatta belki de hiç bir zaman öyle değiller. daha çok insanlık ve dünya üzerine düşünceler olsa da kafamda, onlar üstünde fazlaca düşündüğüm zamanlarda, elimden bir şey gelmediği için bu yaralayıcı oluyor. o yüzden daha spesifik hayallere yöneldim; örneğin iç dünyamın odak noktalarından olan "kitabımı" yazma ve bitirme kararı aldım.

bazen hiçbir şey yapmasanız bile sadece karar almak da iyi geliyor insana; hala inandığını ve uğruna savaşacağınız bir idealinizin olduğunu görüp güç alıyorsunuz.

bir gün herkes kendi düşünce girdabından kendisine bir amaç çıkarabilir umarım. böylece "başkaları"nın hayatlarını merkezine alıp yaşamayı bırakabilir insanlar ve kendileriyle uğraşırlar.

çünkü tek yapmamız gereken kendimiz dahil kimseyi üzmeden kendimizle uğraşmak bu dünyada bence. ve kendimizle uğraştığımız süre içerisinde eğer ki bir güzelliğe ulaşırsak bunu etrafımızdakilerle paylaşmak; tuvale bırakılmış güzel bir renk, kafiyeli bir dörtlük, bir kelime oyunu, bir çiçek veya bir oyuncak. ne kadar küçük de olsa, bir güzellik bulabilirsek kâr bence bu kirli hayatta.

düşündükçe gelişeceğiz. yaşadıkça öğreneceğiz.

ve ben inanıyorum ki bir gün güneş gözlüklerimizi çıkartıp yürüyeceğiz güneşe, yağmur yağdığında kimse açmayacak şemsiyesini. bütün günlük hırsları, arzuları ve maddiyatı bir kenara koyup bir gün herkes anlayacak doğanın saflığını, güzelliğini ve ben de o güne kadar yazıyor olacağım.

İyi -ki- Varsınız...

ne güzeldir bütün yokluk hislerine rağmen birilerine "iyi ki varsın" diyebilmek; tüm kaybedişlere, tüm güvensizliklere rağmen hala ve yeniden ayağa kalkıp sırtını dayaya dayaya yürüyeceğin insanlara sahip olmak.

...

bir kelimede nefes alıp bir diğerinde nefes veriyorum. kısacası yazarak yaşıyorum ve sürekli bir şeyler düşünüyorum. prensip olarak takmıyorum artık bir şeyleri; sevdiğim insanların huzurlu limanlarına sığınıyorum sadece. zaten insan olarak çok bir seçeneğimiz de yok açıkçası; ya pes ediyoruz ya da elimizden tutmak isteyenlere elimizi uzatıyoruz; bu kadar basit bazen.

sanıyorum benim ve benim jenerasyonumun asıl sorunu şu; bizi sadece ailelerimiz yetiştirmedi. bizi televizyonlar da yetiştirdi, bilgisayarlar da yetiştirdi.

her geçen yıl daha az sokakta büyüyor çocuklar; artık iPad'lerine sokak uygulamaları indirerek yaşıyorlar tozu, kiri, pası ve dizlerdeki sayısız yarayı tatmadan. Ve bu yüzden de her jenerasyon biraz daha sabırsız, biraz daha hırslı, biraz daha doyumsuz büyüyor. ne bahçe hortumundan su içiyorlar çocukluklarında ne de o şaşalı mahalle kavgaları oluyor; aslına kimsenin birbirine vurmadığı.

artık korkmayı öğreniyor, kaybetmeyi öğreniyor, bir dil konuşmadan beş dilde şikayet etmeyi öğreniyor çocuklar. arkadaşlar arasındaki ihtiras ilkokullara kadar inmiş durumda.

kendime ve kendimize dönersem; biz belki de saklambaç (ya da saklanbaç) oynarken saklandığımız merdiven altındaki sohbetten, belki de patlayan plastik topumuzun yerine taşlarla uydurduğumuz oyunlardan dolayı daha bir değer veriyoruz yanımızdakine. tek başımıza kafamızı gömüp dokunmatik oyunlar oynamamanın artılarını yaşıyoruz.

reddetmek istiyor insan bazen bütün maddiyatı ama bin tane sorumluluk diziliveriyor önüne tek kalemde.çocukluğumuzda adını bildiğimiz tek yerler bir alt ve iki alt sokakken, artık londradan, taylanddan bahsediyor etrafımızdakiler. dünyamız büyüdükçe samimiyetimiz küçülüyor sanki. acılar artıyor, yalnızlık artıyor, çaresizlik artıyor ve umut azalıyor. kötü ve ya iyi bir yaşam karşılaştırmasında değil ama azalanlar; tamamen güzellikler ve samimiyet çerçevesinde.

yine gülüp eğleniyoruz, yine mutlu mesut hissediyoruz ama...ama bir şeyler eksik işte.

durum ve koşullar böyle olunca, yaş ilerledikçe zorlaşıyor "iyi ki varsın" demek daha doğrusu bunu diyecek dostlara sahip olmak.

kendimi mükemmel bulduğumdan değil, bunu afişe etmek istediğimden de değil ama bir süredir son bir yazı için bir şeyler düşünüyordum ve bu geldi aklıma; teşekkür etmek. varlığıyla tüm yazdığım karamsarlıkları gerçek hayatta azaltan sevdiklerime teşekkür etmek geldi en iyi veda.

bir hayal kurdum daha da başındayım biliyorum ama en azından bir süreliğine gücüm kalmadı çabalamaya. yine yazacağım ama kendi çapımda belki sessizce, belki günlük belki aylık şeklinde. yazdıkça bir umudu oluyor insanın; bu bi yerde kötü bir şey. yazarak iyi bir şeylere adım attığınızı sanıyorsunuz; nefesinizi tutup satırlara tekrar tekrar bakıyorsunuz yayımlanan her yazıdan sonra, sadece bakıyorsunuz.

bekliyorsunuz,
bir şey sanıyorsunuz,
umutlanıyorsunuz,
ama olmuyor.

sessizce, güzel bakan gözlerinizden öpüyorum hepinizin.
ve burda debelenip durmaktan vazgeçiyorum. (belki tamamen belki bi süre, hiç bilmiyorum.)

benim için yıllardır bi çocuk isteyip doğuma yakın o çocuğu aldırmak gibi belki ama;

biryirmidört bitti.

Yazıyor, Yazıyor...

ilk blogumu bundan on yıl önce açmıştım. sadece şiir yazardım o zamanlar; tabi alt alta getirdiğim satırlara şiir denirse.

yüze yakın şiirim vardı blogumda ve bir ergen cinnetinde hepsini silerek kapattım o sitemi. belki kötü bir şeydi bu belki de ilerde alehime kullanılacak kadar rezil şeyler yazdığım için güzeldi. bunu da umursamadım.

beni tanıyanların ya da yüzeysel olarak tanıdığını sananların yazmama, çizmeme ilk tepkileri şaşkınlık oldu ve oluyor. insanın içsel bir şeyleri olunca dışardan bunu görememek ve algılayamamak da doğal oluyor haliyle.

"neden?" ve "nasıl başladın?" en çok sorulan iki soru sanırım yazmamla ilgili.

insan yazmaya, ya hayalgücünden güç alıp başlar ya da bi acıdan. bendeki hangisiydi hatırlamıyorum.

sadece artık şunu biliyorum, yatmadan önce almam gereken ilacım gibi yazmak. biri için değil, anlatmak için de değil; bazen zehrimi akıtmak bazen sessiz bir çığlık atmak için.

güzel, iyimser şeyler yazmadığım söyleniyor bana sık sık. ama güzel şeyler yazılmaz ki, yaşanır... gül satırlarla anlatılmaz mesela, ya da annesinin elinden parka koşan bir çocuğun mutluluğu, kendine yaklaşan simit dolu vapuru gören bir martı, top çarpınca kırılmayan pencere, sabah otobüsündeki boş koltuk...

stabil yaşadığımız hayatlarımıza inat ordan oraya atlamayı seviyorum yazarken. kelimeleri eğip bükmeyi.

birine az bile olsa bir mutluluk ya da güzellik kattığını öğrenirsem yazdığım bir şeyin, havalara uçuyorum. ünlü olayım, popüler olayım diye değil sadece paylaşmak için. burada yazılan bin acı varsa bir mutluluk gibi hepsi paylaşılabilir; tekrar yaşayarak değil üstelik, herkesin yaşayabileceğini göstererek sadece.

belki azalır bu arzum belki de artar ama beni mutlu ediyor yazmak; yazdıklarım karamsar olsa bile. ve sanırım anlatamadığım nokta da bu oluyor insanlara. mantıklarına sığmıyor böyle bir şey olması ama yazmak mantık işi değil ki zaten her zaman. hatta çoğunlukla gerçekleştirilemeyen hayallerin yansıması. ve benim yazdıklarım da yaşadığım ya da yaşayabileceğim acılara bir tiyatro sahnesi oluyor sık sık; acı çektiğimden ve dert ettiğimden değil, sadece öyle istediğimden.

şimdi yazıyorum ve yaşıyorum yazdığımı gördükçe,
yaşadığımı hissediyorum bir şiirin dizelerinde;
sade, siyah bir mürekkep kalemimde;
kelimelerime çok geliyor miktarı,
ve dokunduğu yere dağılıyor akabinde.


....


lisede felsefe dersinde bir şeyler karalarken beni yakalayan hocam: "ne yazıyorsun?" demişti; "şiir yazıyorum" dediğimdeyse:"bu yaşta şiir yazan adam ya hiç aşık olmamıştır, ya da yazmayı bilmiyordur." dedi. felsefeci olmasına verdim dediklerini ve umursamadan devam ettim yazmaya.

Pazar

pazar günlerini, özellikle günün bu saatlerini ayrı bi severim. yaşadığımı hissettiren bi karartı oturur göğsüme her hafta bu saatlerde. (23:15)

çocukluğumdan gelen bir alışkanlık mıdır yoksa ülkemin kamu düzeninden mi kaynaklıdır bilmiyorum ama ertesi gün okul ya da iş var diye göğsümde kendimi bildim bileli aynı baskıyı hissediyorum.

çocukluğumda her şey daha kolaydı. üzülmek de onu unutmak da. günün bu saatleri çoktan uyumuş olurdum ilkokul yıllarımda. ya bizimkiler izlerdim banyodan çıkınca ya da parliament pazar gecesi sinemasını. mevsime özgü bir şeyler olurdu önümdeki tabakta hep; portakal, kestane, karpuz, vişne suyu vs.

geçmişte hangi gün ne yaptığımı hatırlayamam tabi ki ama dönüp baktığımda en net hatırladığım günler hep pazar günleri çünkü onlar hayatımızın en çok rutin olan günleri aslında. çalıştığımız ya da okula gittiğimiz ve haftaiçi boyunca aynı şeyi yapıyoruz sandığımız günlerden bile rutin pazarlarımız. özellikle çalışıyorsak mutlaka kendimize zaman ayırma adına bir şeyler koyuyoruz pazar günlerine;

-her pazar sabah koşusu,
-her pazar deniz kenarında kahvaltı,
-her pazar bir romantik komedi,
-vs.
-vs.
ve saire!

hep rutinden şikayet eden biz en boş anımızı bile bir rutine bağlıyoruz. çünkü biz böyleyiz ve bu kötü bir şey değil. dert de, gülümseme de, ölüm de, yaşam da rutin zaten. biz sadece adını rutin koymuyoruz o özgürlüğün bize verildiği pazar günlerinde. haftanın kalan beş ve ya altı günü ölüp bi pazar günü diriliyoruz kendimizce. aslında ölüyüz ve ya diriyiz her gün aynı derece.

pazar günleri hala zihnimde o şofben (ya da şohben, her ne boksa) yanıyor ve ben banyoya giriyorum. tırnaklarımı kesiyorum ertesi gün okul olduğu için. bizimkiler başlıyor, dunkofla birlikte çarpım tablosunu tekrar ediyorum.

annemin "kalk yat hadi!" serzenişleri arasında "the mask"in sonuna kadar uyumadan oturmaya çalışıyorum.

ama daha çocuğum ve daha çocuğuz. gücümüz yetmeden bu pazar da bitiyor.
haftaya farklı bir pazarda aynı rutini yaşamak için uyuyoruz.

iyi geceler.

Film Özet ve Eleştrileri - Yüzüklerin Efendisi

Sizler için bugün de dünya klasiklerinden Yüzüklerin Efendisi üçlemesini değerlendireceğim.

Her kim ki bu üçlemeyi henüz izlemediyse sakın ola kendini kötü ve şanssız hissetmesin. İzlediğim üçlemeler içerisinde hikayesi en kopuk olan, sonunun ne olduğu en belirsiz film sanırım buydu.

Öncelikle filmdeki karakterlerin kısa bir analizini yapmak isterim. Filmde iki tane beyaz uzun sakallı yaşlı insan var. Biri ilk fimde gri giyerken, sonraki filmlerde diğerine özenip beyaz giymeye başlıyor. Tabi işin perde arkasında diğerine özenmesiyle birlikte siyasi bir baskı da söz konusu. "Nereden  çıkartıyorsun?" dediğinizi duyar gibiyim; hemen anlatayım.

Serinin ikinci filmi 2002 yılında gösterime girerken hükümet de değişmişti hatırlarsanız ve bununla aynı anda Gandalf denen ve "dini bütün", "yobaz" bir adam imajı veren karakterin adının başına "Ak" sıfatı gelmişti. İşte burada serinin tadı kaçtı.

Azınlıkları simgeleyen Hobbit'lerin ana gelir kaynağı yüzükçülüktü. Frodo Tayeffour Hobit ırkının önde gelen isimlerinden birisi olarak filmde karşımıza çıkıyordu. Atların yarısına gelen boyları, Gandalf'ı öz dedeleri gibi sevmeleriyle özellikle Türk halkının gönlünü çalmayı başardılar.

Arada bir görünen, Matrix'ten tanıdığımız ajan simit ve Arwen rolünde Deniz Akkaya'nın filmle ne alakaları olduğunu ise 4. kez izlememe rağmen çözemedim.

Karakterlerden sonra konuya girecek olursak; özel efektleri ve birbirinden ilginç, fantastik hikayelerden fırlayan karakterleriyle film sizi doğrudan içine çekiyor. Mordor denen yerdeki her yeri gören göz adeta içkiyi yasaklayan, interneti kesen, ahlak zabıtası kesilen bir şuursuz gibi sürekli yüzüğü arıyor. Yüzüğü ararken de ilk başlardan Tayfullah Gülen liderliğindeki yüzük tayfları cemaatini kullansa da sonralarda bu cemaat de kontrolden çıkıyor.

Bir de film boyu yer yer karşımıza çıkan Bağdat Caddesi tikisi kılıklı Gollum var. "Kıymetlimiss", "ayh ne güsel çantaa<3", "starbuckssstayıss" tarzında konuşmalar ve gelgit kişiliğiyle beni en çok geren de bu kılıksızdı.

Konu Hobitlerin yüzüğü yok etme çabası olsa da Saruhanlı Sauron bunu engellemek için Mordor'un gücü adına alla ne verdiyse ork mork saldırıyor. Çok büyük savaşlar oluyor. Hatta bir savaşta 5. gecenin sabahında, sabah ezanından hemen sonra şafakta Ak Gandalf beliriyor ve o savaşı kazanan iyiler oluyor.

Son filmde ise "Kralın Dönüşü" olarak söyleneni açıkçası anlamadım. Kral kimdi orası çok muallakta kalan bir konu çünkü. Aragon var, o silik bi tip ama krallık bence Gandalf'ın hakkıydı.

Kral taht derdindeyken, anasından babasından uzak kalan Frodo da Gollum'la "en sevdiğim yüssüük" nidaları arasında kavga dövüş yanardağa gidiyorlar. Kavga gürültü derken yüzük Gollum'la lavların arasına uçuyor ve yok olan yüzükle de kötülük gücünü kaybediyor.

Evet. Bir çok noktaya değindik. En başta da dediğim gibi hikaye kurgusu zayıf, sadece efektlerle bir şeyler kotarılmaya çalışılmış. Benim puanım 4,5/10.

Eğer 12 saat boş vaktiniz varsa ve kuyumcuysanız kaçırmamanız gereken bir film.

Hepinize şimdiden iyi seyirler.

Tanıştırayım; Ben.

Eskiden ben de sevmezdim bir Müslüm şarkısını ya da fondan zamansız duyulan Ferdi'nin sesini.

Sonra zamanla konuşmaya bile hali kalmayan bedenime tercüman olmaya başladı o şarkılar ve sözleri. O kadar derin değildi dertlerim, o kadar uzak da değildi sevdiklerim ama; sonuçta benim de bir derdim vardı. İsmini bilmediğim çözemediğim derdim sonra duruldu. Gerilim filmlerindeki kötü adamın bir anda ölmesi gibiydi; oradaydı hala can sıkıyordu ama hareket etmiyordu, sağa sola çarpmıyordu ruhumun koridorlarında ilerleyip.

Bi yerde -tam olarak hatırlamıyorum zamanını- insanları çok eleştirmeye başladığımı fark ettim. Kendim hep doğru yapar gibi değil ama. Kendi yaptığım yanlışları da görerek, acısını çekerek ama herkesin yanlışına saçmalığına da daha çok takılarak.

Sonra içimde cansız yatan sıkıntım o takılmalarımı da kendi yanına aldı. Ne olsa boşverir oldum. Hani "dünya yıkılsa umurumda değil"cilere benzedim.

"Eksik bir şey mi var?" şarkısı çok benzer geldi bulunduğum duruma. Hatta Ali Atay'ın şarkıyı söyleme ağırlığı ve sakinliği bile bire bir örtüşüyordu metabolizmamla. https://www.youtube.com/watch?v=2vWSYBg_imc

'öyle bi şey ki bu kolay anlatamam,
atsan atılmaz, satsan satamam.'

Öyle bir şey işte bu. Şarkıda dediği, milyonların yaşadığı gibi.

Ben deli değilim, siz çok akıllısınız

Ve eksik bir şey var. Bana, sana, ona, size. Bir şeyler hep eksik. Ya hep daha fazlasını istediğimizden ya da doğru şeyi istemediğimizden ama neye ulaşsak neye tutunsak eksik diyoruz. Bütün eksikliklerimiz aslında sahip olana kadar tamamlayıcı olarak gördüklerimiz.

Demli bir çay, bir de içiyorsan sigara kadar basit aslında huzur.

Neyse, çaya çorbaya girmeden söyleyeyim; insan nereyi severse orada iyi oluyor. Hangi özelliğini severse orası bahar bahçe. Ben de içimdeki tanımsız hissi sevdim galiba. Sevilmeyi unutmuş, yosun tutmuş, karanlık, huysuz, söylenip duran o belirsiz hissi sevdim. Sevgiyi hiç görmediğinden korktu galiba o da sevgiden. Kaçtı benim bulamayacağım bir yere ama yine benim içimde.

Ben de her gidene olduğu gibi davranmaya karar verdim ona; bal gibi de oradayken görmezden geldim. Ne o arar beni, ne de ben onu ararım artık.

Bunları yazan bile odur belki ya da göz bebeklerimin arkasında; kendi marifeti olan bütün anıların arasına gizlenmiş izliyordur.

Bir ben var benden içeri diyor ya; öyle değil işte işin aslı. Onlarca ben var ama birlik; hepsi bir olunca oluyor...

İnsanoğlu

yürümeye; tekerin, yazının ve ateşin icadından önce başladık,

tüm maddiyatı bıraktık; mutluluk ve hayal kırıklığı adına ne varsa sadece onları yanımıza alıp yola çıktık.
yürüdük,
yürüdük,
yürüdük.
hava karardı sonra, aydınlanmaya ihtiyaç duyduk.
bu yüzden suya yazı yazmaya başladık; adımız hayalperest oldu.
su ateşe döndü sonra; aydınlandık ve dumanlar yükselmeye başladı. önce ateş bulundu; sonra dumanından suya yazdıklarımız okundu.
yola devam ettik.
gördüğümüz her ateşe su atmak yerine her suyu ateş eyledik.
daha çok yazdık.
dumandan göz gözü görmeyecek kadar çok!
ne zaman ki her yer duman oldu, o zaman maddiyat durdu.
insanlar sesi tekrar duydu; sevdiklerini kaybetmemek için ellerini tuttu ve onlara sarılarak uyudu.
ne su bitti bu masalda ne de ateş.
yürüdükçe yazdık, yazdıkça yaktık ve yandıkça tüttük isli kelimelerimizin bir araya getirdiği yalnızlıklarımızda.

birilerimiz su olduk,
birilerimiz yol,
ve hepimiz yolcu;
sadece kimimiz yoldan gittik, kimimiz ırmaktan aktık.
yürüdükçe ve aktıkça da çoğaldık.

rüzgardan yorganlar serdik üstümüze,
ateş böceklerinden gece lambaları yaptık.

yürümeye; tekerin, yazının ve ateşin icadından önce başladık,
bu masalda hepimiz insandık,
ve her şeyden önce düşünmeye inandık.