Nedem İşler

Sizlere kucak dolusu elmalar.
Ben Nedem. Nüfus memuru mağdurlarındanım tahmin ettiğiniz üzere. Aslında adım Neden olacakmış ama, kısmet.

Lafa girmeden önce müsadenizle biraz söze gireyim;

İlk olarak sevdiğim şeylerden bahsetmek isterim; mesela yoğurt. Kaymaklı veya kaymaksız asla ayırt etmem, yerim yediririm. Aynı şekilde ayrana da bayılırım. Türk mutfağından ise en sevdiğim şey cezve.

Daha önce bahsetmedim galiba ama ben bir küçük cezve'yim. Durun durun, hemen deli olduğumu sanmayın. Cezve dediysem; Cüneyt-Emin Zevalcilere Velvele Eri.

Nerde kalmıştım? Ha, oturduğum yerden bahsedeyim. İzmir Alsancak doğumlu değilim. Doğma büyüme İstanbulluyum. Sözün bittiği yerde oturuyorum.

Söz bitince biz de mahalleli olarak kendimizi aksiyona maceraya saldık haliyle. Örneğin; geçen bayram memleketim olan Fethiye'ye gidecek otobüsü beklerken çok sıkıldım ve "ilk gelen otobüse binecem." dedim ve kendimi Çaycuma'da buldum. Herkese öneririm. Hayatınızda mutlaka bir kere gidin, ben en güzel dayağımı Çaycuma'da yedim.

Ondan önceki hafta da bizim marangozla birlikte 55 parça rafı 2 günde hazır hale getirmiştik. Adeta benim diyen raftingciye taş çıkarttık.

Bu arada size güzel bi haber de vermek isterim; yakında baba olacağım. Ama bunun için önce birisiyle sevişmem lazım.

Kimisi çok umursamaz kimisi de benim gibi idealist oluyor işte. "Ne olmazsa gözlerin açık gider?" diye sorarsanız sanırım cevap veremem. Ama şunu çok iyi biliyorum ki son overlokçu ayağımıza geldiğinde beyaz adam paranın yenen bir şey olmadığını anlayacak.

Şu sıralar bir arsa ihalesine girdim. İhaleyi alırsam harika bir proje var kafamda "Ali Babanın Çiftliği ve Kırk Haramiler 1453" adında. Rezidans ve ahırdan oluşuyor bu proje. Ahır 2014, rezidans daireleri ise 2015'de teslim edilecek. Herkesin ahırda atına özel park alanı ve yalağı olacak. Atların dışkısıyla da rezidans kendi ısısını kendi üretecek.

Böyle de girişimciyim.

Kendimi övmeyi sevmem açık konuşacağım yaptığım işler kolay değil. Ha sorduğunuzu duyar gibiyim "Nasıl oldu da buralara geldin?", ben de size soruyorum "Nerelere?".

Ben de hikaye bitmez, o yüzden diğer hikayelerime kadar size beyin cimnastiği yaptıracak bir soruyla sözlerimi toparlayım;

"İyi kızlar cennete, kötü kızlar nereye? nerelere giderler?"



Yol

İki saat sonra yolculuk var.

Ne gitmek üzerine ne de gelmek aslında yol.
Hem gitmek var hem gelmek her yolda.
Şehirler arası yolculuklar hayat gibi; bir koltuğa oturup gittiğimizi sanırız saatlerce uyuyarak ve ya cama yaslanıp yolu seyrederek. Bizden bağımsız hareket eden bir şeye kendimizi bırakırız ve gideriz öylece...

Birilerine giderken hep birilerini arkada bırakırız. Sonra bıraktıklarımıza döneriz. Sonra tekrar gideriz.
Hasta olup iyileşmek gibi.

İyiliklere inanmaya ihtiyacım var bütün insanlar gibi,
Sevginin, güvenin varlığına,
Yavrusunu ensesinden tutup taşıyan bir kediye,
Suya ve ekmeğe.

Gözü bağlı bir şekilde burçak tarlasında koşan kız çocuğunun saflığına,
Gökdelenin tepesinde ayaklarını boşluğa sallayıp oturan adamın cesaretine,
Buzdolabı kartonunda yatan evsiz yalnızlığına,
Mesai çıkışı kalabalıklığına,
Hastayken çorba kaynatan sevgili şefkatine,
Sigara dumanını dışarı süzen pencere aralığına; ihtiyacım var,
Kısaca ihtiyacım var lan; bir güzelliği kendi tüzelliğimde yaşamaya ihtiyacım var.

Molada tuvalete koşan adam kaygısızlığında,
Uykusunu bölüp mercimek ya da ezogelin içen teyze tutkusunda bir şeylere,
Sadece köşeleri birleşmiş beş bin parçalık puzzle'ın ortası gibi olan ruhumu tamamlamaya gerek var.

Yola çıkmak gerek hepsi için,
Önce tekerler dönecek sonra ben.

Son El

kimse sevmez kaybedenleri.

herkes güçlü birilerini ister kendini yaslayabileceği ama bunu isterken herkes unutur; kendinin kim bilir kaç kez kaybettiğini.

ama biz kaybettik kabul edin. ağır gelecekse ve ya ağlamayacaksanız yazdıklarımı okumayın.

ağlamayan insanla hiç bir konuda tartışmaya gerek yoktur.
sevemez, inanamaz ve gülemez ağlamayan.

biz gerçeği yaşayıp görenleriz.
bir güzelliğin yolunun, kötülüklerden geçtiğini bilen,
ama bunu bile bile göğüs gerenleriz.

sanmayın kolaydır kaybeden olmak.
çünkü kaybetmek için önce kazanmak gerekir ve asıl zorluk budur.
kaybeder yine kazanırız. daha zor kazanır daha zor kaybederiz.
ta ki kendimizi bırakana kadar.
bi gün kendimizi bırakırız; ya boşluğa ya da birine.

işte o zaman son kez kaybederiz ve;

ya boşlukta kaybolur aşuk oluruz,
ya birinde kaybolur maşuk oluruz.



Hasan Dalhakayık

Öncelikle günaydın, sonralıkla yakşamlar.
Ben Hasan, daha doğrusu sizin bildiğiniz adımla: Hasan.

Ben tam anlamıyla bi kaybedenim. Çorabımın teki, en sevdiğim tişört, girdiğim iddialar; hepsini kaybettim.

Ama bu hayatta tek bir şeyi kaybetmediğim varsa o da hiç bir şey kaybetmediğimdir. Gördüğünüz gibi felsefeye büyük bir ilgim vardır ve bir yolun hep yarısını giderek hedefe ulaşılmayacağını bildiğimden genelde yola çıkmam.

İlişkilerim çalkantısız olur genelde.

Son ilişkim müzik sevdam yüzünden bitti. Hala aklım almıyor. Mehter marşının son şarkısını evde yüksek ses dinlerken rahatsız olmuş prenses, eşyalarını toplayıp gitti. Ben çok sesli müzik seviyorsam suç mu?

Bir muhabbet kuşum vardı onun da muhabbeti beni açmadı. Komşunun kedisine verdim.

Hayat karşıma her zaman biraz daha zorlu bir engel çıkartmayı başardı. Köyde dedemin emektar bir atı vardı, 1 beygir gücünde. Bunlar o atı satılığa çıkartmış, neyse bir çok talip çıkmış etmiş derken dedemin aklına bir fikir gelmiş: "Bu at Fatih'in İstanbul'u fethederken bindiği at." demiş. Kimse de çıkıp bir at o kadar yaşar mı dememiş ya la. Atı 650 bin TL'ye sattılar. O parayla bir Ferrari aldılar. Ferrari alınca iki öküzlerini de satıp, sabanı Ferrari'ye taktılar. Yani artık makinalı üretime geçti dedemler. İşte sanayi devrimi!

Belki duymuşsunuzdur Dalhakayıkbeyoğulları beyliği vardı orta anadoluda. Şaka la şaka, yoktu.

Her şeyi bıraksam da komik kişiliğimi çıkarıp bi kenara koyamıyorum.

Tuttuğum takıma gelince, tabi ki mehter takımı.

Bu arada ne kadar kabayım, size mesleğimden bahsetmedim. İstanbul'da nezih bir semtte umumi tuvalet işletiyorum. Bu benim çocukluk hayalim değildi belki ama babamı kaybedince şirketin başına ben geçtim. Küçük büyük bir çok müşterimiz oluyor.

Bir de küçük kardeşim var, görseniz o kadar şerefsiz, o kadar tatsız ve nahoş bir çocuk ki. Zaten daha o doğmadan senelerce anneme yalvardım çocuğu aldırın diye. Senelerce yalvardım çünkü kardeşim anne karnında 3,5 yıl kaldı.

Bazıları karşıma geçip soruyor, eğer imkanın olsa hayatını değiştirir miydin diye;

Tabi ki hayır çünkü bu mükemmel hayatta yaşadığım ne varsa onlar beni ben yapan nedenler.

Başınız ne zaman sıkışırsa şirkete beklerim, kolonya mendil benden ;)

Bir Zamanlar

yaz geldi, üşüdüğümü hissettim,
aklımın bir yerinde bir şeyler artık eskisi gibi değildi.
ne eksiklik ne fazlalıktı bu.
ateşi çıkan bir hasta gibiydim,
zaten hep garip gelmişti bana ateş.
vücut ısısı artarken neden titrerdi ki insan?
daha yapraklar dökülmeden sonbaharı özledim.

poşetten imal kayaklarımızla, çok da yokuş olmayan sokaklarda karda kaymak,
karı eriten yağmura küfretmekti mevsimler.
yaz dondurmaydı,
kış kar.
hep bir soğukluk vardı yani içinde.
meyve varsa ilk yoksa sonbahar.
kim bilebilir ki hangi bahar son bizim için?

akşam ezanına müteakip eve giren çocuklardık,
daha hiç aşık olmamıştık lunaparktaki çarpışan otolar dışında kimseye.
yırtık ve çoğu zaman yamalıydı eşofmanlarımız,
ve her yamanın altında bir yara vardı dizlerimizde.
artık büyüdük,
görünmeyen yamalar var,
artık görünmeyen yakınlarımızın bıraktığı yaralarda yüreklerimizde.

şiirler ezberlerdik anlamını bilmeden,
sayfalarca.
şimdi anlamını bildiğimiz bir kelime sayfalara bedel.

"evdeyseniz annemler size gelecek." diyen çocuklardık biz,
öyle temiz, öyle saftık.

lekeler sadece maç yaptığımız tişörtlerimizdeydi,
sonra onlar da içimize işledi.

koşarak kaçardık sokaktaki sahipsiz köpeklerden,
şimdi sabit, stabil ve standart olarak kaçmaya çalıştıklarımız hep derinden.

aldım çocukluğumu karşıma,
yemin ettirdim;

boğazın şişene kadar yenecek o dondurma yine,
poşetten donuna kadar işleyecek kaydığın kar,
tekrar seveceksin lunaparkları,
ayakların kıçına vura vura kaçacaksın köpeklerden,
şiirler ezberleyeceksin,
ama şarkılar söylemeyeceksin,
çünkü şarkıların sahibi var çocuk;

sen bir söylersin, bin yama sökülür süslü eşofmanından,
dizlerindeki yara büyüklüğüne kanar,
yüreğindekiler beste olur güftesi sen olan bir esere,
ve sonra bir rüzgar eser durur.
sus büyüyeceksen,
büyümek sana göre değil.
külahından eriyen dondurma ellerine aksın bırak,
bademciklerin görünene kadar açmayacaksan ağzını gülerken,
sus çocuk, hiç büyüme.

Neyse Zaten Hiç Halim Yok

Bir süredir yazmaya başlayıp başlayıp bırakıyorum bu yazıyı.

Gidecek olsam ve geridekilere bir şeyler yazsam ne derim diye düşünüyorum hep. Özür dileyeceklerim var illa ki. Arkadaşı, akrabam, sevgilim olup da kırdığım insanlar var. Benim de kırılmış olmam vb. şeyler bahane değil. Kimseyi kırmamalı ve üzmemeli hayatta; gerekirse kimseyle muhatap olunmamalı.

Gitsem diyorum, nereye giderim acaba tüm yaşananları geride bırakıp?              Dilimde bi veda türküsü sürekli ama daha bavulum bile hazır değil. Belki de bavulsuz, giysisiz giderim; geldiğim gibi, saf, çıplak ve temiz.

Sürekli üzülecek bir şeyler bulmaktan sıkıldım çünkü. O yüzden gitmeliyim; daha umursamaz olacağım bi yerlere.

Arkadaşlarıma üzülüyorum, kendime üzülüyorum, ülkeme üzülüyorum, dünyaya üzülüyorum ve insanlığa üzülüyorum.

Sokakta bir lira için milletin eline bakan 70 yaşında bi adama, mutsuzluğu bile bile birine kapılıp giden bir arkadaşıma, sıkıntıdan ve bana olan özlemlerinden dolayı kendini kötü hisseden anne-babama, 8 silindirli arabasının deposunu doldurmak için milyonlarca insanın vatanı olan bir ülkeyi yerle bir eden süper güçlere, içsel bir şey olan dini olabildiğince dışsal olarak kullanan duygu sömürücülerine ve insanoğlundan, cansız ve duygusuz birer robot oluşumuza giden sürece üzülüyorum.

Ne misyonum var bu dünyada bilmiyorum. Birilerine ulaştığım tek yol yazmak. Bir şeyleri değiştirmek için de yazmıyorum açıkçası çünkü genelde kendimden bahsediyorum; çıkmazlarımı anlatıyorum.

Zaten değişmez de bir şeyler bu dünyada. Ona da yok artık bir inancım. Mesela kızlar kendilerini  sevmeyen ve en karaktersiz adama gider, erkekler kendilerini seven naif kızın kalbini kırar. “Bi ömür olsun.” diye aşklar başlar, birkaç yıl olacağını bile bile. Ona bakma, bunu giyme deriz biz erkekler; o kız kimdi, şunla-bunla görüşme dersiniz siz kızlar. Güveni kendi koyduğumuz sınırlarla tanımlarız; empati yapmadan sadece suçlamayı öğrendiğimiz dünyamızda. Güneş bulutların arkasında kalsa da orda olduğunu bilmek gibi, sıcaklığını hissetmek gibi görmeyiz sevdayı. Hep o bulutun arkasından da haber almak isteriz güneşten, sanki bulutların arkasında kalınca daha güzelini bulacakmış gibi bu gezegenden.

Biliyorum zamanım doluyor. Yeniden doğmam lazım. Bu sefer erken olmamalı doğumum ilkinde olduğu gibi ama hiçbir şeye de geç kalmamalıyım.

Bu dünyada hepimizin bir misyonu var aslında “mutlu olmak.”.  Mutlu ettiğimiz için mutlu olmak, sevdiğimiz için mutlu olmak, yalnız olduğumuz için mutlu olmak; her durumda mutlu olmak.

Huzur da var bunun yanında tabi. Huzur isteyip en huzursuz olacağımız şeyleri yapmak, en yanlış şıkkın kutucuğunu karalamak gibi.

Biri elimizden tutuyor, biz uçurtma oluyoruz; rüzgarla savruluyoruz ordan oraya gök denizinin maviliğine dalıp dans ediyoruz hayali yunuslarla, gemilere el sallayarak.

Aralıksız bir şekilde misyon bulma çabamız var ama bu çaba yersiz değildir. Gayedir hayatı anlamlı kılan. Birçoğumuzun içerisinde bulunduğu boşluk bu yüzden bu kadar kötü ve karanlıktır. Sevgiye inancını kaybeden bir kalp her yere gidebilir; göğe de çıkar dibe de batar. Önce heyecan biter galiba; korktuğunuz şeylerin artık umurunuzda olmadığını görürsünüz. Yükseklik korkunuz var diyelim, o kadar umursamaz oluyorsunuz ki en yüksekte bile yarı belinize kadar sarkabiliyorsunuz aşağı. Ya da karanlık korkusu olanlar karanlıkta rahatlıkla oturabiliyor; çünkü hepsi biliyor artık içlerindeki karanlık ışıksızlıktan daha koyu.
Hep karamsarım size göre de mi? Önemli olan karamsar olmam zaten dışardan bakınca; “neden” karamsar olduğum değil.

Behzat Ç.’de çok güzel bir cümle vardı hatta serzeniş:“ İyi ol dediler, kötü nasıl olunur bilmeden. İyi misin dediler, bir kere bile gerçekten nasılsın demediler.” hah işte! Tam da böyle.

Ama artık önemli değil. Tecrübelerimiz yaptığımız doğrular değil yanlışlarmış gerçekten de. Aslında sadece yaptığımız yanlışlar da değil, başkalarının yaptığı yanlışlar da güzel tecrübe oluyor bize.

Mahallede, sokakta oynayan 4-5 akran çocuk olarak yazları ailelerimiz meybuz almamamız için uyarırlardı bizi. “Boyalı ve zararlı onlar.” derlerdi. Belki yaşımız küçük diye belki de demek istemediklerinden asıl boyalı ve zararlı olanların insanlar olduğunu bize kimse söylemedi; üstelik birçoğu meybuzdan da soğuktu.

Soğuk bir kış gününde Ankara 19 Mayıs Stadı’nda gidip bağırdığım hakem değildi çoğu zaman. Olmayanlara bağırıyordum o maçlarda, Ankara ayazında; ya da yanlış olanlara. Kolum yorulsun diye atkı sallayıp, bacaklarım yorulsun diye zıplıyordum. Tribünde yorulunca akşamına rahat uykuya dalıyordum çünkü.


Benim büyük sırlarım olmadı. Sırları olan insanların sırları da benden çıkmadı; çünkü birinin söylemek isteyip de söyleyememesi ne kötüdür çok iyi öğrendim ben lisede. Sonra öğrendiğimi ara ara tekrar ettim hayatımın farklı evrelerinde. Kimi kendini kimi sevdiği birini savunmak için sır hapseder bazen kalbine bazen beynine. Kalbin anahtarı 2. bir kişide kalır, beyninki kişide. Eğer o iki anahtardan biri kaybolursa o zaman girdap başlar. Beyin kalbe akar. Mantık kalmaz artık ortada ve her şey buluşur tam kalpte; aşk olur. Ondandır “aşk olsun!” diyen mantıksız çoktur.

Şimdi sürtünmesiz ve karanlık bir ortamda,
Yukarıdan aşağı serbest düşüyorum.
Hiç bir his yok sanki vücudumdaki sinirlerimde.
Uçsuz bucaksız ve adressiz ilerliyorum.
Bi süre daha böyleyim muhtemelen.
Ve bi süre yokum ortalarda;
Gülen gözlerle sizi izlerken. 

Gittim Gelicem

kendinizi kalabalık sanmayın, yalnızsınız.
kötü değil ama bu, herkes kendine yeter fazlasıyla;
öyle ya, kendimize yetmesek nasıl yeterdik bi o kadar da başkasına?

rahat olun, hayalinizde kurduğunuz krallıkta tacınızı takın,
ne yaparsanız yapın sizinle olur sandığınız dostlarınıza bakın.

ne o taht sizin, ne taç, ne de dostlar,
sizin elinizde sadece iki avucunuza sığacak kıçınız var.

ne dost lazım bana ne başka bir şey. ben kendimle varım, kendimle güçlüyüm.
eksik yanlarımıza farklı isimler takarak yaşamayı bıraktığımız gün adım atmış oluyoruz mutluluğa.

kusurlarımız kadar var oluyoruz.

her şeyden önce gelmem lazım kendime,
"gittim gelcem." yazıp asmışım vitrinime.
ve yol bir dakka miktarınca, gidiyorum gündüz gece.


Herkes Aynı Hayatta

O gidene kadar onlarca, yüzlerce sigara içilmişti; toplamda 25 kişinin aynı anda oturabildiği o barda. İçeriye girdiğinde dumandan gözleri yandı hafif, sonra ağır ağır ilerlemeye başladı barın karşısındaki iki kişilik masaya tek başına oturmak için. Bir bir söyledi:"Şişe olsun." diye de ekledi.

Onun dışında 15-20 kişi vardı, hiç birini farketmedi; diğerleri de onu farketmemişti. Milletin sigarasını yeterince soluduktan sonra kendisi de bir sigara yaktı. İlk nefesinden sonra içinde 3-4 izmarit olan kül tablasına koydu.

Sigarasının dumanı barın açık olan camından dışarıya doğru süzülüp havaya karıştı.

...

Hep sevildiğini sanan kadın o gece öğrenmişti defalarca kez aldatıldığını. Orada pişman oldu geçmişte kendisini en çok seven adama hep yüz dönüşüne. Hep yalnız bırakışına.

Evinin yakınındaki parka gitti.

Boş bir banka oturdu, Ankara'yı tepeden gören. Şehrin ışıklarına baktı; Kızılay'a, Ulus'a hatta hiç gidip görmediği Etimesgut'a.

Gözleri doluydu ama neye ağlayacağını bile bilmiyordu; geçmişine yoksa daha geçmişine mi?

...

Bu hikaye ne adamın ne de kadının hikayesiydi.

Barın camından çıkan duman kadının olduğu parka havalandı. Ve kadın derin bir nefes aldığında da ciğerlerine doldu.

Biri nefes verdi, biri nefes aldı; ama artık çok uzaklardı.

Doktor

http://www.youtube.com/watch?v=aPJrzXxNd8E

Meraba,

Ben Çağdaş. Doğrusunun Mer"h"aba olduğunu bile bile Meraba yazan biriyim; kısacası yaptığım yanlışlar genelde bile bile yaptığım şeylerden oluşur.

Bunu okuyanlardan kimisinin abisi, kiminin kuzeni, okul arkadaşı, iş arkadaşı, dostu, oğlu, yeğeni, sırdaşı, kiminin eski sevgilisi, kimi için tamamen yabancı, kimi için de çok iyi tanıyıp hiç sevmediği birisiyim.

İnsan büyüdükçe sıfatları da artıyor, sorumlulukları da. Ne kadar dolarsa hayatınız, içinizde bir şeyler de bir o kadar boşalıyor zamanla.

Benim içimdeki bu girdap ne zaman başladı emin değilim ama İstanbul'a geldiğim zamanlar olsa gerek çıkış noktası. Ya da çok daha önceden olan bir şeyi ben o zaman farkedip hissetmeye başladım. 23 yıl boyunca "acı" diyebileceğim tek şey aşk acısı oldu hayatımda çok şükür. Sağlığım sıhhatimle ilgili ciddi bir sorun yaşamadım, huzurlu ve mutluydum. Dediğim gibi sadece aşkla ilgili sıkıntılarım oldu yer yer.

Ama İstanbul değiştirdi her şeyi. Tokat bile yememiş bir süt çocuğunu taşlı sopalı bir kavgaya sokmak gibi geldi bana bu metropol. Truman Show'daki gibi hissettim ilk aylarımda sürekli. İlişkim kötü gidiyordu, işe alışamıyordum, ailem sevdiklerim ve büyüdüğüm çevreden artık uzaktım...

O sıralarda yazmaya dört elle sarıldım. Burada insan çok rahat yapayalnız kalabiliyordu ve ben öyle oldukça yazdım. Beyaz sayfalar topladım etrafıma ve her birine içimden gelen farklı şeyleri döktüm.

Yazarken, geçmişte yaptığım hatalarla ilgili aklımı sorguya çektim sık sık:"olay saatinde neredeydin?" diye.

Bu sürede hayatın anlamını çözdüm diyemem belki ama bir çok şey gördüm, duydum, yaşadım ve bu tecrübelerimle de bir çok konuda gözüm açıldı. İnsanların ne istedikleri, neyi neden yapmaya çalıştıkları vs. vs. vs.

Duyguları uğruna yaşayan çok az insan olduğunu gördüm; en azından burada. Artık herkes ya arzu ya hırs ya ego ya şehvet ya da sadece yapmış olmak için yapıyor iyiliği de kötülüğü de. Şehirden mi? yaş ilerlediğinden mi? yoksa tamamen tesadüf mü bilmiyorum ama "aşk" artık lise ve ya üniversite sıralarındaki anlamından çok farklı bir halde yaşanıyor.

Artık pasta mumlarını üflerken "kırmızı ayakkabı" ya da "vitesli bisiklet" istemiyor insanlar; terfi, para, seks, bir ev, lüks bir araba sonra daha çok para istiyor.

Neyse kendime döneyim tekrar.

Bu; başta kendim olmak üzere her şeyi sorgulama durumum beni çok zorlamaya başladı. Askere gittim sonra kafam zaten yeterince karışıkken. Onlarca farklı hayat, farklı öykü dinledim. Ve dinlediğim hayat hikayeleri de öyle ATV ana haberde ağlayın diye koyulanlar gibi değildi. Kimsenin bilmeyeceği ama oralarda bi yerde; bazen Manisa'da bazen Van bazen de Bingöl'deki o çocukların; İbrahim'in, Çetin'in, Levent'in kimse bilmese de yaşayacağı gerçekliklerdi.

Döndükten sonra başladı asıl sorgulamam. Sadece yemek, içmek ve sağlıklı nefes alır şekilde hayatımızı sürdürmek için mi hayattaydık?

Ne yaptığımızı ya da en azından ne yaptığımı çözemedim.

Doktora gitmem gerekiyordu ve gittim de. Sadece belli şeyleri engelleyen bi ilaç verdi ve artık daralmadan düşünmemi sorgulamamı sağladı. Ben sordukça içimdeki boşluk arttı, arttıkça ben sordum.

Şu an geldiğim noktada nasılım bilmiyorum. Birisi "nasılsın?" diye sorduğunda artık gerçekten de bilmiyorum bunun cevabını.

Eskiden korktuğum şeylerden artık korkmuyorum; ama cesaretliyim diye değil, bir şey hissetmediğimden.

Ne yapmalıyım ya da yapmamalıyım bilmiyorum ama Teoman özetliyor durumu aslında;

"Çok mu ayıp hala mutluluk istemek? Neyse zaten hiç halim yok..."

https://twitter.com/_cagdasileri_