Altın Günü

“Sana biraz daha dolma vereyim mi evladım?” dedi Fitnat Teyze. Bu soruyu bana ilk sorduğunda sanıyorum dokuz yaşındaydım. O zamanlar, özellikle yaz tatillerinde, annem nereye gitse beni de sürüklerdi peşinden; bense en çok altın günlerini severdim. Sınırsız ilgi, sayamayacağım kadar çok zeytinyağlı, kurabiye, börek, çörek... Benden yaşça ve ebatça çok büyük kadınların, aslında ne kadar da bana benzediklerini izleyerek yerdim tabağımdakilerden. Sırayla, hepsinin toplanıp da o günkü ev sahibine götürdüğü parlak sarı metale bir anlam veremezdim başlarda. Babamın kahvehanede içtiği çaylar karşılığında verdiği plastik markalara benzetirdim hatta o yaşlarda altını. Gözümde tek farkı, çayın yanında zeytinyağlılara da ulaşım sağlamasıydı...

Eski asfaltın üstünü yalandan kaplayan çakıl taşlarını saça savura ve tozu dumana kata kata koşturduğumuz sokak oyunlarının ziyafe molası, koşarken kıçımıza vurduğumuz ayaklarımızın da dinlenme noktasıydı ansızın götürüldüğümüz altın günleri. İlkokul arkadaşım Fatma'nın anı defterine, beşinci sınıfı bitirdiğimiz sene: "Annenin patatesli peynirli karışık böreği çok güzel, taşındığınız için o böreği çok özleyeceğim. Ellerinden öpüyorum." yazdım diye kız iki saat ağlamıştı; üzülmedim, annesi o güzel börek açan elleriyle sakinleştirmiştir onu eve gittiğinde...

"Ver ver, dolma harika olmuş Fitnat Teyzem!" dedim. Benim ne kadar büyüdüğümden bahsettik biraz, sonra onlar sohbete dalınca ben de o eve ve evdeki anılara daldım.

Şu an tam karşımda duran, üzeri dantelle örtülmüş, tüplü Schaub Lorenz televizyonun bu eve girdiği haftayı hatırlıyorum mesela; Fitnat Teyze’nin rahmetli kocası Necip Amca zar zor kucaklayarak getirmişti; Dünya'nın derdini yüklediği omuzlarına bir de eşek ölüsü ağırlığında bu televizyonu yükleyip gelmişti eve. Televizyonu elektronikçinin kamyonetinden kucaklayıp indirirken biz sokakta top oynuyorduk. “Vurmayın lan ben geçene kadar topa. Televizyonun bir yerine gelirse babanızın maaşı yetmez!” diye bağırmıştı bize. Hepimiz gülmüştük, babası iki sene önce vefat eden Yiğit dışında.

Televizyonun geldiği hafta, peşpeşe dört gün boyunca Fitnat Teyzelere gitmiştik annemle. Kadınlar televizyon izlerken rahmetli kocası biz çocuklarla oyun oynardı. Manavdı Necip Amca ve misafir geleceği akşamlarda, çocuklar için en kırmızı, en çıtır elmaları doldurur poşete eve getirirdi. Çok naif, Dünya iyisi bir insandı. Kızdığını bir kere görmüştüm. Bir akşam, Yiğit'e verdiği elmadan kurt çıkınca bizi elektronikçinin kamyonetine doluşturup hale götürmüştü. Önde Necip Amca, arkasında beş çocuk, halde o kurtlu elmayı satan adamın dükkanını aradık; birkaç dakika sonra da bulduk. Dükkana girere girmez Necip Amca elindeki elmayı yere fırlatıp; "Bu ne Rıdvan? Utanmıyor musun? Senin yüzünden el kadar bebeye kurt yedirecektim az kalsın!" dedi. Rıdvan şaşırmıştı. Karşısındaki bir manav ve beş adet bitirimin neler yapabileceğini kestiremediğinden ya da ona o an çok sempatik göründüğümüzden; "Tamam Necip sakin ol. Ben size karışık meyve vereyim, gençlerden de böylece özür dileyeyim." dedi. Dediğini de yaptı; daha önce hiç yemediğimiz meyveler verdi, o gece uzun uzun oturup televizyon izledik.

Dokuz yaşımdaki halini hatırladığım televizyon karşımdaki vitrin gözünde öylece duruyordu. Üzerindeki dantel kefeni gibiydi. Bir daha açılmayacaktı belki ama o cam ekranında izlenenler, televizyonla birebir yaşanan anılar gibi gömülmüştü o vitrin gözüne. Benim içinse taze elmalarıyla Necip Amca’ydı o kutu.

Bu sefer böreklerinden uzatıp "Al hadi böreğin de bitmiş." dedi. “Bir tane daha alayım Fitnat Teyze.” diyerek gülümsedim. Geri çevrilince, yemeklerinin tadı beğenilmedi sanıp üzülüyordu çünkü. O üzülmesin diye dolmaya, kısıra abanıp kilo alınca kocasıyla arası açılan gün üyeleri bile vardı.
Dokuz yaşındaki gibi değildi tabi ki yirmi dört yaşında altın gününe gitmek. Kadınlar, orta hakemle haberleşen yan hakem gibi; dudakları okunmasın diye ağızlarını kapatarak konuşuyorlardı. Hepsi arada bir “Acaba ne zaman evlenir bu çocuk?” bakışlarıyla beni süzüyordu. Evlenip onların gün kadrosuna taze bir gelin katmamı bekliyordu hepsi, kısır dolgulu dişleri ve limon dilimli çaylarıyla.
Müjgan Abla beni süzmesini tamamlayınca: “Ee Tufan, artık üniversiteyi de bitirdin. Ne zaman açarsın şöyle güzel bir galeri?” dedi. Otomotiv Mühendisliği Bölümü’nü kazandığımdan beri Müjgan Abla benim galeri açmak için üniversiteye gittiğimi sanıyordu. Herkese bir şekilde anlatmıştım ama Müjgan mesleğimi anlamamakta inat ediyordu. Kahvehanedeki Sunay Abi: “Sen şimdi okul bittiğinde galerici mi olacaksın?” dediğinde “Abi Uçak Mühendisleri okulu bitirince uçak mı satıyor?” diye sorarak onu bertaraf edebilmiştim ama yok Müjgan vazgeçmiyordu. Ben de uzatmak istemedim bu sefer: “Kısmet Müjgan abla. Yer bakıyoruz işte galeri için.” dedim; o da bana, sahil kenarında bir yer açmam için nasihatte bulundu.

Fitnat Teyze ekstradan bir dolma daha getirdi o sırada, yanına da dayanamayıp az daha kısır koymuştu.

Ben dolmamın kapalı kısmından büyük bir ısırık alırken Necibe Teyze’nin göz ucuyla beni süzdüğünü fark ettim. “Uğursuz, nursuz!” dedi, kendi kendine söyleniyor havası verecek kadar kısık ama herkes duyacak kadar boğuk bir sesle. “Efendim teyzecim?” dedim ama öyle trafikte korna çalan şoföre diklenir gibi değil, kibarca. “Sen bizim alt komşunun kızıyla mı konuşuyorsun Tufan?” dedi. ‘Konuşuyor’dum. Daha doğrusu kısa süre öncesine kadar konuşuyorduk.

Sude; Necibe Teyzelerin alt komşusunun kızıydı. Adı geçince, siyah çoraplı ayak parmaklarımı kasıp, parmak üstlerini halıya bastıracak kadar heyecanlandıran kız. Ben kısırsam, yani çocuk sahibi olamama anlamında değil bulgurdan yapılan kısırsam, o kesinlikle nar ekşimdi. Beni sadelikten kurtaran, hareketlendiren, tatlı ekşi ne kadar lezzet varsa hayatıma katan. Ben kömürsem, o kardan adamdı ve kömür karam onun gözlerinde anlam kazanıyordu. Sonra bir gün yağmur yağdı, o yağmura katılıp erimeyi, gitmeyi tercih etti; ben kömür gibi kaldım, bu sefer içim dışımdan kara.
Aslında onu çok güneşli bir günde görüp aşık olmuştum ama hikayemizi daha anlaşılır kılabilmek için herkese, onu gördüğüm sırada sağanak yağmur olduğunu ve ikimizin de sırılsıklam olduğunu söylüyordum. Islanıp alnından aşağı süzülen esmer saçları daha anlaşılır kılıyordu hissettiklerimi. Güneşli bir Haziran sabahındansa,  yağmurlu bir Eylül akşamına daha çok yakıştırıyor insanlar çünkü gerçek olmayan aşkları. Ben de insanlar yakıştırmaz beni diye konuşamadım Sude'yle. Daha doğrusu konuştum da; hiç bir cümlemde, içimde ona hususi olan uygarlıktan bahsetmedim. Belki de sırf bu yüzden ilkel kaldı bi yanım... Aklımdan, bir altın günü içi gereğinden fazla derin olan bu hisler geçtikten sonra kısırımdaki taze soğan parçalarını saymaya başladım. “Yok konuşmuyoruz Necibe Teyze. Eskiden arkadaştık sadece.” dedim. Yaşlı naifliği vardır bilirsiniz ama kesinlikle saflık değil, naiflik. Tam naiflik de denemez aslında; naiflik içine kamufle olmuş kurnazlık diyebilirim. Bütün yaşanmışlıklarıyla, gerçeği daha yalanın gelişinden anlarlar hani. Necibe Teyze de anladı: “Aman oğlum, başka arkadaşın olur. O kızın çok eski arkadaşı var zaten boşver.” dedi. Ben de boşvermiştim zaten, umursamaktan arda kalan zamanlarda.

Dolmam bitince bir an Fitnat Teyze’yle göz göze geldik. O ağzını açmadan: “Ellerine sağlık. Ben lavaboya bırakayım tabağımı.” diye kalktım yerimden. “Bana da çay getir. Al bardağımı, bana da çay getir!” dedi arkamdan kabilenin en yaşlı üyesi Kamuran Hanım Teyze. Emir verme alışkanlığı eşinden geliyordu. Emekli Albay’dı ne de olsa enişte. Elinden boş bardağı alırken: “Seninki napıyo kız?” dedim, duydu ama duyduğuna inanamadığından “Ne diyorsun oğlum?” dedi. “Albayım diyorum, ne yapıyor?” dedim. “İyi.” dedi uzatmak istemeyerek. İyiyse iyiydi oradakiler için sevdikleri, detaya gerek yoktu.

Kamuran’ın çayını getirince bu sefer gidip Müjgan’ın yanına oturdum. İçlerinde en genci o olduğu için yanına gittiğimde bir tedirgin oldu. Irzına geçmeye yeltenmişim gibi güllü basmalı eteğini düzeltip bacaklarını topladı. Sol elimi “L” sağ elimi de ters “L” gibi tutarak havada yavaşça birbirlerinden uzaklaştırdım “Müjgan Galeri” dedim, “Adını vereyim mi kız dükkana?”. “Git be manyak.” dedi hoşuna giderek, gülüştü diğerleri de. Bir çeyrek altın, bir gün tabağı aylık mutluluklarıydı. Ve hepsini büyük ihtimalle son kez görüyordum.

Bundan önceki son altın gününde annemle Ayşe tartışınca annem gelmeme kararı almıştı bu güne. Sonraki hafta başka şehre taşınacağımız için de benim gönlüm razı olmamıştı çocukluğum, ergenliğim, gençliğimin parçası olan bu insanlara vedasız gitmek. Altınımı alıp ben gelmiştim bu sefer yanlarına. Albay, ben liseye giderken: “Sevdiklerin askerlerin, tanıdıkların onbaşılar gibidir Tufan. Tanıdıkların olmadan sevdiklerinle arandaki düzeni, dengeyi kuramazsın. Onları ihmal etme.” demişti bir gün. Buradaki insanlar da benim tanıdıklarımdı. Son içtima için dizilmişti hepsi koltuklarına.

“Bana müsade güzeller.” dedim ellerimi dizlerime bastırarak doğrulurken. Yol için hazırlık yapmam gerekiyordu. “Bakmayın, annem de çok üzülüyor sizden ayrıldığı için. Geçen hafta ki kavgayı da bahane etti işte sırf veda etmeyim diye, gelmedi. Kızmayın ona. Hepinizi çok özleyecek emin olun.” dedim. Cebimdeki çeyrek altını masadaki kasenin içerisine, diğer altınların yanına bıraktım. Önce ev sahibi Fitnat Teyze’yi, sonra Kamuran Sultan’ı, Ayşe’yi, Necibe Teyze’yi, Müjgan Oto Kiralama Ltd. Şti.’yi öptüm, sarıldım.

Hepsi beni uğurlamak için kalktı. Kapıya doğru yürürken, açık olan mutfak kapısından masadaki meyvelere takıldı gözüm. Onların önünde hızlı adımlarla mutfağa gidip kıpkırmızı bi elma aldım. Kazağıma sürerek iyice parlattıktan sonra: “Necip Amcamın elmaları gibi.” diyip bir ısırık aldım. Buruk bir tebessüm oturdu hepsinin dudağına.

Ayakkabılarımı kapının önüne atıp giyindim. Son bir baktım hepsinin hayat dolu gözlerinin içine: “Hakkınızı helal edin.” dedim. Sağ olsunlar, hepsi de helal etti; ben de onlara el sallayarak çocukluğuma veda ettim.