50 cc

koltuğun her zaman oturduğum köşesine yine oturmadan önce buzdolabına ne zaman koyduğumu bile unuttuğum bi bira aldım, son kullanma tarihi geçen uzun ömürlü sütün hemen arkasından; karışık turşu konservesinin yanından.

neyiz biz? ne yapıyoruz?

sordukça, düşündükçe daha zor olur belki ama sormadan da hiç olmuyor ki.

çocukken izlemeyi istediğim çizgi film ve yeni oyuncaklar tek derdimizken şimdi ne kadar garip ve hatta bazen sinir bozucu geliyor küçük bir oyuncak için ağlayıp ortalığı yıkan çocuklar. onlar istedikleri ve mutluluk yükledikleri şeylere bizden daha büyük bir tutkuyla mı bağlanıyorlar yoksa sadece çocuklar diye mi böyle?

camdan binlerce ev ve binlerce ışık görünüyor. her evde ayrı insanlar, ayrı hayatlar. kiminin daha canlı ışığı kimi ise loş ışıkta oturuyor ve ya yatıyor. bir de ışık bile açmadan karanlıkta duranlar var, sessizce kendisiyle konuşanlar ve ya belki de yüksek sesle konuşan komşusunu dinleyenler. bir çok insan ve bir çok hayal var her şehirde. kimi asla olmayacağını bile bile kimi de hemen yarın gerçek olacakmış gibi hayal ediyor. onlarca çocuk doğuyor şu anda bile. nereye geldiklerini ve kalan hayatlarında ne yapacaklarını bilmeden. ve insanlar sevdiklerini kaybediyorlar aynı dakikalarda. dünya böyle dönüyor, kusurunda bile bir kusursuzluk barındırarak.

hatalar yapıyoruz, sonra doğrular.

gece olunca anlıyoruz ne kadar yalnız olduğumuzu. yalnızlık kötü bir şey diye değil, sadece anlıyoruz işte.

yorgun argın yürürken sokakta top oynayan çocuklara özeniyoruz, yokuş aşağı kaçan topu kim alacak diye tartışıyor onlar.

artık her daldığımız nokta başka bir anıya bağlanıyor. kimisi tebessüm ettiren kimisi acıtan. ve hatalar yapıyoruz sonra yine doğrular.

ailesiyle gittiği küçük bir alışveriş merkezinde kaybolan ve o an dünyası kararmış gibi hisseden çocuk değiliz artık, biliyoruz; çünkü hayat çok daha büyük bir alışveriş merkezi ve gün içinde onlarca kez kayboluyoruz.

herkes kendini aradığı bir yolculuk yapıyor; sadece kimisi daha çok adres soruyor yabancılara, kimiyse "bi şekilde her yer oraya bağlanır." diye bakıyor hayata.

yağmur, kar ve soğuk sadece kışın olmaz ki ama. eğer ne olduğunun farkında değilse her mevsim kara kış gelebilir insana.

çok kişiye güveniyoruz sonra. hep bir anlam yüklüyoruz.

ağzımızı kulaklarımıza götüren tüm anılara inat hep gözlerimizi buğulandıranlar geliyor aklımıza. tüm o anılarda tek bir soruya ulaşıyoruz "neden?" ve tek bir kelime söylüyoruz "keşke".

"büyük"lere özgü tüm kötülüklerden arınmış bir şekilde kalmak, kalabilmek istiyoruz. hırs, öfke, nefret, yalan, vefasızlık olmadan.

hava kapıyor sonra ve artık kar çocukluğumuzdaki gibi "kardan adam" anlamına gelmiyor.

uzun süredir dolapta bekleyen bira bitiyor.

Akıl Sağlığı

"bir gün bir gün bir çocuk eve de gitmiş kimse yok,
açmış bakmış dolabı, şeker de sanmış ilacı,
almış onu içeriye cik cik cik cik ötsün diye,
pır pır ederken canlandı,
hep gözlerim kanlandı."

Evet, önceden de dediğimiz gibi her şeyin başı sağlık ama en başı akıl sağlığı. Neden mi? çünkü akıl en yukarda, kafada, yani o zaten baş. O yüzden sağlığın başının ilk başı da akıl sağlığı, basit bir mantık yani.

Gitgide artan stres ve strese bağlı olarak daha da artan stres günümüzün en büyük sorunlarından. Her üç kişiden ikisi stresli, kalan bir kişi de "ben de sorun mu var lan? ben niye stresli değilim?" diye kendine gizliden gizliye stres yapıyor.

Diğer bir günümüz sıkıntısı da sürekli kopan internet bağlantıları ama bu sağlık konumuzla bağıntısız.

Belki de yakın tarihimize baktığımızda en mutlu insanlar Hello Kitty, Bizimkilerdeki Cemil, Şener Şen, Ali Şen ve diğer Ali Şen.

Peki neden böyle? Çok mu zor bir şey bu mutluluk dediğimiz? "Her şeyden tat almak" gerçek bir terim mi acaba? Ve bu terime ancak ve ancak kendi içimizde yapacağımız yolculukla mı ulaşabiliriz? İnsanın kendi içinde yapacağı yolculuk tabi ki önemlidir ama bu yolculuğu neyle ve nasıl yapacağı da büyük önem taşımaktadır. Mesela iç yolculuğunuza mesai çıkışındaki bir Metrobüs'le çıksanız bundan iç sağlığınıza ne hayır gelir? Bir de şöyle geniş bir limuzin düşünün; arka koltukta tek başınıza yayılmış en rahat pijamalarınızla oturup en sevdiğiniz içkiyi yudumluyorsunuz ve etrafınız en sevdiğiniz kuru yemişlerle, abur cuburlarla dolu, karşınızda dev ekran bi tv ve siz ne isterseniz onu yayınlıyor. (burada kendinizi biraz iktidar gibi hissedebilirsiniz.)

Ama dış etkenler de en az iç etkenler kadar önemli malesef ve asıl yıpratıcı olanlar da bunlar oluyor. En sevdiğiniz takımınıza harika başlamayı düşündüğünüz bir günün sabahının köründe güvercin pisleyebiliyor,  en sevdiğiniz tişörtünüze güvercin pisleyebiliyor, yazın mayoyla dururken üstünüze güvercin pisleyebiliyor; yani kısacası "güvercin pisleyebiliyor".

Dondurma yazın yenir deniliyor mesela ama dondurmayı alıyorsun; hooop! daha iki dakka geçmeden eriyor ve en kötüsü iade edemiyorsun. Kışın yesen mis gibi erimeden kalır uzun süre ama bu sefer de hasta olursun. İşte büyümek ve yetişkin, olgun bir insan olmak bu tip şeylere karar verme sorumluluğunu da beraberinde getiriyor.

Kafa dağıtmak bu tip sıkıntı ve buhranlarda büyük önem taşıyor. Bunun için de yapabileceğiniz ufak bir kaç tüyo verebilirim sizlere: köpeğinizi alıp sahilde güzel bir yürüyüşe çıkabilirsiniz, köpeğinizi alıp pikniğe gidebilirsiniz, köpeğinizle sinemada güzel bir filme gidebilirsiniz, köpeğinizle favori dondurmacınızda en sevdiğiniz limonlu dondurmadan afiyetle yiyebilirsiniz ya da şu köpeği artık bırakıp kendinize bir sevgili yapabilirsiniz!