Komiser Hakan / Bir Yaz Gecesi - 1

"Abi, birileri ölmezse biz işsiz kalırız de mi?" dedi Çetin; Beşiktaş'ta oturdukları kafeden ayrılmış, cinayet ihbarının olduğu adrese doğru giderken. "He Çetin. Hatta ölümler azalırsa birer ikişer işten çıkarırlar önce. Sonra artarsa tekrar yerimize birisini alırlar. Salak salak konuşma da geç hadi geç! Yeşil yandı." dedi Burak, cevaben.

Gazı kökledi Çetin, tekerleri kayarak harekete geçti araba. Hakan, çoğu ihbardan sonra olduğu gibi, yine kafasını cama yaslamış boş gözlerle dışarıyı izliyordu. Her cinayet ihbarıyla birlikte, onun da içi, biraz daha ölüyordu sanki. Bu kadar güzel bir adamın bu kadar çok ölümle uğraşmasının tek bir açıklaması vardı: hayat!

Ortaköy üzerinden Zincirlikuyu'ya oradan da Levent'e vardılar. Haftasonu ve güzel bir yaz akşamı için makul denilebilecek bir trafik vardı. Maslak'a ulaşmaları on dakika kadar sürdü.

Her ihbar geldiğinde, üçünün de belli tepkileri vardı aldıkları haber karşısında. Çetin olduğundan daha hareketli ve konuşkan bir hal alırdı, Burak sinirlenir ve her şeye agresif yaklaşırdı; Hakan ise susardı.

İhbarın geldiği adrese vardıklarında, rezidansın girişinde Olay Yeri İnceleme ekibinin amiri Tufan Komiser karşıladı onları: "Hoş geldiniz Hakan Komiserim. Biz de biraz önce geldik. İki ölü var, sevgililer muhtemelen. Cinayeti işaret eden bir bulgu yok elimizde ama dediğim gibi yeni geldik, arkadaşlar hala araştırıyor. İsterseniz buyurun bir çay içelim biz." dedi.

- Ne çayı Tufan? İşinizi halledin, ilk inceleme bitince birazdan çıkıyoruz yukarı, söyle adamlarına.
- Peki Hakan. Beş dakika sonra yukarıda olun.

Başını kaldırıp rezidansın son katını görmek istediğinde, başı dönecek kadar yüksekteydi. Bahçeye inip polislere korku dolu gözlerle bakan rezidans sakinlerini inceledi. O panik anında bile bazıları Hakan'ın ve Çetin'in tişörtlerine, ayakkabılarına dikkatlice bakıyorlardı; bu muhitte görmeye alışık olmadıkları bir etiket skalasına aitti sonuçta onlar. Burak giyimine dikkat ederdi, o yüzden o diğerleri kadar göze batmıyordu; hatta üçünü, ünlü bir modacının defilesinde podyumda hayal etsek, Burak kesinlikle, modacıyla el ele kapanışı yapabilecek bir haldeydi. "Bunlar bize mi bakıyo la?" diye iki kızı işaret etti Çetin. Hakan, bir şey demeden sağ elini Çetin'in sağ omzuna atıp hafifçe sıktı, kaybedenlerin vücut dilinde bu 'siktir et' demekti...

Beş dakikaları dolunca yukarı çıktılar. Evin dış kapısında zorlama belirtisi yoktu, kapının tam karşısında, iki tarafı açık, ahşap bir kitaplık, salonu ve koridoru birbirinden ayırıyordu. Kitaplardan bir kaçı yere düşmüştü ve salonda, pencerenin önünde yer alan çalışma masasının çekmeceleri de açıktı. İncelemeye devam eden memurlara: "Bir şeyler bulabildiniz mi?" diye sordu Hakan. Memurlardan birisi yerde yatan cesetlerin birbirine kenetlenmiş ellerini işaret etti ve elindeki feneri oraya doğrulttu; ellerinin arasında bir ilaç şişesi duruyordu. "Ne bu?" dedi Hakan; ağır bir uyku ilacı olduğunu ve intihar etmiş olabileceklerini söyledi memur.

Hakan resmi kafasında canlandıramıyordu. Üçüncü bir kişi tarafından bunların yapılabilmiş olması muhtemel gelmiyor; bir arada intihar edecek iki aşığın da ortalığı bu kadar dağıtıp, yıkıp sonrasında sakince yere uzanacağına ihtimal vermiyordu. "Sizce ne olmuş?" dedi Çetin ve Burak'a, lafa her zaman ki gibi Çetin girdi;

- Cinayet, artı, intihar abi.
- O nasıl lan?
- Şöyle. Bu adam eve geliyor. Kadının kendisini aldattığını öğrenmiş ya da ne bileyim; kadın hamile ama çocuğu aldırmam diyor. Bu tarz bir husumet var aralarında.
- Eee?
- Adam sinirleniyor. Bir iki kitap alıp yere çalıyor kendini kontrol edemeyip. Sonra çekmeceleri açmaya başlıyor: 'Nerede o lanet olası uyku ilaçların ha? Nerede?' filan diyerek. 'Lanet olası' deme nedeni de zengin olması, sen ben diyemeyiz öyle. Neyse işte, sonra ilaçları bulup önce zorla kadına içiriyor sonra da pişmanlık ve sinirle kendisi de içip el ele yere uzanıyor kadınla.
- Öylece ölüyolar yani birlikte?
- Bence öyle.

- Tufan sen ne diyosun? Çetin'in bu kez bir şeyleri bilebilme ihtimali var mı?
- Mantıksız değil aslında söyledikleri ama yine de havada kalıyor. Kimse ne kavga ne gürültü duymuş. Mutfak masasında kırmızı şarap ve güzel bir yemek var. Kötü bir haber, tartışmanın aksine sanki bir şeyleri kutluyorlarmış gibi duruyor. Bilemiyorum Hakan.

Hakan da bilemiyordu. Anlık bir sessizlik oldu, herkes yerde yatan çifte bakarken Hakan'ın telefonunun titreşimi sessizliği dağıttı. Bir yeni mesaj gelmişti:

"Hadi Hakan. Sence de herkesi evden göndermenin zamanı gelmedi mi? Olay Yeri İncelemeyi de, ekibini de çıkar daireden. Dört yıldır yüz yüze görüşememiştik. Herkes gidince çiftin oturma odasına gel, laflayalım..."


Komiser Hakan - Yeniden

- Bir şeylerin kötü gitmesinden daha kötü bir şey varsa o da, içinde bunların düzeleceğine dair bir inanç ve umut kalmamasıdır... Duydun mu ne diyorum?... Çetin... Çetin! Uyudun mu sığır!

Uyumuştu. Genelde de uyurdu. Ya arpası fazla gelmiş at gibi enerjik olurdu ya da tatlıyı çok kaçırmış şeker hastası gibi yığılıp kalırdı.

Çetin'in uyumasına kızsa da kalkıp üzerini örttü, televizyonu kapattı. Boş boş duvarı izleyecek kadar dertli olduğu ne kadar akşam varsa hemen hepsinde Çetin çıkıp gelirdi, içine doğmuş gibi. Yine gelmişti. Hakan'ı lafa tutup anlattırdı. O sırada da uyuya kaldı.

Çetin'in üzerini örtünce salonun penceresini aralayıp ikili kanepeye uzun oturdu, bir sigara yaktı. Ruhu çekilmiş gibi hissediyordu bu günlerde. Ne yapsa yanlış karar gibi geliyordu ona, ihtimaller arasında doğru yoktu sanki. Çetin bir şeyler mırıldandı o sırada "Ne?" dedi Hakan, bu sefer biraz daha anlaşılır mırıldandı: "Rakı içtiğin gün ölmezmişsin.". Rüyasında ne gördüğünü ya da nasıl bir hayal gücü olduğunu anlamasa da olduğu yerden Çetin'e doğru doğrularak:"Çetin! Sana önce rakı içiririm, sonra da bayıltana kadar döverim, it!" dedi. Yalnız geçireceği akşamına dert ortağı olarak dahil olduktan on dakika sonra uykuya dalmıştı. Bir nevi boş umut vermişti ona ve bu Hakan'ın tahammül edebileceği bir şey değildi. Hızını alamayıp üzerine örttüğü polar battaniyesini çekip yere attı:"Kalk lan, kalk! Madem geldin ve artist artist konuşuyosun, kalkacaksın ve rakı içcez! Kalk eşek herif!" dedi.

Çetin, fuhuş yaparken basılmış gibi kalktı kanepeden. Şaşkın ve tedirgin bir şekilde ayağa kalkıp öylece kaldı. Hakan onu biraz izledikten sonra tebessümüne engel olamadı ama gülmedi de; gülmek için çok fazla derdi ve acısı olan bir insandı. "Gerizekalı git yüzünü yıka, ben de sofrayı kurayım." diyerek Çetin'i banyoya yolladı ve masanın üzerinde duran telsizinin sesini kıstı.

Peynir, salatalık, turşu, zeytin ve elmayı masaya koyduktan sonra buzları ve rakıyı getirdi. "Su yok mu abi?" dedi Çetin. Cevap verme gereği bile duymadan masaya oturup vitrinin açık rafındaki radyoyu da masaya koydu. "Al şunu güzel bi frekans aç da dinleyelim zevzek." diyerek Çetin'e verdi.

- Komiserim Burak'ı da arasa mıydık? Şimdi kız gibi trip yapar o çağırmazsak?
- Oğlum o kız arkadaşıyla değil mi? Gelip bizimle rakı mı içecek?

Çetin, radyoda "Adını Sen Koy" çalan frekansı bulunca direk durdu, radyoyu yavaşça masaya bıraktı;

- Hah işte bu! Nası buldum şarkıyı? Gelmez de mi bizimle içmeye? Dur ben bi arayım yine de...

Aradı. Burak da kız arkadaşını eve bırakmak üzere olduğunu, oradan da onlara katılacağını söyledi. Çetin bu bilgiyi Hakan'a verdikten sonra bir şey konuşmadan şarkıyı dinlediler. Sadece arada bir, birbirine çarpan kadehlerin sesi çöktü sofranın üzerine...

Büyük bir yudum rakısından aldıktan sonra ağzının içini beyaz peynirle sıvayıp konuşmaya başladı Hakan;

- Çetin sen neden hiç aşık olmuyosun lan? Bi kere bile demedin ki 'Abi ben şu kızı çok seviyorum.'.

- Şimdi sen yakışıklı, akıllı, efendi adamsın abi. Senin için aşık olmak kolay ve güzel. Sana da aşık olurlar. Ben öyle değilim; ben çirkin, kaba ve izansızım. Bana kimse aşık olmaz. O yüzden ben de aşık olup kavuşamamanın acısını yaşayacağıma kimseye aşık olmadan aşksızlığın burukluğunu yaşamayı tercih ettim. Benim gibi adamların mutluluk beklentisi olmaz zaten böyle konularda; biz sadece daha az mutsuz olan neyse onu seçmeye çalışırız. Ben lisede bi kıza "Seni Seviyorum." dedim diye babasına şikayet etmişti de öğretmen velimi çağırmıştı. İnsan sevdiğini söylediği için şikayet mi edilirmiş? Ben edildim! Okulda gitmedim ama hayatta disipline gittim o olay üzerine, kimseyi sevmedim. Sevgisizlik güzel abi, valla bak. Mesela şimdi sen rakıyı derdinden içiyon, ben tadını sevdiğimden.

- Senin dertsiz içen halini sikeyim Çetin.

Dört beş şarkı boyunca konuşmadılar. Duvarlar bir kaç ton sarardı içtikleri sigaralardan.

Kapı çaldı, Çetin kalktı açmaya. Bir dakika kadar ses gelmedikten sonra:"Abi bi gelsene kapıya." diye bağırdı içeriye doğru Çetin. Hakan gitti, kapıda üniversite çağında genç bir kız duruyordu:"Yaklaşık bir saattir aralıksız arabesk yayını sizin evden mi yapılıyor?" dedi.

- Pardon sesi çok mu açmışız?
- Çok mu? Yok estağfurullah ama çok biraz az kalır. Kulaklarım Müslüm Gürses'e doydu.

dedi. Çetin diyaloğa dahil oldu:"Kulakların doymuş ama ruhun doymamış ruhun! Kepçe kulaklı vicdansız!" dedi. Hakan Çetin'in ensesinden tutup salona doğru savurdu bu çıkışından sonra.

- Biz kısıyoruz müziği hanımefendi, tekrar özür dilerim.
- Siz ne içiyosunuz?
- R..rakı. Neden?
- Tahmin etmiştim. Sarhoş ve mutsuz duruyosun.
- Ne alakası var ki?
- Alkol insana neşe verir. Rakı vermez, derdi ortaya çıkarır. Hadi size yarasın, ben kaçtım.

dedi ve merdivenleri koşarak çıkıp gözden kayboldu.

Masaya döndüğünde Çetin yine uyukluyordu:"Geç lan kanepeye, uyu uyuyacaksan." dedi, o da itiraz etmedi. O uyuduktan sonra iki tek daha içti. Üçüncüyü içerken radyoyu kapatıp bir sigara daha yaktı. Kapıdan tıkırtılar geldi o sırada; panikleyemeyecek kadar sarhoş ve umursamazdı hayata karşı. Zaten gelen de Burak'tı. Geçtiğimiz ay aldığı yedek anahtarla girmişti.

Uykudaki bir yeni doğan bebeği uyandırmamaya çalışır gibi sessizce gelip masaya oturdu, rakısını doldurdu. Hakan'ın paketinden bir sigara alıp yaktı.

- Ee abi? Bu sığır uyuyor diye biz konuşamayacak mıyız şimdi?
- Konuşacak bir şey kalmadı ki be oğlum.

Lahmacun

"İyi akşamlar, ben yarım saat önce iki lahmacun söylemiştim. Eğer lahmacunu yapmadan önce kıymaları şarapta bekletmiyorsanız siprişimin neden bu kadar geciktiğini sorabilir miyim Rüstem Usta?" dedi. Demesiyle de telefon suratına kapandı. Dört gündür aralıksız olarak makarna yediği için o gün bir çılgınlık yaparak lahmacun söylemeye karar vermişti. Aradan dört dakika geçtikten sonra Meşhur Antepli Kebap Lahmacun ve Dürüm Salonu'nu tekrar aradı. Telefonu açan kişi kısık sesle bir şeyler söyledi ama o anlamadı:"Ne diyon?" dedi, yanıt olarak: "Abi kapat, polisler burda, arama yapıyolar." dedi aynı kısık ses.

Evet! Eğer kendisi polis olsa o da gidip o kebapçıda arama yapabilirdi. Ona göre; adı "kebapçı" olup da ürünlerinde bu kadar eser miktarda et olan başka bir işletme yoktu. "Burası temiz komiserim. Ürünlerde hiç ete rastlamadık." cümlesini kurduğu, üniformalı bir sahne hafızasında canlanıyordu ki aç olduğunu hatırladı. Karşı duvarda asılı, emekli edebiyat öğretmeni dedesine ait olan tabloya bakarak açlığıyla ilgili bir sunum yapabilecek kadar açtı.

Bir yanı farklı bir kebapçıyı arayıp sipariş vermek isterken diğer yanı montunu giyip olay yerine gitmek için çıldırıyordu. O da çıldıran yanının sesine kulak verdi.

Üç sokak aşağıdaki kebapçıya, on dakika sonra ulaştı; gerçekten de dükkanın önünde ekip otosu duruyordu. Toplaşan kalabalığa yanaşıp: "Hayır mı dayı?" diye sordu içlerinden en delikanlı ama dedikoducu duran tipe. "Hayır değil gardaş. Kebapçının alt katında kumar oynatıyolarmış. Biz de bu günahkarların kebaplarını yiyip duruyoduk." dedi dayı. Orada, asla sonuca ulaşamayacak bir diyaloğa gireceğini anladığından konuyu uzatmadan teşekkür edip dükkana doğru yöneldi. Kapıdaki genç memur onu durdurdu: "Nereye kardeşim? Kapalı dükkan, arama var içerde." dedi. "Tamam işte, ben de aramaya yardımcı olmaya geldim memur bey. Benim de iki tane lahmacunum var içerde, bi yardım edin de bulalım şunları hadi." dedi. Memur onu oradan uzaklaştırırken bir çok akrabasını da andı.

Artık olay bir açlık oyunundan çok daha fazlası olmuştu onun için. Sadece "bir şeyler" yemek değildi olay; lahmacun yemeliydi ama nerede?

Hemen telefonunu çıkarıp, bütün yemek uygulamalarını ezbere bilen arkadaşı Melis'i aradı: "Alo Melis hayırlı akşamlar. Uzatmadan konuya giriyorum. Bizim evin civarında en iyi lahmacunu nerede yiyebilirim?" dedi. Bu soru belli ki Melis'i zorlayacaktı. O daha çok Avrupa Mutfağı'na hakimdi. "Iıı, sen şimdi nerdesin? Sen tam olarak nerdesin? Olduğun yeri desene bi." gibi sorular sorarak zaman kazanma çabasına girişince o da telefonu kapatmaya karar verdi. Lisenin biraz ilerisinde kalan fırın geldi aklına. Kendisi de o liseden mezundu ve cuma günleri, eğer harçlıkları bitmemişse, ders çıkışı topluca o fırına giderlerdi. Fırının sahibi Tombul Cenk üç sene önce vefat etmişti, şimdi oğlu Tıknaz Umut işletiyordu fırını.

Hafif rüzgar ve serinliğin altında fırına ulaştı. Umut, duvara monte televizyona dalmış uyukluyordu. "Umut, Umut naber?" diye oturdu yanına. Umut esnedi, gözlerini ovdu, biraz gerindi. "Ne işin var lan bu saatte fırında?" dedi. "Bana lahmacun ver Umut." dedi o da.

- Oğlum ne lahmacunu ya. Fırını yakmadık bile akşam ki ekmek servisinden sonra.
- E yakalım şimdi kanka. Canım çekti be çıtır çıtır. Hadi yak da yap.
- Oğlum git başımdan ya. Ben birazdan eve gitcem zaten hadi sen de def ol yavaştan.
- İnşallah bi gün senin de canın çok lahmacun çeker de senin için de kimse fırınını filan yakmaz Umut. İnnnşallah!

dedi ve hafif dolan gözlerle fırından ayrıldı. Antep'ten Dünya'ya yayılan bu lezzete ulaşması giderek zor bir hal alıyordu. Aklında ve midesinde lahmacun düşüncesi ile yürürken fark etmeden yola indi. Acı korna sesi ile irkildiğinde kendisine çarpmak üzere olan taksiyi ve kendisine küfreden taksiciyi fark etti: "Lan göt! Araç mısın da yolun ortasından yürüyosun!" diyen taksiciye: "Bildiğin iyi bi kebapçı var mı?" sorusuyla karşılık verdi. Taksici az önce "Göt" dediği adamı aracına buyur edip: "Seni en kral yere götürücem abi, hem de çok yakın." dedi. Otüz üç dakika kadar gittikten sonra sahilde bir balık restoranının önünde durdular: "Lan burası balıkçı! Ne alakası var lahmacunla?" dedi. "Lahmacun dediğin tam hangisi oluyodu abi?" dedi taksici. Bu soru üzerine birbirlerini izlediler bir süre. Taksicinin çocukluğunu, gelmişini ve geçmişini düşündü. Kim bilir ne yaralar, ne acılar vardı hayatında: "Sen benimle dalga mı geçiyon yavşak!" diyerek tekmesini sallamasıyla taksinin tamponunu düşürmesi bir oldu. Hiç koşmadığı ve bir daha da koşamayacağı kadar hızlı bir şekilde oradan uzaklaştı.

En yakın durağa gidip otobüse bindi. Yol boyu karnını içeriden yumruk atan açlığını bastırmaya çalıştı. Şehri ve otobüs şoförünün içli köfte şeklindeki ellerini izledi.

Kırk dakika sonra yaşadığı binaya ulaşmıştı.

Evin kapısını açtığında tam karşıda, salonda, sehpanın başına oturmuş olan ev arkadaşı Ahmet'i gördü. Ahmet de onu görünce elinde tuttuğu tepsiyi hafif eğimli şekilde ona doğru tutarak: "Gel lan, kaynanan seviyomuş. Gelirken lahmacun almıştım, yiyelim." dedi.