KONYAK

Saçımın önündeki, inatla sola yatmayan son tutamı da jöleyle iyice yatırdıktan sonra montumu da giyip evden çıktım. Bu tarz bir heyecanı yaşamayalı uzun zaman olmuştu; tamam, belli belirsiz konuşarak kendimi avutmama gerek yok, tam sekiz yıl olmuştu. Sekiz yıldır bir kızla buluşmamıştım. En son, üniversite birdeyken, Mimarlık bölümünden bir kızla kantinde tanışıp iki kere sinemaya bir kere de kafeye gitmiştik. Sonra da ayrılmıştı zaten benden. Mühendislik Fakültesi'nde okuduğum için de, sonrasında bir kızla tanışmak kolay olmamıştı.

Bugün farklıydı ama. Kendimi yeniden genç hissediyordum, yaşlı değildim zaten ama genç olup da yaşlı hissederken bu sefer olduğum gibi hissediyordum. İki gün önce aldığım parfümün kokusu, her adımımda, vücudumun dalgalanmasıyla burnuma ulaşıyordu; bu gece güzel olacaktı. Aklımı kurcalayan tek bir şey vardı; o da kızla daha önce hiç yüzyüze görüşmememiz hatta yüzünü bile bilmememdi. İş yerinden Fuat'ın gazına gelip açtığım arkadaşlık sitesi profili sayesinde tanışmıştım bu "Suadiye Menekşesi" ile. Kızın takma adı bende tam bir silüet oluşturmamakla birlikte; dört kedi ve onlarca ev bitkisi içerisinde, elinde sigarası fonda taş plaktan gelen bir musiki sesi ile beni karşılamasından biraz çekiniyordum. Hiç aklıma da gelmemişti "Bir resmini atar mısın?" demek, onun da gelmemiş olacak ki o da sormamıştı. Belki de bu tarz bir buluşmayı tamamen kader ile bağdaştıran birisiydi ve büyünün bozulmasını istemiyordu...

İşin bir diğer ilginç yanı ise beni evine çağırmış olmasıydı. Bildiğim üç dört iyi kafe ve barı önermeme karşın o inatla evde görüşelim demişti. Ya havanın soğukluğu onu bu planı yapmaya zorlamıştı ya da dışarı çıkıp ekstra para harcamak istemiyordu; aklında, hiç tanımadığı rastgele bir yabancıyla cinsel münasebete girmek olduğunu ihtimal dahiline bile almıyordum. Tüm bu düşünceler eşliğinde boş bir taksi bulup kendimi arka koltuğa attım. Normalde taksiye bindiğimde -ki bu yılda bir veya iki kez olur- kesinlikle ön koltuğa otururdum ama bugün her şey özel ve farklı olmalıydı. Anadolu Yakası'na Metrobüs'le geçmek bütün büyüyü bozacak gibi geldiğinden taksiyi seçmiştim. "Suadiye'ye şoför bey." dedim; muhtemelen, uzun mesafeye gidecek her müşteride olduğu gibi taksicinin dudak kenarına bir tebessüm oturdu; karnesindeki bütün derslerinin 'pekiyi' olduğunu babasına gösteren kız çocuğu gibi kirpiklerini anlık kırpışını dikiz aynasından yakaladım. "Hay hay." dedi.

Telefonuma yaklaşık otuz iki dakikadır bakmadığımı fark edince cebimden çıkarttım, iki yeni mesaj gelmişti.

"Mühendis123 ne zamana bende olursun?"

"Hu huu, orada mısın? Geliyorsun değil mi?"

O da benim gibi sabırsızlanıyordu, bu sefer benim dudağımın kenarına bir tebessüm oturdu; "Aç da güzel bi müzik dinleyelim be abim!" dedim, 'şoför bey'den, 'be abim'e geçiş hızımın açıklaması tamamen hormoneldi.  

Boğaz Köprüsü'ne, vapurlara, Ortaköy'e hayran kaldım. "Kadın ne güzel şey ya!" diye düşündüm, neler hissettiriyorlardı bize; hem de hiç tanımadan, yüzünü bile görmeden. Taksici radyoyu açtı, 'Sigaramın Dumanı' çalıyordu. Tam kendimi şarkıya kaptırıp mırıldanacakken kızın mesajına cevap yazmadığımı fark edip: "Geliyorum, köprüyü geçiyorum şimdi, yirmi dakikaya sendeyim." yazdım. Sonra tekrar şarkıya döndüm, bir yandan mırıldanıp bir yandan da "Asu Maralman şimdi ne yapıyordur acaba?" diye düşündüm ama çok üstünde durmadım.
Kızın evine armut gibi eli boş gitmemin hoş olmayacağı geldi aklıma, ne alabilirim diye düşünmeye başladım. "Abi bi şey sorcam. Sen birinin evine misafirliğe giderken ne götürürsün?" dedim taksiciye;

- Valla bilader ben genelde kayınçoya gidiyorum misafirliğe, ona da konyak götürüyorum giderken.

- Hmm konyak. Değişik olabilir. Onun doğrusu kanyak değil mi bu arada?

- İkisi de doğru. Kanyak da konyak da. İsme takılma.

- Anlıyorum abi. Önereceğin bir marka var mı peki?

- Sen kime götüreceksin? Senin için önemli birisi mi yoksa sen de kayınçona mı gidiyosun?

- Abicim açıkçası muhabbetimin çok 'kayınço'ya bağlanmasını istemediğim birisine gidiyorum diyebilirim.

- O zaman kafana göre sor al tekelden, yanına da sütlü çikolata al, çiçek gibi.

- Peki abi, eyvallah.

Konyak alma fikri bir yandan aklıma yatarken bir yandan da ilk buluşmada kızın hem evine gidip hem de ev hediyesi olarak alkol almak kendimi iyiden iyiye ırz düşmanı gibi hissettirmişti. "Tamam bekliyorum. Görüşürüz." diye yanıt verdi son mesajıma, ben de verdiği adrese iki sokak kala taksiden indim. Hem biraz açık havada yürüyüp heyecanımı atmayı hem de eve giden yolda bir tekel bulmayı hedeflemiştim, buldum da. Üç adam içerde konuşurken laflarını böldüm: "Konyak alacaktım da..." diyerek; dükkan sahibi seri bir dönüşle kasaya geçip: "Buyur kardeşim." dedi bana. Bir anda kardeşi oluvermiştim. Neden beni bu kadar yakın bellemişti ki? Belki de ben, iki sokak ötesinde oturan, bu mahallenin kızına göz dikmiştim, buradan alacağım alkolle onu kendinden geçirip daha önce hiç kimseye yapmadığım şeyler yapacaktım?  O da anlamıştı sanırım benim ne mal olduğumu. Zaten birisini sarhoş etmeye çalışsam ondan üç saat kadar önce kendim sarhoş olup sızardım. "Konyak alacaktım, güzelinden. Bir de sütlü çikolata." dedim. "Ooo, özel bir akşam mı? Konyak alan pek kalmadı gençler arasında, zevkli adamsın sen demek ki." dedi. Az önce 'kardeşi' belleyerek araladığı güven kapısının üzerine şimdi de gururumu okşamaya başlamıştı; lanet olsun amacı neydi bu tekelcinin? "Sağ ol abi, işte zevkimize göre biz de yapıyoruz yani bir şeyler." benzeri bir geveleme ile siyah tekel poşetimi alıp ücreti ödedim ve oradan ayrıldım.

Artık kızın evine gidip zile basmak kalmıştı geriye. Altı dakika kadar yürüdükten sonra verdiği adrese geldim. Apartmanın ikinci katında, pencerede birisi sokağı izliyordu. Beni fark edince perdeyi çekip içeri geçti, muhtemelen bu oydu. Telefonumu çıkarıp: "Geldim, zile basıyorum." diye mesaj attım. Dünya üzerinde, bir haberleşme aracını kullanacağımı başka bir haberleşme aracıyla haber veren ilk gerizekalı ben olabilirdim. Mesajı attıktan sonra daha ben zile basmadan kız kapıyı açtı. O kapıyı açan "dızııırrrt" sesi ile birlikte kalp atışlarım en az iki kat hızlandı. Herhangi bir izdivaç programındaki paravanın açılmasından hiç bir farkı yoktu bulunduğum durumun. Ben merdivenlerde attığım her adımda paravan biraz daha aralanıyordu, kızın kapısına gidince: "Aaaa, ben başka adaylarla devam etmek istiyorum Esra Hanım." demekten çok korkuyordum ama bir yandan da sadece "bir çay içmek" için ta Suadiye'ye de gelmiş olmak istemiyordum.
Apartmanın fotoselli lambaları benim çıktığım katı aydınlatarak üzerimde bir sahne etkisi yaratmıştı; sanki kızın karşısına geldiğimde bütün ışıklar sönerek üzerime güçlü bir spot ışığı düşecekti. Kata geldim, yine ben zili çalmadan kapıyı açtı, gülerek: "Hoşgeldin Mühendis123." dedi.
Gayet normal bir kızdı, sevimliydi de. Konyak ve çikolatanın bulunduğu tekel poşetini uzatırken hayvanlığıma sövdüm içimden. Asker arkadaşıma içmeye gelir gibi kıza siyah naylon poşette getirmiştim aldıklarımı. Zaten o siyah tekel poşetlerinin olaylarını da hiç anlamamışımdır; içerisinde içki olduğu anlaşılmasın diye verilir ama siyah poşeti gören içinde içki olduğunu anlar; alkolün açtığı kafalar için muazzam bir paradoks.

"Geçsene içeri, ayakkabılarını içeride çıkar." dedi. Onu dinledim ben de. Poşeti mutfağa bırakıp tekrar yanıma geldi. Sürekli gülüyordu. Bu gülüşün altında: "Gecenin sonunda böbreklerini aldığımda çok zengin olacağım ni ha ha ha." gibi bir anlam aramak istemesem de biraz tedirgin oldum. Salona buyur etti, sadece ama güzel dekore edilmiş bir salondu. Bir ikili kanepe iki de berjer vardı. Ben ikili kanepeye oturdum çünkü televizyon onun karşısında kalıyordu. Feng Shui'ye göre hep televizyonun tam karşısına mı oturmak gerekirdi bilmiyorum ama dayıma göre bu böyleydi ve ben ilkokul yıllarımda Feng Shui'nin değil Nazım Dayı'mın yanında yaşamıştım. Benim, götümü, folluktaki tavuk gibi bir o yana bir bu yana yerleştirip belime de bir kırlent koymam ile birlikte yerleşme merasimimin bittiğini görünce: "Ne içersin." diye sordu. "Neler içmem ki bea!" dedim sarhoş Metin Akpınar taklidi yapar gibi. Ben kovmasını beklerken o güldü bu halime. "Aslında konyak almıştım ama sever misin bilmem, kaldı ki alkol içmek istemeyebilirsin de, o yüzden sen ne istersen uyarım." dedim. "Konyak hiç denemedim, ben de şarap diye düşünmüştüm açıkçası ama konyakla başlayalım." dedi.  'Başlayalım?' sorusu çaktı kafamda; "Konyak lan bu konyak! Adamın ağzına sıçar! Neyin başlamasından bahsediyosun! Sonrasında bi de başka bi şey mi içcez Kamil!" demek istedim ama diyemedim tabi, denmezdi de zaten. "Hı hı, olur canım öyle yapalım." dedim.
Gitti, giderken de bir cd koydu, aman Allah'ım o ne güzel cd'ydi öyle, ne güzel müziklerdi. "Kız Allah canını almasın kim bunlar." diye yanına gidesimi getirecek kadar çekti aldı ruhumu benden, ki dikkatinizi çekerim mühendis adamım.

İçkileri alıp gelince konuşmaya başladık;

- Bu arada artık gerçek isimlerimizle hitap edelim istersen, Sinem ben.

- Çok memnun oldum, ben de Serdar. Nasılsın?

- İyiyim teşekkür ederim. Sen nasılsın? Rahat bulabildin mi evi?

- Buldum valla, çok merkezi yerdeymiş zaten. Neler yaptın bugün? Böyle ben de senin cumartesi akşamını hiç etmiş oldum.

- Aa, o nasıl laf ya, saçmalama lütfen. Güzel güzel konuşup sohbet ederiz, içkiler içeriz. Hiç etmek niye olsun. Ben de evdeydim, biraz tembellik yaptım, bir de film izledim akşam üzeri.

- Hangi filmi izledin?

- Hababam Sınıfı Tatilde'yi izledim, en sevdiğim filmi, yemin ederim kaçıncı izleyişim bilmiyorum.

Bu kız beni hiç görmeden benimle internette tanışmıştı, beni direk evine çağırdı, benden şüphelenmedi, çekinmedi, içeriz uzun uzun sohbet ederiz gibi ucu açık cümleler de kurdu; buraya kadar tamam ama herşeyin; Hababam Sınıfı Tatilde'yi izleyip de 'en sevdiğim film' diyeceği kadar kusursuz olması beni biraz kıllandırmıştı. Biraz sustum ve konyağımla ilgilendim. Heyecandan olsa gerek, daha ilk bardağı içerken ellerim biraz karıncalanmıştı. Kısa sürede ikinci bardağa geçtik zaten.
"Sustun." dedi. Bu cümleye de kendimi bildim bileli ayar olurum. Dünya'daki en basit tespit cümlesi, susmuşum; "Yok ya!". "Bak kızım" diye giriş yaptım cümleye, artık ipler kimin elinde iyice anlamalıydı: "Ben çok zor şeyler yaşadım. Kafamda, takıntı haline gelmiş o kadar çok soru var ki, baktım ki hiç biri gitmiyor; ben de hepsine bir yer yatağı yaptım, hem rahat uyuyamasınlar hem de tepeme çıkmasınlar diye. Şimdi sen benim sessiz kalmamı 'susmak' olarak yorumlama o yüzden, sessizsem aklımdaki sorular uyanmasın diye." dedim. Ne dediğimi ben de çok bilmiyordum ama sanırım güzel ve etkili şeyler söylemiştim ki şaşkınlıkla açtı, iri kahverengi gözlerini: "Vav" dedi; "Ne laf ama!".

Kendimi biraz çikolataya verip konyağın acısını bastırma çabasındayken kapı çaldı. Sinem kalktı kapıyı açtı. Oturduğum yerden Sinem'in sağ yarısı ve dış kapının kapalı kalan kısmı görünüyordu. Kapıdaki kimse, bir süre konuştuktan sonra: "Bugün ödeyecektin ama!" diye bir ses yükseldi karşıdan. Konyağın da verdiği mertlikle kapıya yöneldim, orta yaş üstü bir amca pijamalarıyla kapıda dikiliyordu. "Beyefendi kim Sinem?" dedim, "Yöneticimiz. Sen geç içeri ben birazdan geliyorum." dedi ama bunu derken tedirgindi, o noktada benim dahil olmamam imkansızdı: "Beyefendi sorun nedir?" dedim. Benim kim olduğumu sordu haklı olarak, kuzeniyim dedim. Sinem aidatı üç aydır ödemiyormuş, aylık elli liradan yüz elli lira borcu varmış, adam da onu almaya gelmiş. "Ben hallederim!" dedim, derken de kendimi bir an dışarıdan gördüm, süpermen gibi, kırmızı pelerinim ve taytımın üzerine giydiğim kırmızı donumla yöneticiye meydan okuyordum adeta, köpek!
Kızla buluşacağım için fazladan para çekmenin faydasını görmüştüm. Hem yöneticiyi savuşturdum hem de Sinem'i zor bir durumdan kurtardım. Sekiz yıldır sevgilim yoktu ve ben yüz elli liranın hesabını yapacak durumda değildim!

Tekrar içeri geçtik, Sinem yaşanan olaydan biraz etkilenmişti ama kendisini topluyordu. Bu arada üçüncü bardaklara da geçmiştik. Birkaç dakika sonra tekrar kapı çaldı. "Sen dur ben bakarım." diyerek kalktım. Kapıyı açtığımda kanlı önlüğüyle kasap, mavi önlüğü ve ceplerindeki kiloluklarla manav ile olduğu gibi bakkal duruyordu. Yeşilçam'da bir film karesine ışınlandığımı düşündüm: "Buyurun beyler?" dedim. "Sinem yok mu?" dediler bir ağızdan. Allah'ım beni nereye düşürmüştün? Kız kardeşini mahalle esnafının libidosundan korumaya çalışan Küçük Emrah gibi hissettim kendimi. "Yok, bana söyleyin derdinizi." dedim. Üçünün toplamda yüz otuz liracık kadar derdi varmış, o borcu da hallettim. "Fakat kız hakikatli kızmış, semtinde yüz tane süpermarket varken hala kasaptan, manavdan, bakkaldan alışveriş yapıyormuş demek ki" dedim içimden, sırf kızı övmek için bu detayı düşündüğümden kendime de kızdım biraz o an.

"Kimmiş gelen?" dedi ben yanına dönünce. "Yanlış numara." dedim ben de.
İçtikçe içiyordu ama süre ilerledikçe daha bir içine çekildi, sustu Sinem. Ben zaten yatıya gelmemiştim ama onda da hiç kalmamı teklif edecek gibi bir hal yoktu; hem de yıllık sosyalleşme bütçemin yarısından fazlasını bir gecede onun için tüketmiştim.

"Saat de geç oldu!" dedim, doğrulmaya çalışır gibi yaparak. Kendi saatine baktı: "Şey, istersen bir film izleyelim, kal burada bu gece sonra da?" dedi. Sekiz yıl diyorum, sekiz. Koca ülkenin sekiz yılda iki kere Başbakanı değişebilirken benim hayatıma tek bir kız bile girmemişti. "OLUR." dedim. Film seçme olaylarına giriştik. Kız sadece bin dokuz yüz doksan öncesi  Türk Sineması'nı biliyordu, aklım almamıştı. Zeki-Metin, Hababam Sınıfı, Kemal Sunal filmleri... Karşımda ilk randevumuzda olduğum bir kız değil de Show TV'nin pazar öğleden sonra yayını vardı sanki. "Seç birini yeaa, bana uyar." dedim, konyağın verdiği rahatlıkla.

O sırada kapı çaldı.

Bu sefer açmak istemiyordum.

O da adeta, film bakıyorum ayağına kapıyı açmaya yeltenmiyordu. Birkaç saniye sonra: "Canım sen bakar mısın kapıya?" dedi. Cüzdanımı da alıp gittim kapıya. İlk kez bu kapıda tanıdık bir yüz görmenin heyecanı sardı alkollü bedenimi, tekelci abiydi bu! Kafam şu an güzelse, bu onun bana sattığı konyak sayesindeydi! "Yanlış mı geldim kardeşim?" dedi. Beni hala kardeşi gibi görüyordu. "Kime geldin ki abi?" dedim. "Sinem'e." dedi. "Sana da mı borcu var be abi Sinem'in. Ne kadar söyle ben verjem, valla olmaz ben verjem." dedim, derken de omzundan omzundan sarstım hafifçe adamı. Neyse ki Sinem'in borcu yokmuş tekele. Abisiymiş tekelci. Detay vermeyeceğim ama ben hiçbir şeyi izah edemeden bu kadar güzel dayak yenilebileceğini o abimin sayesinde öğrendim. Sadece dayağın sonunda iki katı merdivenlerden yuvarlanarak indim, o kadarını söyleyim. Apartmandan dışarı çıkınca da ikinci kata bakarak bağırdım: "Yalanmış be! Bana o tekelde 'kardeşim' demelerin yalanmış! Bu mu be kardeşlik ha? Yazıkların en kralı sana olsun mu? Olsun be, olsun! Benim senin gibi bir abim yok!" diyerek oradan uzaklaştım. Yediğim dayağın etkisiyle Sinem'e de iki çift laf giydirmeyi unuttum.

Yirmi dakika kadar yürüyüp Metrobüs durağına vardım, üzerimde nakit kalmamıştı, taksiye binilecek bir durumda yoktu. Beş dakika sonra gelen boş Metrobüs'e bindim. Yolda her tümsekten geçip de vücudum sallandığında, burnuma parfümümün kokusu geliyordu...

Komiser Hakan / Bir Yaz Gecesi - 2

"Hadi Hakan. Sence de herkesi evden göndermenin zamanı gelmedi mi? Olay Yeri İncelemeyi de, ekibini de çıkar daireden. Dört yıldır yüz yüze görüşememiştik. Herkes gidince çiftin oturma odasına gel, laflayalım..."

Mesajı okuyunca donakaldı birkaç saniye, sonra da: "Herkes dışarı çıksın! Tufan, Çetin, Burak, Olay Yeri, köşedeki fotoğraf çeken gözlüklü! Hepiniz dışarı. Hemen!" diye bağırdı. Birkaçı soru soracak gibi olsa da mimikleriyle ve el işaretleriyle hepsini dışarı yolladı ve evin kapısını içeriden kapattı ve oturma odasına doğru yürümeye başladı. Mesajın kimden geldiğini tahmin ettiği için mesajda yazanları harfiyen uyguladı.


---Tam olmasa da yaklaşık 4 sene kadar önce---


"Bugün görüştün mü Komiserimle Çetin?" dedi Burak. "Görüşmedim." dedi Çetin de. Zaten üç haftadır tek kelime konuşmamıştı Hakan. Bir ihbarla gittikleri evde, adamın biri, beş yaşındaki öz kızını vurmuştu Hakan'ın gözü önünde; o da kendisini suçluyordu adamı gider gitmez vurmadığı için...

O olaydan beri tek kelime etmemişti Hakan. Susuyor, sık sık göğsünü ovuyor, tuvalet molası süsü verdiği aralarda, ağlamaktan kızarmış gözlerle masasına dönüyordu. Dünyadaki en ağır suçların hepsini aynı anda işlemiş gibi bir ağırlık çökmüştü vicdanına ve o ağırlık dudaklarına da baskı uyguluyordu. Konuşmuyor, birlikte göreve gitmiyor ve mesai saatleri dışında görüşmüyorlardı üç haftadır.

- Bi arayalım Çetin o zaman? Zaten iyi değil, bi de böyle habersiz mesaiye gelmeyince ben iyice kıllandım.
- Oğlum saçma sapan konuşma. Arasak telefonu açacak mı? Tek kelime edecek mi? Hayır! Rahat bırak adamı. Kendine bir şey yapmaz Hakan Komiserim. Beni asıl düşündüren yarın ki duruşma.
- Hangi duruşma?
- Geçen ay Tunalı Otel'de işlenen cinayetlerin duruşması var ya yarın Burak! Amirimin akademiden devresi olan adamın işlediği cinayetler.
- Ben onu unutmuştum oğlum! Amirim tanık olarak dinlenecekti de mi? Adam bildiğin konuşmuyo? Şimdi tanık kürsüsüne çıkıp da yine konuşmazsa masum diye salmazlar de mi herifi?
- Hee salarlar. Hatta yerine de Hakan Abi'yi alırlar içeri, çok sessiz diye...
- Tamam uzatma.

Uzatmadı Çetin. Çay söylediler. On dakika kadar sonra Hakan mesaj attı:"Bugün Merkez'e gelmiyorum. Yarın mahkemede görüşürüz." diye.

Ertesi gün mahkeme girişinde buluştu üçü. "Daha vaktimiz var, girmeden bi kahvaltı edelim." dedi Burak. Çetin, Hakan'a baktı, Hakan tepki vermedi. Zaten geçtiğimiz üç haftada gözle görülür şekilde zayıflamıştı da. Israr etmediler, sessizce beklediler. Bu kadar susacak kadar canı yanan birisi ne kadar geçerse geçsin açlık hissetmezdi.

Mahkeme başladı. Hakimin salona girmesiyle herkes ayağa kalktı. "Sanığı getirin!" diyerek yerine oturdu. Hakan üç hafta sonra ilk kez o zaman konuştu, dişlerinin arasından, oldukça kısık bir sesle: "Şerefsiz!" dedi.

Kulakları ondan gelecek tek bir kelimede olan Çetin ve Burak çok sevindiler bu tepkiye, "Şerefsiz ki ne şerefsiz!" dedi Çetin gaza gelerek. "Konuşmayın atarım dışarı!" yanıtı geldi Hakim'den Çetin'e.

Hakan tanık olarak kürsüye çıktığında salondaki herkesi dikkatlice izledi.
Akademiye başladığı günü düşündü, arkasındaki şerefsizle olan arkadaşlığını da.
Ailesini düşündü, tek aşkı Burcu'yu da. Gözünün önünde ölenler de geldi aklına, öldükten çok sonra incelemeye gittikleri de.
Ölmek istediği günler de oldu, öldürmek istediği de;
Nefes alıp vermeyi düşündü...
Sanki bütün salon nefes almayı bırakıp onu izliyor gibi hissetti, biraz terledi; ama öyle sıkıntıdan değil... Biraz sonra arkasındaki şerefsizi hapse gönderecek olmanın verdiği mutluluktan.

Konuşmaya başladı sonra Hakan. Üç hafta sonra konuşuyordu. Durmadan, nefes bile almadan anlattı çünkü onun için yeni bir gün, anca bir önceki ölümün defterini kapattığında başlıyordu.

Hakim kararını verdi; 18 yıl. İki kişi öldürmüştü; kişi başı dokuz yıl.

"Bizim on yıl aradığımız katiller oluyor, adamlar o katili on yıl içerde tutamıyolar be abi!" dedi Çetin, mahkeme salonundan çıkınca.

"Hakan!" diye bağırdı bu sırada, koridorda, Hakan'ın az önce 18 yıl hapis cezası almasını sağladığı eski dostu Ferit. "Hakan!" dedi; "Sana çok bomba haberlerim olacak!"

Hakan cevap vermeden çocuklara döndü: "Oğlum gidip bi kahvaltı edelim, üç haftadır bi şey yemedim!" dedi.

---Tam olmasa da yaklaşık 4 sene kadar önce---

Oturma odasına girdiğinde, köşedeki berjerde oturan Ferit'i gördü:"Sen ne ara çıktın şerefsiz?" dedi.

- Hakan ben yarım iş yapmayı sevmem bilirsin, kaşıntı oluyo, sinirleniyorum öyle olunca. Bu çifti de Tunalı Otel'de elimden kaçırdığım için rahat uyuyamadım. Tamamlamam lazımdı anla beni. Bi de seni özledim, onun da etkisi var. Aslında iş yarım kalmış gibi hissetmiyordum, yalan söylemeyim. Sana ulaşmak için birilerini öldürmek lazım diye düşündüm. Ya ölülere ulaşıyosun sen ya da seni dolaylı yoldan öldürmek isteyenlere...

- Burcu'yla ilgili, dolaylı da olsa, cümle kurma Ferit. Çeker vururum.

- Ben isim vermedim devrem.

- Niye beni çağırdın, görmek istedin?

- Sen ciddiye almamıştın ama ben sana en son ne demiştim hatırlıyor musun? Mahkemede, sen arkanı dönüp giderken?

- Hatırlamıyorum...

- "Sana çok bomba haberlerim olacak!" demiştim.

dedikten sonra cebinden telefonunu çıkardı. Ekranında aranmayı bekleyen bir numara duruyordu. "Ekip otonuzu çok sevmiyosunuzdur inşallah Hakan Komiserim? Araba neyse, yenisi alınır da, şimdi aşağıda o kadar arkadaş... Onlara yazık olacak." dedi.

Hakan'ın arabasına bomba yerleştirmişti. Aşağıda, o aracın yanında şu an en az yirmi kişi bekliyordu. Hakan soğuk kanlılığını bozmadan onu oyalamaya başladı. Oyalamasının nedeni bir şeyler düşünebilmek değildi, o kısmı çoktan halletmişti. Biraz önce, kendisini oturma odasına çağıran mesaj geldiği sırada, Burak'ın telefonundan kendisini aramış ve telefonunu açık şekilde cebine koymuştu. Yani Burak, bomba ihbarını duyup çoktan herkesi oradan uzaklaştırmıştı muhtemelen; ama yine de Hakan'ın bir şekilde Ferit'e engel olması gerekiyordu...