Kahve'n

Gönlünün neresi güzel görünse gözüme;
Oraya bir kahvehane açasım gelir.
Çay toplayan ninenin selesinden,
Taze çay demlenir;
Köyün delisi bile o demde dillenir.

Dem gönlünün gamını,
Ben gözünün nemini alırım,
Kahvehanen şenlenir.

Mutluluğunun muhtarlığında,
Bütün hüzünlerim ihtiyar heyeti olur.

Bağ, bahçe yeşillenir yönetiminde,
Yolları şehre bağlanır yalnız köyümün.

Ata eşeğe biner çocuklar tekrar,
Ve sokakta top oynayıp koştururlar.

Sevinçlerim sürü olur,
En yüksek dağlarda otlar;
Ciğerlerim oksijeninle dolar.

Suların en yüce dağdan,
Buz gibi akar,
Kana kana içerim;
Özlemim diner.

Bir kursam o kahvehaneyi gönlüne,
Kalbinin ateşinde sürekli dem olur.
Ve seninle her dem,
Güzel olur.

Rüzgar

rüzgar esti ve ben bir şiir yazmak istedim;
rüzgara set olsun diye değil,
rüzgarla bir olsun, essin diye.

nereden esti ben de bilmiyorum aslında,
gün boyu beklediğimiz gece geldiğinde, günü özlememizdendir belki.

çünkü gece geldiğinde gün biter,
ama gece gibidir bazı günler;
karanlık, uzun, bitik.

o gecelerin birinde;

tutuklu kelimelerin hapsolduğu,
üç noktalı cümleler geliyor;
kenarına şarap bulaşmış çizgi dudaklarına.
gözlerindeki çağlayan;
gamzende tuz gölüne dönüşüyor,
konuşamıyorsun,
rüzgar esiyor.

birleştirdiğin bacaklarının ortasında,
diz kapaklarında kavuşuyor ellerin.
söylemeye çekiniyorsun;
ama bal gibi üşüyorsun.

bir yıldız görüyorsun,
gözündeki yansıması bin yıldıza bedel.
acı bir tebessüm konduruyorsun
dudağının şarap bulaşan kenarına,
rüzgar esiyor, yok oluyorsun.

bu gün geceye benziyor,
karanlık ve serin.

sen olmuyorsun gece oluyor,
sen susuyorsun; rüzgar esiyor.

Genç Adam

genç adam oturduğu banktan kalktı, bütün cepleri tamamen boş olan pantolonun kalça kısmını sağ elinin içiyle çırptı. bank biraz tozluydu ama o tozdan kurtulmaktan çok refleks olarak yapmıştı bu çırpma hareketini. ilkokulda oturduğu tozlu sıradan kalmıştı bu huy onda.

az önce içtiği bir bardak çayın vücuduna yaydığı sıcaklık iyi gelmişti ona; onbeş yirmi adım yürüdükten sonra ceketinin sol iç cebinden az önce sekiz defa okuduğu kağıdı çıkarttı. bir sefer de yürürken okumak istemişti anlaşılan. okudu ve katlayıp cebine koydu.

bir taksi çağırdı, bu şehre ilk geldiği gün gidip kahvaltı ettiği kafenin adresini verdi şoföre; kahvaltı dediysem serpme Van kahvaltısı değil, iki poğaça bir çay. on dakika sürmedi oraya varmaları, taksimetredeki tutarın iki lira kırk kuruş fazlasını vererek indi taksiden. buraya geldiği o günü hatırladı. o gün ne kıskanç, ne nefret dolu ne de bu kadar kaygılı bir insandı genç adam. geçen zaman onda birçok şeyi değiştirmişti. içeri girdi, üşümeye başlayan ellerine içerinin sıcak havası iyi geldi. şansına ilk geldiği gün ki masa boştu. sadece çay söyledi bu sefer; "belki de poğaçadan dolayı yaver gitmemişti işler." diye düşündü. saatine baktı, sonra duvardaki saate baktı. hayatı, bu kafeden üç dakika geriden takip ediyordu.

iki bardak çaydan sonra hesabı istedi. onun için zor olacaktı biliyordu ama yine de kafeden çıkıp da taksiye binince o hastanenin adresini verdi. yol boyunca insanları izledi. hangisinin ne kusuru vardır diye düşündü. hastaneye geldiklerinde yine taksimetrede yazandan fazla parayı vererek indi. önce avluyu sonra merdivenleri ve en son da danışmayı geçerek hastanenin içine girdi. iki kat yukarı çıkıp koridorun ortasındaki odanın karşısına oturdu. bir süre kapıya baktı; ama öyle boş boş değil, bir şeyler yaşayarak, hafızasından bir şeyleri projeksiyonla o kapıya yansıtarak baktı.  gücünü topladığında da her iki elini de ileri itip ceketten kurtardı, bileklerine baktı. dikiş izleri hala yerli yerindeydi. kapıya bir daha bakmadan önce cebindeki kağıdı çıkarttı, bu sefer okuyamadı. kağıdı cebine koyup dolan gözlerini sildi.

hastaneden çıkınca yürüme mesafesindeki evine doğru yola koyuldu. ağır adımlarla yirmi dakikada ulaştı binaya. dört aydır hiç açmadığı dış kapıyı sonra da evinin kapısını açtı. uzun süren kimsesizlik yüzünden evde rutubet kokusu oluşmuştu. ellerini yıkamak için banyoya gittiğinde yerde kurumuş bir kaç küçük kan damlası gördü.

odasına gittiğinde dört ay önce bıraktığı gibi duran dağınık yatağını gördü. ceketini çıkarıp yere attı ve kendisini yatağa bıraktı. sonra aklına kağıt geldi, yere attığı ceketin cebinden o kağıdı aldı; tekrar yattı. dört ay önce olduğu gibi üst kattan damlayan klima suyu hala onun pencere kenarına düşüyordu.

o sesi dinlerken elinde kağıtla uyuya kaldı.


...


hikayenin uzun versiyonunda ise genç adam iş bulunca hayatında ilk kez istanbul'a geldi. önce işe, sonra patronuna, sonra istanbul'a sonra da evine alışması derken ilk bir buçuk senesi tamamen kafa dağınıklığı ve adaptasyon sorunlarıyla geçti. bu sırada bir ilişkiye de başlamıştı ama sevgilisi onu aldattığı için üçüncü aylarında ayrıldılar. iki ay boyunca maaşı kendisine yetmeyince kullanmadığı eşyalarından satarak geçindi. iş yerinde çalınan bir miktar para ile ilgili o suçlandı ama sonra aklandı. panik atak teşhisi ile düzenli psikiyatra gitmeye başladı, iki farklı ilaç kullanarak hastalığını hafifletti. üst komşusu alacaklıları tarafından evinde vurulduğunda o hemen alt katta romantik bir film izliyordu. aldığı ekmeklerin içerisinden tam üç kez böcek çıktı. aldığı doldurma parfüm cildinde alerji yaptı ve iki hafta boynu komple kızarık gezdi. "poşetlerimi taşır mısın?" diye yardım isteyen bir teyze, ara sokağa döndüklerinde kendisine bıçak çekip cebindeki tüm parasını aldı. aldatıldı.

bütün bunların üstüne, dört ay önce, bir sabah uyandığında banyoya gitti. tıraş olmak yerine bileklerini kesti. keserken ayağı kayıp klozetin seramiğine çarptığı için de çıkan sese alt komşusu yetişti, sonra da onu hastaneye yetiştirdi. bugün de psikolojik tedavi sürecini bitirip taburcu oldu.

...

klimadan büyük bir damla su damladı. o suyun sesiyle hafif gözlerini açtı. elindeki kağıdı pantolonun cebine soktu ve tekrar daldı uykuya.

bu arada o kağıt kendisini aldatan sevgilisindendi. ilişkiye başladıkları gün bizimki "seni seviyorum" dediğinde kız utanıp kağıda yazmıştı hislerini:"Ben de seni seviyorum." diye.

o günden beri evde saklıyordu o kağıdı ama aldatıldığını öğrendiğinden beri yanından hiç ayırmadı. ne zaman birisine güvenecek olsa o kağıda bakardı. ne zaman panik olsa, ne zaman ekmeğinden böcek çıksa, ne zaman komşusu öldürülse, ne zaman bir teyze kendisine bıçak çekse, ne zaman bileklerini kesse; o kağıda bakardı. çünkü o kağıt ona hem her şeyin geçeceğini hem de aslında hiçbir şeyin olmadığını hatırlatıyordu.

iki saat sonra uyandı. yataktan kalkınca pantolonunu yine çırptı ve banyoya gitti.

Komiser Hakan - Yol 1

Her hafta en az bir kere başımı alıp çıktığım gibi yine atladım tek başıma arabama. İstanbul'un gerçek yüzü en rahat böyle gecelerde görünebilir çünkü; hem de o sessizlikte, sadece arabanın ve sokakların sesini duyarak ilerlemek terapi gibi gelir bana hep.

Ben Hakan. Cinayet Masası Başkomiseri. Bunu duyunca: "Ne kadar havalı bir işin var!" diyenler illa ki olacaktır; öyle sanmaya devam edebilirsiniz. Arabayı çalıştırdığım beş dakika öncesinden beri sağda solda ceset arıyor gözlerim; meslek hastalığı bi yerde benimkisi. Yaşayan birisi benimle diyalog kursa, mesela yanıma gelip saati sorsa: "Neden saati sordu ki? Belli bir saat sonra öldürülecek mi?" diye düşünüyorum. Ama doğruya doğru havalı meslek.

Barbaros Bulvarı'na çıktığım sırada büfenin az ilerisinde iki genç görüyorum -bu arada huyumdur yokuş yukarı yirmi kilometreden hızlı çıkmam geceleri- kız erkeği tehdit ediyor:"Evini başına yıkarım senin!" diye. Bir cinayet veya ceset göremediğim için onları kendi haline bırakıp durmadan devam ediyorum yola. Yolum hem uzun hem de değil aslında. Her hafta iki üç gece böyle çıkacağımı düşünürsek uzun, birazdan uykum gelip de eve döneceğimi düşünürsek de kısa yolum.

Sizi bilmem ama ben ne kadar az insan varsa o kadar huzurlu oluyorum. Derdi olanları görüp derdim olmadığına şükrediyorum, olur da bir olaya denk gelirsem arabadan inmeden, camdan kafamı çıkararak müdahale ediyorum. E tabi gece geç saat olduğu için müdahalelerim genellikle küfürlü oluyor.

Bugün değil ama bundan dört hafta kadar önce, ya da üç gün önce emin değilim, ilk kez bu gece çıkmalarımın birisinde karşıya geçmeye karar verdim. O kadar dertli o kadar boş hissediyordum ki kendimi, boğaz köprüsünden geçerken bir an "Sür lan Hakan şu arabayı son sürat korkuluklara. Çöz emniyet kemerini de, araba uçmazsa da sen uç ön camdan denize!" dedim kendi kendime, ama götüm yemedi; ortalama kırk beş kilometre hızla geçtim köprüyü kazasız belasız.

Sorsanız bütün yakınlarım -Çetin ve Burak yani- beni; çok ciddi, duygusal, suratsız diye tanımlarlar. Tek işi ceset olan bir adam olarak nasıl olacaktım ki başka? Benim bütün şakalarım, esprilerim kendime saklı kalmıştır bu yüzden. Bu yalnız gecelerde kendimi güldürmeye çalışırım az da olsa.

Az kalsın kırmızı da geçiyordum. Yol, Barbaros Bulvarı'ndan Levent'e bağlanınca bu gökdelenler başımı döndürüyor benim, onların ışıkları trafik ışıklarını unutturuyor. Size de olur mu bilmiyorum ama benim bir derdim varken bir başkası çok daha küçük bir sıkıntısını anlatmaya başlasa hemen kendi derdimi unuturum. İyi bir dinleyici olmak mı denir buna, salaklık mı yoksa insanlık mı, orasını size bırakıyorum. Bu gökdelenler de öyle işte, hayat kurtaran trafik ışıklarını gölgede bırakıyor sıradan ışıkları.

Seyrantepe'ye mi dönsem yoksa gemileri karadan yürüten üstadın köprüsünden mi geçsem inanın çok kararsızım. Ben kararsız olup yavaş sürdükçe de hem bomboş yolda kıçımdan ayrılmayan şerefsiz panik atak geçiriyor, hem de araba bu lan su yakmıyor! Neyse en iyisi Seyrantepe'ye dönmek ordan da Alibeyköy'e doğru sürerim. Otobüs Terminal'inin olduğu yerde her zaman daha çok hikaye, konuşacak daha çok şey olur.

Şu kırmızıda durmuşken telefona bakayım dedim yine milyon tane fotoğraf yüklemişler "ailece cart keyfi", "kankalarla curt keyfi" diye. Çok aktif kullanmıyorum sosyal medyayı ama çocuklarla konuşurum biz de "Cinayet masasıyla sorgu keyfi." filan diye fotoğraflar yükleriz belki ya da yüklemeyiz ben şu an çok uykulu olduğum için saçmalıyorum.

Işıklardan sonra az ilerde bir büfe var oradan bir bira alıp öyle devam edeyim yola. Zaten Alibeyköy'den dönüp doğruca eve giderim.

Şurada dörtlüleri yakıp alayım hemen. Şair demiş ya "Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşünü seviyorum." diye. Ben de en çok "İstanbul'da işi olmayanların memleketlerine dönüşünü seviyorum." ama kimse dönmüyor anasını satayım!

Hayda, tam birayı açtık buz gibi bir yudum aldık yağmur başladı iyi mi? Bu yağmurda vedanın başkenti Alibeyköy'e gitmeyi ne gönlüm ne de eskimiş sileceklerim kaldırır.

En temizi bugünlük eve dönmek. Yani; ev diye bellediğimiz mülkiyeti başkasına ait olan ve bizim ucu ucuna kira ödediğimiz betonarme yapıya dönmek, başka bir deyişle.