Uyku Tutmadı

- Sence ben kötü bir adam mıyım?

* Ne alakası var şimdi?

- Ben kendimi överek "iyi biriyim." diyemem belki ama sen hiç kötü bir adamın bunu sorguladığını duydun mu? Bence bunu sorguluyorsa birisi, o iyidir.

* Ben kötüsün demedim ki.

- Bugün sen sus. Ben kendi kendime konuşacağım. Eğer birisi iyiliğinden şüphe ediyorsa bu demektir ki o insan için iyi olmak önemli. Yani kötü bir şeyler yapmaktan kaçınıyor demektir. Sana bir anımı anlatayım;

Dokuz yaşındayken bir Cumartesi sabahı uyandım ve mutfağa gittim. Canım o an niyeyse Meybuz çekti. Evde de yok tabi ki Meybuz filan. Hatta onu geçtim o zamanlar evde dondurma bile olmuyor. Bu kiloluk dondurmalar yeni yeni satılıyor. Neyse, baktım ayakkabılığın üzerinde biraz bozuk para var. Gidip bakkaldan bir iki tane Meybuz alayım da bizimkiler uyanana kadar yer gelirim dedim. Tabi ben evden çıkarken kapıyı öküz gibi kapatınca bizimkiler uyanmışlar. Bakkal bir sokak altta bizim. Ben de o sıralar bakkalın kızından hoşlanıyorum, kız inanılmaz çirkin bu arada ama mahallede yaşıtım olan başka kız yok. O yüzden ondan hoşlanıyorum. Ben topukları spor ayakkabıyla normal olan ama düz ayakkabıyla yere değen eşofmanımı giydim, sağ cebi delik olduğu için bozuk paraları da sol cebime koydum bakkala doğru yürüyorum. İki yüz metre filan bizim evden bakkal. Bakkala varınca önünde durdum, fileye istiflenmiş plastik topları inceledim yokladım biraz; "Alayı yamuk duruyo bunların." dedim içimden. Sonra içeri girdim. Zalım bakkal kendi fosur fosur uyurken kasaya kızını oturtmuş. Tabi o saatte sadece ekmek, bir de kupon biriktiriyorlarsa gazete almaya geliyor insanlar. Kız beni gördü; "Hoşgeldin." dedi. Ama öyle bir hoşgeldin dedi ki sanki devamında "Günün nasıl geçti bey?" diyecek. "Şey...Mey, Meybuz alacaktım da ben." diyebildim şaşkınlığı biraz atınca. "Aa bu saatte mi?" diye sordu. "Sana ne lan saatten! Canım çekti! Sorgulayamazsın, satmak zorundasın." dedim. O da tek kelime etmeden bi kolalı bi de elmalı Meybuz verdi. Parayı verdim çıktım dükkandan. İlk hoşlandığım kızın kalbini kırmıştım. Bakkaldan çıkıp da biraz ilerleyince içimi bir huzursuzluk kapladı, sonra o huzursuzlukla az daha ilerledim. Sonra dayanamadım ve "Aklımda kalacağına..." diyerek bakkala geri döndüm. Doğruca kızın suratına baktım: "Sen para üstünü yanlış verdin dedim.", kız hiç itiraz etmeden eksiği tamamladı. Teşekkür etmedim. Tekrar çıktım bakkaldan. Yokuş yukarı çıkarken elmalıyı, düzlükte de kolalıyı yedim. Yedim diyorum çünkü Meybuz'u ısırarak tüketirdim. Sonra apartmana ulaşıp eve çıktım. Babam kapıda beni bekliyordu. "Nereye gittin sen?" dedi, "Ekmek almaya." dedim. Ekmeklerin nerede olduğunu sorguladı; "Para almayı unutmuşum ona döndüm." dedim. Sonra aynı yolu gidip o nemrut, paragöz, düzenbaz, tırtıkçı kızdan iki ekmek aldım. Bu sefer para üstünü dikkatli saydım. Sonra eve döndüm ailecek bir güzel kahvaltı ettik.

* Çok özür diliyorum ama bunun iyi-kötü insan olmakla alakası ne Allah aşkına? Kıza tavrından mı ders çıkartmalıydım?

- Bu anıyı öylesine anlattım. Sorumla alakası yok.

* Kafaları yicem vallaha bir gün!

- Ye, ye. Zaten artık Meybuz da satmıyorlar.

Taze Çay

"Tekrar merhaba. Demlikte kaynayan suyun sesini duyunca dayanamadım, uyandım."

"Bir demlik, bir çay kadar değerim yok mu yani? Bi kere de benim için uyansan?"

"Yanlış anlama sakın, bu kişisel bir şey değil. Kimsenin çay kadar değeri yoktur."

"Balkonda mı içmek istersin yoksa mutfakta mı?"

"Deniz kenarı, park, balkon, cam önü, salon, mutfak. Çay içilecek yerlerin sıralaması budur benim gönlümde. Yani diyeceğim o ki eğer deniz kenarı ve ya park yoksa; balkonu seçiyorum."

"Balkonda hava serin ama. Gerçi çay içeceksin, o iyi gelir sanırım."

"Hiçbir şey iyi gelmez; ama ben suçlamıyorum artık kimseyi ya da bir şeyi. Her ölümcül hastalık için en iyi tedavi koşulu hastalığı kabul etmek denir bilirsin. Bu hayatta bizim ölümcül hastalığımız olduğuna göre ben kabul ediyorum. Suçu da benim, günahı da benim; masumu da benim, katili de benim bu hayatın."

"Aynı anda bir çok şey olamazsın ama..."

"Benim ki aynı anda bir çok şey olmak değil; aslında hiçbir şey olmayışımı kabul etmek."

"Çık hadi yataktan, çay demlenmiştir."

...

"Issız bir adaya düşsen yanına alacağın üç şey ne olur?"

"Pilli Bebek albümleri, ki bu bir sayılır, su ve anarşist yapımdan dolayı ıs alırım."

"Albümleri nerede dinleyeceğini sorabilir miyim?"

"Bazı şeyler öyle işler ki derine ve derinine; ne duyman, ne görmen, ne bilmen ne de anlaman gerekir. Öylece hissediverirsin. Sevgili'yi görmesen de kokusu burnundadır mesela, ellerini hatırlarsın, saçlarındaki her telin sertliği işlenmiştir parmak uçlarına... O yüzden dinlememe gerek yok, zaten aklımda tüm şarkılar."

"Kurtulmaya çalışır mısın peki o adadan?"

"Eğer Sinan Akçıl ve türevleri uğramazlarsa uzun süre yaşayabilirim sanırım o adada; ama güneye bakması lazım adanın. Güneş önemli çünkü..."

...

"Çayını tazeleyim mi?"

"Tazele tabi ya, kadının; makyajını değil çayını tazeleyeni makbuldür zaten."




Komiser Hakan - Başa Sarmak

İki radyo frekansı birbirine karışmış şekilde hangisinde ne çaldığı anlaşılmadan yükseliyordu müzik sesleri radyodan. İki saat önce havalandırılmış olmasına rağmen sigara dumanı kaplamıştı tekrar küçük salonun atmosferini. Yerde dağılmış şekilde duran cinayet dosyaları, iki gün önceden kalan ve bir kısmı halıya dökülmüş karışık kuruyemişler -ki dökülen ve kalan kısmın içerisinde antep fıstığı eser miktardaydı-, iki kişilik yemek masasının üzerini kaplayan bira şişeleri ve bütün dağınıklığın ortasında, tam televizyonun karşısındaki iki kişilik koltukta; saçları dağılmış, üç günlük kirli sakalının arasından beyazları seçilen ve karanlıkta daha doğrusu sadece sokak lambasının aydınlattığı kadar bir ışıkta oturan Hakan.

Bazı günler vardır hani, sanki Dünya'daki bütün işin gücün bitmiş ve tası tarağı toplayıp gitme vaktin gelmiş gibi hissedersin; herkesin karnı tıka basa doyduktan sonra annenin buzdolabından çıkarıp da sofraya koyduğu karpuz gibi, faydasız, gereksiz ama doğru zamanda anlamı olan.

Hakan için o gün öyle bir gündü. Sabahtan beri aynı koltukta aynı şeyi yapıyor; boş boş sehpanın üzerindeki bir vişne suyu lekesine bakıyordu. Bir an kendinden bile sıkıldı, yüzünü yıkamaya kalktı ve o zaman biraz hava almaya karar verdi. Üzerini değiştirmeden yatak odasına gidip cüzdanını aldı.

Evden çıkıp yürüye yürüye ve düşüne düşüne Taksim'e geldi.

Sakin olacağını düşündüğü bir bara girdi ki Taksim ortalamasına göre sakin denilebilecek bir mekandı. Doğrudan bara gitti ve oraya da oturdu. Kendisine güler yüzle yaklaşan Barmen onunla göz göze geldiğinde "Dışarıda bir felaket mi oldu?" diye düşündü. Sormadı karşısındaki yıkık adama neyi olduğunu, onun konuşmasını bekledi. Hakan da bir bira istedi.

Evdeki aktivitesini orada da başarıyla sürdürdü. Bir saat gözlerini tek bir noktaya odaklayıp üç bira içerek oturdu. O öylece oturmasına daha devam ederdi ama "Boş mu?" sorusu dikkatini dağıttı. "Efendim?" dedi kendisine bakan iri iki adet yeşil göze doğru dönerek;

- Sandalye diyorum, boş mu?
- Ha, evet. Evet boş.
- Tek misiniz yani?
- Evet.
- Bana bir içki ısmarlamak ister misiniz?
- Ben ısmarlamak istemem ama siz isterseniz ısmarlarım.
- Nasıl yani?
- Yani diyorum ki hanımefendi; ben size kur yapmak, sizinle sohbet etmek için size içki almam; ama derseniz ki 'Beyefendi cüzdanımı unutmuşum.' ya da 'Çantamı çaldırdım.' ya da 'Kredi kartlarımın limiti doldu.' o zaman içki parası veririm size.
- Siz bana alenen hakaret mi ediyorsunuz şu an?
- Daha alenen etmedim ama uzatırsanız edeceğim.
- Hele bir edin. Polisi ararım direk.
- İsterseniz tanıdığım bir kaç iyi polis var. Numaralarını vereyim onları arayın.

Dedi Hakan. Kafasının açılması ve kendini tekrar hayatta hissetmesi için böyle saçma bir olay gerektiğini de fark etti aynı zamanda. "Teşekkürler, sizin için de üç bira ödüyorum. Çok yardımcı oldunuz." dedi kadına. Sonra kadının ve Barmen'in şaşkın bakışları arasında hesabı ödeyip bardan ayrıldı.

Kadınla girdiği tartışmadan sonra üzerindeki "işe yaramazlık" hissi gitmiş miydi? Sadece tek noktaya odaklanıp bakmayı bırakmıştı; en azından bir süre.

İyi miydi peki? Değildi tabi ki. Zaten iyilik, lüks tüketim ürünlerindendi ve Hakan da lükse yönelmeyecek kadar alçak gönüllü bir adamdı.

Bardan çıkınca bir sigara yaktı; aslında bir süredir sigarayı bırakmaya çalışıyordu ama Çetin hayatında olduğu sürece bu mümkün değil gibi görünüyordu. Çetin, Papa'yla tanışsa, onu eşli batak müptelası yapabilecek kadar kahvehane kültürüne sahip bir adamdı.

Hakan da sigarasını yakınca onu hatırladı ve aradı;

- Çetin, napıyosun oğlum?
- İyi abi, Burak bende. Oturuyoruz. Altyazılı film getirmiş dingil, o filmi izliyor ben de arada altyazılara bakıyorum, çeviride yakaladığım hatalar var.
- Senin yabancı dilinde mi var la?
- Yabancı dilim yok ama bu "fuck"ları hep yanlış çevirmişler, onları ayırt edebiliyorum.

Hakan gülümsedi. Çetin'e belli etmedi ama güldüğünü. O an, hayatında olup da bazen göz ardı ettiği güzellikleri de fark etti. Kendi içine gömülüp kalacak kadar yalnız olmadığını da. Telefonda cevap bekleyen Çetin geldi bu kısa süreli düşüncelerinin arasında;

-Filmi başa sarın la, ben de geliyorum.